Sene 1991…
Kendimi doğuda bir dağ köyünde öğretmenlik yaparken gördüğüm rüyanın ve bu rüya üzerine “Bekle Doğu Ben Geliyorum” başlıklı yazımı ulusal bir gazetede yayınlamamın üzerinden henüz birkaç ay geçmişti.
Ankara’da “Türkiye’nin istediğin yerine tayinini yapalım” diyen güçlü bir iradeye “Ben kurada neresi çıkarsa oraya gideceğim” diye cevap verdiğim ve kendi irademi ortaya koyduğum günden birkaç gün sonrası…
..
İlk atamamın Şırnak iline çıkmasının akabinde aynı iradenin “gereken her türlü yardımın yapılması” emirlerinin yer aldığı mektubu, yerine iletilmek üzere nezaket icabı alıp ama asla yerine ulaştırmadığım yıl 1991…
İlk görevime “torpil” lekesi bulaştırmamak için olağanüstü bir çaba harcadığım ve bu çabamın yakın çevrem tarafından anlaşılamadığı ve algılanamadığı zor günler…
Kader-i ilahi işte o günlerin akabinde beni Cizre’de görevlendirdi. Şehrin en merkezi yerinde bir okul, okula 100 metre yakınlıkta daracık bir sokağın başında bir ev… Umduğumun fevkinde güzel bir ortam ve iyi bir uyku…
Göreve başlamamın ikinci ya da üçüncü günüydü. Öğle yemeği için, okulun yakınındaki bir lokantaya gittim. Kapının hemen yanındaki tezgâhta yemekleri inceleyip “kuru fasulye pilav” rica ettim. Normalde yemeği garsonlar getirirken benim yemeğimi işyeri sahibi getirdi. Önce pilavı bıraktı masaya. Sonra elindeki kuru fasulye tabağını masaya hızlıca vurur gibi bıraktı. Yemeğin yarısı masaya dökülürken eğildi ve kulağıma bağırır gibi fısıldadı.
“Hoca, bıyığını kes!...”

Ne kadar zaman geçtiğini, o yemeği nasıl yediğimi bilmiyorum. Kendime geldiğimde hırsımdan dudağımı ısırdığımı ve dudağımdan sızan kanın çeneme doğru aktığını fark ettim. 
Dudağımdaki kanı peçeteyle silip kasaya vardım ve borcumu sordum. Sırıtarak borcumu söyleyen kişiye duygusuz gözlerle baktım ve masanın üzerine söylediği miktarın yarısını bıraktım.  Amirane bir tavırla “bu kadar daha vereceksin hoca!...” dedi.
Duygusuz gözlerle bakmaya devam ederek “Lokantanız sinek dolu, yemeğimin yarısını sinekler yedi… Bu durumda hesabın yarısını da sineklerden alacaksınız” dedim ve cevap vermesine fırsat bırakmadan dışarı çıktım.
Büyük umutlarla geldiğim Cizre’de bu olay karşılaştığım ilk ve en büyük tepkiydi. Bu tepkiye verdiğim tepkinin neticesinin ne olacağını bilmiyordum. Lokantanın önünde bir süre bekledim. Daha 19’unda gencecik bir öğretmen olarak ne yapmam gerektiğini düşündüm. Sonra Akif’in:
"Allâh'a güven, saye sarıl, hikmete râm ol... Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol" 

