Aksiyon dergisine konuşan Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkan Yardımcısı Enis Berberoğlu, 2004 yılında bir darbe girişimi olduğunu söyledi. Berberoğlu, "2004’te bir girişim olmuş. O belli, bariz. 2004’te ordu içinden birilerinin kalkıştığı yine ordu içinde birilerinin durdurduğu belli. Bunu ayrı ayrı dava olarak koy, şapkamı çıkartayım." dedi. Berberoğlu, Hizmet Hareketi'nin 2007 yılında Abdullah Gül'e destek verdiği için hükümet tarafından üzerinin çizildiğini söyledi.

Enis Berberoğlu'nun Aksiyon'dan Cemal Kalyoncu ve Muhsin Öztürk'e verdiği röportaj şöyle: "-CHP ilk defa ekonomi ağırlıklı bir program açıkladı. Ve karşılık buldu. Neyi hedefliyor tam olarak?

İktidar olmayı. Öncelikleri sosyal demokrasiye göre çizilmiş tek başına iktidar olma amacını taşıyor, koalisyon bile değil. CHP Meclis’te temsil edilen ana muhalefet partisi. Biz bilerek ‘kriz’ demiyoruz. Bizim uyarılarımıza rağmen ekonomide kötü gidiş varsa onu düzeltme görevi bize düşer. Ve bugün iktidar dili kullanmamızın gerekçesi de bu. 7 Haziran’a kadar yapacaklarımızı anlatacağız. Emeklilik gibi. Kürt sorununu çözeceğimizi söylüyoruz. Yoksullukla mücadele edeceğiz, iş bulacağız, aile sigortasıyla insanların asgari gelirini belirli bir rakamın altına indirmeyeceğiz.

-Bunda nasıl karar kılındı?

Bugün hangi kamuoyu şirketine giderseniz gidin halkın çözüm beklediği en önemli sorun ekonomi ve işsizlik
çıkıyor. Dolayısıyla iktidar olmak isteyen partinin karşısında en büyük sorun kimlik siyaseti ya da terör değil, ekonomi. Gazeteci gündem alanından kazanır, siyasetçi de öyle. Gündemde olan sorunu alacak, çözümünü ortaya koyacak, insanları ikna ederek oy alacaksınız.

-2015 için rejim kaygıları da taşıyan ‘son seçim’ denilirken soğukkanlı bir ekonomi programı önermek zor bir seçenek olsa gerek?

Evet, ama sokakta konuşsan bunu dinleyecek kimse yok. 6 milyon 200 bin iş bulma umudu olan kayıtlı kişi var. Umudu olmayanlar bu sayıya dâhil değil. Tanıdık tanımadık kimle karşılaşsam sokakta iş istiyor. Siyaset resmen İş-Kur gibi çalışmaya başlamış. Karşı taraf Tayyip Bey’i, başkanlığı oylatmak istiyor. Bu sefer istediğini oylatmak istemiyoruz. Allah selamet versin, o onun meselesi, benim meselem değil.

-Ne zaman CHP’li oldunuz?

Gazeteciyken de söyledim, ben hep CHP seçmeniydim zaten.

-2010 öncesi CHP’ye nasıl bakarsınız?

Her CHP’linin memnun olduğu CHP’yi söyleyeyim mi? 1974 ve 77 seçimlerindeki Ecevit CHP’si. Niye? Başarılı çünkü. Eğer başarılı olursak üçüncü dönem Kemal Kılıçdaroğlu dönemi olacak. Bir de, hakkını yemeyeyim, Erdal İnönü zamanında 89 yerel seçimleri de gidişatı değiştirmişti. Limon kampanyasıyla İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyelerini kazandı, o rüzgârla 91’de koalisyon ortağı oldu.

-CHP ile ilgili geçmişten gelen bir tavır var, bunu nasıl aşmayı planlıyorsunuz?
İnsanların haksız ön yargıları var. 30 yaş altı yüzde 50’si bu memleketin. Kimlik ve etnik siyaseti yapan rakiplerimiz var ve benim girmek istediğim alan bu alan değil. Ben sosyal demokrat bir parti olarak ülke kaynaklarını bu uğurda harcayacağım, üstyapının da kendi kendine şekillenmesini bekleyeceğim. Din insanın çok özel alanıdır. Ben bu alanı düzenleyemem. Dışarıdayım.

