Hayattan zevk almama rahatsızlığına ne ad verilir?

Anhedoni

Anhedoni nedir? Kaygının düşünce üzerinde ne tür olumsuz etkileri olabilir? Çocuklar ikinci bir dili ne kadar kolay öğrenir? Yeniden görüşünceye dek keyifli okumalar!
Anhedoni, antik Yunan kökenli bir kelimedir ve ‘hazdan, keyiften yoksun’ anlamına gelir. Bu gün de halen aynı anlamda kullanılan anhedoni, haz ve keyfi deneyimleyememe ile karakterizedir ve depresyonun belirleyici bir semptomudur. Anhedoni, zaman zaman herkesin hissedebileceği keyifsizlik ve isteksizlikten farklı olarak, süreğen bir biçimde giderek artıp kişinin yaşamını zorlaştırabilir. Depresyon dışında başka ruhsal sorunlarla birlikte de ortaya çıkabilir.
ANHEDONİNİN SEBEPLERİ
Birçok depresyon tablosunda anhedoni ön planda ve belirleyici bir semptomdur.
Anhedoni kısır döngü biçiminde kendi kendini sürdüren bir özelliğe sahiptir. Kitap kurdu olan biri, okumaktan aldığı keyif ve hazzı anhedonik bir biçimde kaybedebilir. Bunun üzerine kişi aslında bir kayıp yaşar. Eskiden keyif aldığı bir şey artık keyif vermiyor ve anlam ifade etmiyordur. Kişi bunun kendi kontrolünde olmadığını hissettiğinde ise daha da umutsuz ve isteksiz olur. Buna depresif bir tablo da eşlik ettiğinde kişi kendini tembel ya da yetersiz olarak etiketleyebilir. Depresyon kişinin olası bir aktiviteden alacağı hazza dair öngörüsünü de aşağıya çeker. Her şey karamsar biçimde olumsuz yorumlandığı gibi olası planlar ve aktiviteler de bu şekilde anlamlandırılır. Anhedoni bir depresyon semptomu olarak ortaya çıkabildiği gibi, bazı kişilerin tüm yaşamına değişen derecelerde eşlik edebilir.
Anhedoninin sebeplerini açıklayan birçok teori vardır. Nörobiyolojik açıklamaya göre; anhedoni beynin ödül mekanizmasının sekteye uğraması sonucu ortaya çıkar. Buna sebep olan, beyinde aktivite ve alınan haz arasındaki bağlantıdan sorumlu olan dopamin salınımının bozulmasıdır.
Haz ve keyif almayı engelleyen bir diğer ruhsal sorun da anksiyete bozukluklarıdır. Sıklıkla kaygılı ve endişeli olan biri haz ve keyif almaya nadiren odaklanabilir.
Depresyon ve anksiyetenin dışında, yaşam tarzı ve alışkanlıklar da anhedoniye sebep olabilir. Doyum veren bir yaşam için kişinin yapması gerekenler ve yapmak istedikleri arasında bir denge kurması gereklidir. Çoğunlukla görev odaklı ve isteklerine odaklanmayan kişiler haz deneyiminden yoksun kalarak, isteklerine ve ihtiyaçlarına dair farkındalık geliştiremeyebilirler. Motivasyon eksikliği ve erteleme alışkanlığı da anhedoniye sebep olabilen önemli faktörlerdir. Bir bakıma tüm bunların aralarında karşılıklı bir ilişki vardır.
Anhedoninin tedavisinde, özellikle depresif semptomların da olması durumunda, medikal yöntemlere başvurulabilir. Uzun vadeli ve etkili bir değişiklik için ise psikoterapi gereklidir. Kişinin keyif ve haz almasını engelleyen iç dinamikler anlaşılmadan kalıcı bir değişim sağlamak mümkün olmayabilir. Kişiyi baskılayan bu dinamiklerin anlaşılmasının yanı sıra, haz yaşantısını deneyimleme imkânı sağlayan yaşam tarzı değişiklikleri de yapılmalıdır. Zamanı daha işlevsel yönetmek, yeme alışkanlıklarını değiştirmek, sosyal aktiviteleri ve çalışma saatlerini düzenlemek, düzenli fiziksel egzersiz, mindfulness (farkındalık) ve meditasyon egzersizleri kişiye bu anlamda yardımcı olabilir.