mısralarını mırıldanıp 100 metre ilerideki okuluma doğru yürüdüm.
Bıyıklarımın en net ve doğru hikayesi budur işte. O zamanlar kendime yakıştığını düşündüğüm ve siyasi bir anlamı olmayan bıyıklarıma gösterilen tepki “bıyıklarımı asla kesmeme” gibi bir karar almama neden oldu.
Ki o günler başörtüsü sorununun hem devlet dairelerinde hem de üniversitelerde yaygın olduğu ve başörtüsü yüzünden yüzlerce öğrencinin okulu bırakmak zorunda kaldığı günler...
Cebindeki son öğrenci harçlığıyla Burdur’dan İstanbul’a “başörtüsü eylemine” katılmaya giden biri olarak insanların şekillerinden, giyim ve kuşamlarından, düşüncelerinden dolayı haksızlığa uğramasına, ötekileştirilmesine, işten ya da okuldan atılmasına her zaman ve zeminde karşı çıkan ben “bıyığını kes” gibi adi bir emre itaat edemezdim elbette…
Zira bu anlayış ülkemizin he yerinde kişilerin görüşlerine göre şekil değiştirerek ortalığı kasıp kavurmaktadır o yıllarda. “Bıyığını kes, sakalını kes, sesini kes, eteğini kısalt, başörtünü at…”

İnsanların giyimlerine, düşüncelerine, yaşam tarzlarına müdahale eden zorba zihniyetlere -bu sol ya da sağ zihniyet olabilir farketmez- hep karşı çıktım. Gücü eline alanların başka yaşam tarzlarını tehdit eden uygulamalara imza atması insan onuruyla asla bağdaşmaz. 

Tüm bu zorbalıklara “itaat ederek kendini küçülten” kocaman bir toplumda “farklı kalmak” gibi bir amacım olmasa da “kendim gibi olmak” gibi bir gayem oldu her zaman.
Cizre’de kaldığım 5 yılda bıyıklarımı hiş kesmedim. İlk günlerde hatta aylarda üzerime dikilen sert bakışlar zamanla değişti ve yerini sevgi dolu bakışlara bıraktı.
Bu beş yıllık dönemde arkadaşlarımın çoğu okul – ev arasındaki yol dışında başka bir yolu bilmezken neredeyse Cizre’nin girmediğim sokağı ve evi kalmadı. 
Şu anda adını sıkça duyduğumuz, olayların merkezindeki Cizre’yi gerçekten çok sevdim. Halâ görüştüğüm Cizre’deki öğrencilerim benim için her zaman “çok özel” oldular. Vatanıma zaten aşıktım… Mesleğime de, öğrencilerime de orada aşık oldum… Bir öğretmenin yüreği öğrencilerini göreceği için nasıl “pır pır” eder onu da Cizre’de öğrendim. 
Aynı anda on binlerce kaleşnikofun, havan toplarının, uçaksavarların patladığı o cehennem gecelerinde “öğrencilerimi düşündüm” hep. Korkmuşlar mıdır, birine bir şey olmuş mudur?
Olaylar sırasında normal bir şey oluyormuş gibi rutin atan kalbim, sabah erkenden, daha okula hiç kimse gelmeden okulun bahçesine koşup gelen öğrencilerimi sayarken yerinden çıkacakmış gibi atardı hep.
Tüm öğrencilerim okula geldiğinde rahat bir nefes alırdım. Her birine tek tek sarılır, öper, koklar ve öğrencilerime kavuştuğum için Allah’a şükrederdim.
Şimdi çoğuyla sık sık görüştüğüm o “caaaanım” öğrencilerimle aramda kurduğum gönül bağı hiç kopmadı. 

Cizre'de de öğrencilerimin yüreğinde de "iz" bıraktığımı düşünüyorum o yıllarda... Cizre'de bıraktığım "iz"in üzeri biraz örtülmüş olabilir ama öğrencilerimin yüreğinde bıraktığım "iz" biliyorum ki olduğu gibi duruyor.
Bıyıklarım yüzünden…
Yazının başlığı bu ama, ben size bu yazımda “Hem bıyıklarımın hikayesini, hem Cizre’yi” anlattım. Gelecek yazımızda Cizre’den bir kesit daha aktarmam gerekiyor. Bir sonraki yazımda belki bıyıklarıma bakarak gülümseyen ve “sizinkiler…” ifadesini kullanan güzel insanlardan da bahsederim…
Aslında “bizimkiler…” diye birileri var mıdır? Aslında "biz kaç kişiyiz..." Onu da o yazıda öğrenirsiniz…
Esen kalın…