Fuzuli bir şiirinde “söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil” diyor. Buna içsel çatışma mı diyelim, paradoks mu diyelim, çelişki mi diyelim ne dersek diyelim, ancak, gerçek olan bir şey var ki, “etik değerleri anlattığım, kamu yönetiminde erdemli davranışların neler olduğunu ve bunların uygulanmasını belirttiğim” seminerlerimde olsun, insanlara ahreti hatırlattığım, iyiliği teşvik ettiğim şiirlerimde olsun, hep Fuzuli gibi iki zıt kutup arasında kalmışımdır. Hatta şu anda kaleme aldığım gibi makale ve köşe yazılarımı yazmaya başladığım anlarda hep Fuzuli gibi şöyle düşünmüşümdür: “Söylesem tesiri yok, sussam gönlüm razı değil.”
Yine Fuzuli gibi düşünerek 18 Mart Şehitler Haftası dolayısıyla yazacağım, Çanakkale Destanı hakkında bahsedeceğim, Şehitlerimizi hayırla, rahmetle ve minnetle yadeceğim, Üstad Mehmet Akif Ersoy’dan sözedeceğim.
Önce geçen hafta bizzat müşahede ettiğim bir hususu burada belirteyim. Gaziantep Hasan Kalyoncu Üniversitesi’nde “Mehmet Akif’le Anlaşabilmek” konulu bir konferanstaydım. Sağolsun konferansı sunan Hoca oldukça etkili bir şekilde ve Akif’in hayatı hakkında hassas noktaları öne çıkararak bir sunum yaptı. O sunumdan aklımda kalanlar: “Mehmet Akif’in İstiklal Caddesinde bulunan Mısır Apartmanının bir dairesinde 63 yaşında vefat etmesi bir tevafuktur. Çünkü Ülkemizden ayrılmak zorunda kaldığı için Mısır’a gitmişi. Mısır Apartmanında son nefesini vermesi bir güzel tevafuktur. Ancak bundan sonra anlatacağım güzel bir tevafuk değildir. Çünkü, Mehmet Akif Ersoy’un vefat ettiği o daire kendisine yakışır bir şekilde müze olarak kullanılması gerektiği halde, bakımsız ve yanlış bir şekilde kullanılmıştır. Halbuki İngilizler, Almanlar Milli Şairlerinin bir gece konakladığı otel odalarını müze yapmışlardır.  Daha da ilerisi, Mehmet Akif Ersoy’un cenazesine o dönemin, yani 1930’lı yılların Tek Parti Hükümeti ve o zamanın Devlet resmi erkânı gereken ilgiyi göstermemiştir.  Tabutuna bir bayrak dahi konmamış, mezarında birkaç imanlı genç tarafından İstiklal Marşı okundu diye, bu dahi resmi erkan tarafından sorun edilmiştir.”
Bu ve buna benzer acı ve hüzünlü hususları Hoca, o günkü konferansta anlattı. Bir de konferans sırasında, dinleyici üniversite öğrencilerine, önce genç kızlara şu soruyu sordu: “Sizler de birer Mehmet Akif gibi evlat doğurmak ister misiniz?” Konferans salonunda belki de 500’den fazla öğrenci vardı. Yüksek ve gür sesle “evet” sesi duymak mümkün olmayınca, Hoca tekrar sordu. Birkaç “evet” sesi işitildi. Tabi bu sesler de cılız çıkan seslerdi. Hoca bu sorudan sonra şu kritik sözü söyledi: “Mehmet Akif gibi bir evlat doğurmanız için Mehmet Akif’in Annesi gibi bir Anne olmanız gereklidir.” Gerçekten de, bir çocuğu yetiştiren ve ona dini, ahlaki, milli ve insani değerleri aşılayan ve öğreten önce Anne’dir. Şimdiki zaman Annelerimiz eğer bu hususta hassas olmazlarsa inanın işimiz çok zor. Tabi o konferansta Mehmet Akif Ersoy’un babasından da bahsedilerek ismiyle müsemma bir zat olduğu belirtildi. İsmiyle müsemma demek, yani ismi gibi insan demektir. Akif’imizin Babasının ismi:Temiz Tahir Efendi’dir. Annesi Emine Şerif Hanım’dır. Her ikisinden de Allah razı olsun. Cümlesine rahmet eylesin Yüce Mevlam.
Üstadımız Mehmet Akif Ersoy’dan ne kadar sitayişle ve övgüyle bahsetsek azdır. İşte yine bilinen bir hususu o konferansta bir kez daha duyduk: “Mehmet Akif Ersoy maddi bakımından güçlük ve zorluk içinde olmasına rağmen, İstiklal Marşı’ndan kazandığı parasal ödülü almamış ve bu ödülü kabul etmemiştir. Hayatında paraya, şöhrete ve şatafata asla önem vermemiş ve çok mütevazi bir hayat yaşamıştır. Hayatını Müslüman bir gençlik, imanlı bir gençlik yetiştirmeye adamıştır.  Allah rahmet eylesin.
18 Mart Şehitler Haftasındayız. 1915 yılında kazandığımız Çanakkale Zaferinin yıldönümündeyiz. Öncelikle Çanakkale’de bundan 101 sene önce destan yazan Ecdadı rahmet, minnet ve hürmetle anıyorum. Allah (cc) bize de o büyük şuuru nasip eylesin. Amin.
Çanakkale Destanı’ndan bahsettiğince ilk akla gelen Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitlerine hitaplı şiiridir ki, bu eserde öyle hitaplar, öyle sözler var ki ruhumuzu derinden sarsıyor, bizi ufuk ötesine götürüyor, bizi buradan alıp maveraya ulaştırıyor.
Şirin ilk kısımlarında yer alan şu mısralar:
“Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.
Şuheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...
O, rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar,
Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!”
 
Şiirin orta kısımlarında bulunan şu mısralar:
“Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i...
Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.”
Şiirin son kısmında dile getirilen şu mısralar:
“Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,
Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...
Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;
Sen ki, a’sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,
Sana gelmez bu ufukalar, seni almaz bu cihat...
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.”
 
Bu şiir, bu sözler imanlı her insanın ruhunda büyük umut ve büyük heyecan meydana getiriyor. Çok şükür ruhumda aynı umut ve heyecan var.
 
Evet, yazımın başlığında geçen dördüncü unsura geldik.  “18 Mart, Şehitlerimiz, Mehmet Akif ‘imiz ve Biz” demiştik ya. Üç unsur hakkında yazdık. Peki, “Biz”  ne haldeyiz. İşte “Biz” derken de içinde yaşadığımız bu toplumu kastediyorum.  Bu toplum bu noktada ikiye ayrılıyor:1- 18 Mart, Şehitlerimiz, Mehmet Akif’imiz” denildiğinde umut ve heyecan duyanlar. 2- 18 Mart, Şehitlerimiz, Mehmet Akif’imiz” denildiğinde hiçbir şey hissetmeyenler.  Bu toplumda hangisi daha fazla? Bunun cevabını da ben vermeyeyim. Siz araştırın ve bulun.
 
Yazımın sonunda bu Kutlu Vatan için toprağa düşmüş tüm Şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyor, onlardan helallik diliyorum. Gazilerimizi de şükran ve minnetle anıyorum. Allah hepsinden razı olsun.