References:
1. American Psychological Association. APA concise dictionary of psychology. Washington, DC: American Psychological Association, 2009. Print.
2. Kring, A. M., Johnson, S. L., Davison, G. C., & Neale, J. M. (2010). Abnormal psychology. Hoboken, NJ: John Wiley & Sons.

KAYGI VE DÜŞÜNCEYE ETKİSİ
Korku ve kaygı birbiriyle yakından ilgilidir. Her ikisi de bir tehlike yahut zarar görme fikri içerir. Korkuyu deneyimlemek tehlikede olduğunu bilmektir. Genel olarak korku, belirli, gözlemlenebilir bir tehlikeye verilen tepkiyken kaygı, nesnesi belirli olmayan, belli bir odak noktasından yoksun ve geleceğe dair korkudur. Korku, diğer bir deyişle belirli bir nesneye ya da duruma bağlı kaygıdır. Örneğin, ölüme dair endişeler belirli bir korkudan çok insanı sürekli olarak rahatsız eden bir kaygı şeklini alır. Kaygının belirsiz oluşu, onunla baş etmeyi güç kılar. Kaygının kaynağı bilinmediğinde sorunla baş etmek de zor olur. Kaygılı kişiler çoğunlukla, belirsizlik ve tehlike algısı karşısında yorumlama hatası yapar. Kaygı bozukluğu yaşayan kişiler bu durumu daha da uçlarda deneyimler. Kaygının düşünce üzerindeki olumsuz etkileri şöyle sıralanabilir:
1. Hipervijilans. Aşırı tetikte olma ya da dikkat artımı olarak tercüme edilebilecek hipervijilans, kaygılı bireylerin tehdide aşırı dikkat göstermesiyle karakterizedir. Uç durumlarda hemen her şey tehdit edicidir ve bu durumlar savunmacı bir davranışı tetikler. Tehlike algısı kişinin dikkatini çekerek kendisine yönlendirir. Örneğin örümceğe dair işaretler örümcek korkusu olan kişilerin dikkatini çeker ve bu tehdide yöneltir. Panik bozukluğu olan kişiler bir atağın gelişini haber veren bedensel duyumlara sıra dışı şekilde dikkat kesilir. Tehdide odaklanma, hatalı tepkinin ve yorumlamanın düzeltilmesine yarayacak diğer etmenlere dikkat etmemeye sebep olur.
2. Tehlike ve güvenlik arasındaki farkı değerlendirme yetisinin bozulması. Kaygı bozukluğu yaşayan kişiler sıklıkla tehlike ve güvenlik arasındaki farkı saptama yetisinde sorun yaşar. Örneğin kaygılı bir kişi sosyal bir ortamda kendisini ancak bir arkadaşıyla birlikteyken güvende hisseder. Değerlendirme yetisindeki bu bozulma, bilişsel aktiviteyi yöneten prefrontal korteksin amigdala (duygusal beyin) üzerinde kontrol sağlayamamasından kaynaklanır.
3. Kaçınma. Korku ve kaygı hoş olmayan duygulardır. Korku ya da kaygı deneyimleyen kişiler bu duygulardan kurtulmaya çalışır. Kaçınma, kaygı bozukluklarında önemli bir rol oynar ve tehlike içeren durumları bertaraf etme işlevi görür. Beyin, güvenlik ve tehlike arasındaki farkı tespit edemediği için, zaman içerisinde kaygılı kişi kaçınma davranışı sayesinde tehlikeyi önleyebildiği inancına sahip olur.
4. Belirsizliğe gösterilen aşırı tepki. Belirsizlik, kaygının ortaya çıkması için en uygun ortamı sağlar. Kaygılı kişiler belirsizliği ya da tehdidi tolere etmekte zorluk çeker. Geleceğe dair belirsizlik ve kötü senaryolara hazırlıklı olma ihtiyacı, korku ve kaygı bozukluklarında önemli bir etmendir.  
5. Tehlikenin öneminin ve olasılığının abartılması. Kaygı bozukluğu yaşayan kişiler olumsuz olayların gerçekleşmesini ve kötü sonuçların ortaya çıkmasını daha olası görür. Gerçeği değerlendirmedeki bu hata, olumsuz bir sonuç öngörüldüğünde, olasılık her ne kadar az olsa da, ileriye yönelik strese yol açar. Her şeyin olduğundan daha vahim algılanması, endişe eden kişinin birtakım otomatik sorular sormasına yol açar “Ya böyle olursa…” ya da “bu olursa ne yaparım?”  gibi… Kişi bu soruları sorarak en kötü senaryoyu yazar. Örneğin sağlık kaygısı olan bir kişi bedensel duyumları ya da değişimleri hastalık habercisi olarak yorumlayabilir ve kaygıyı medikal riskle orantısız olarak deneyimler.  
Araştırmalar kaygılı kişilere duygusal uyaranları değerlendirmeyi yeniden öğretmenin yorumlamalarda ve yargılarda yapılan hataları ve amigdala aktivitesini azalttığını; olumsuz öğelere sahip bir uyaran karşısında hoş şeyler düşünmeleri istenen katılımcıların uyaranı daha az heyecan ve kaygı verici olarak nitelediğini gösteriyor. Tıpkı bir konser piyanisti gibi kaygılı bir kişi de nöral yolları ya da beyin kaslarını günlük alıştırmalarla belirli bir yönde geliştiriyor. Bu nedenle, kaygının yeniden öğrenme yoluyla değişime uğratılması aşamasında önemli rol oynayan psikoterapi yoğun kaygı yaşayan kişilerin mutlaka düşünmesi gereken bir baş etme yöntemi olmalı.
İKİNCİ DİLİ ÖĞRENMEK
Çocukluk döneminde dil öğreniminin çok daha kolay olduğu savunuluyor. Bilinçdışı düzeyde olan bu öğrenmede çocukların nörolojik gelişiminin ve taklit etme içgüdülerinin büyük payı var. Yetişkinlere oranla iletişim kurma konusunda daha motive olan ve hata yapmaktan korkmayan çocuklar, yeni bir dil öğrenme konusunda istekliler. İkinci dil öğrenimine, tüm bu süreçlerin etkili olduğu 2-12 yaşları arasında başlanması öneriliyor. Ancak doğduğu andan itibaren iki dille büyümeyen çocukların, ikinci dili kolayca öğrenemeyeceği fikri gerçeği yansıtmıyor. Araştırmalar gösteriyor ki, çocuklar yaşları büyüdükçe öğrenme konusunda daha etkinleşiyor. İkinci dille okul döneminde tanışan çocuklar, daha önce bir dil konusunda uzmanlaştıkları için süreçlere daha hakim olabiliyor.
Ebeveynlerin bu konudaki en büyük kaygısı, erken çocukluk döneminde ikinci dil öğrenmeye başlamazlarsa, çocuklarının bu fırsatı kaçıracağı yönünde. Ancak son dönem araştırmaları dil öğrenebilmede yaştan daha belirleyici faktörler olduğu görüşünde. Motivasyon, çocuğun kaygı seviyesi, öğretme yöntemlerinin uygunluğu, diğer yaşam alanlarındaki işlevsellik gibi pek çok etken çocukların yeni bir dili ne kadar kolay kavrayacağını belirleyebiliyor. Anne babalar ikinci dil eğitiminde yaş konusuna takılmayıp, uygun yöntemi ve çocukları için doğru zamanı bulmayı öncelik edinmeliler.