-Yeni CHP böyle!

Çok uzun zamandan beri. Benim anladığım laiklik, herkesin din ve vicdan hürriyetine saygı duymaktır. Hıristiyan ve Musevi azınlığın da Müslüman çoğunluğun da kendi din ve ibadet özgürlüklerini kendi istedikleri ölçüde istedikleri şekilde yapabilmeleri. Bu siyasetin düzenleyeceği bir alan değil.

-CHP’deki kısa siyasi deneyim size ne öğretti?

Siyaset bir kere meslek olarak seçilecek bir şey değil, onu öğrendim. Siyaset benim kafamda bir sosyal sorumluluk projesi gibiydi, öyle yaklaştığımda rahat oldu.

-Karar vermek zor oldu mu peki?

Yok. Anlatayım. Bir gün sahilde koşuyorum, ter içindeyim. Kahveci beni tanıdı geçerken. “Hadi gel sana kahve ısmarlayayım.” dedi. Bakırköy teşkilatındanmış. Laf lafı açtı, “Gel seni partiye alalım.” dedi. Gırgırını yaptık, ayrıldım. Herhâlde bir yerleri aradı. Bu kez genel merkezden beni aradılar. Derken sayın genel başkan lütfetti, beni bir kahvaltıya davet etti İstanbul’da. Görüştük, hiçbir taahhütte bulunmadı. Bir gün telefon geldi, “PM listesindesin.” diye. Maceram böyle başladı.

-İlginç. Bu kadar kolay kabul etmeniz psikolojik hazırlığınızla ilgili olmalı?

Medyaya bir daha geri dönmek istemiyordum. ‘Onlar benim mesleğimi yapamaz hâle getirdilerse siyasette onların anladığı dilden konuşayım’ demiş olabilirim. Ben siyasetin ancak siyasetin içinden değiştirilebileceğini düşünüyorum. Ama siyaset asla meslek olarak yapılmamalı. Çünkü amaç bir tur daha seçilmek, kendi tabanını oluşturmak falan gibi meselelere dönünce çirkinleşiyor.

-Uzun süre kalmayacak mısınız yani siyasette?

Kastım o değil. Burada da işe yaramazsam bırakır giderim. Ayrılmamın sebebi de Hürriyet’e, çalışanlarına ve okurlarına artık bir katkımın olamayacağına inanmamdı.

-“Bu ülkede gazetecilik yapılmaz” türü bir şey mi?

Aynen öyle. Benim farkım artık 60 yaşına geldim ve Hürriyet’i de 5 senedir yönetiyordum. Yani Hürriyet’te bir fâni olarak yapabileceğimi yaptığıma inanıyorum. Daha fazlası olayın sermaye yapısına aykırı. Orası bir patron müessesesi ve patron herkesin ortasında açıkça ‘beğenmiyorum gazeteyi’ diyor. Bir sebep göstermek zorunda değil. Ya öyle devam edecek ya da ayrılacaksınız; ben ayrılmayı tercih ettim.

-Erdoğan baskısının etkisi oldu mu?

Erdoğan baskısına en az boyun eğen yine Aydın Doğan’dır. Ertuğrul çalıştı, ben çalıştım, şimdi Sedat çalışıyor; Hürriyet’in kulvarındaki gazetelere baktığınız zaman hakkını teslim etmek gerekiyor.

-Aslında patrondan ziyade iktidarla ilgili olabilir mi?

İktidarla papaz olmamızın sebebi Gezi’dir. Hem Ertuğrul’un döneminde hem de benim dönemimde Hürriyet’te Recep Tayyip Erdoğan’ın öne çıkmasının sebebi popülaritesiydi. 34’le geldi, 47 ile devam etti, 51’le seçim başarısını sürdürdü. Benim gazetemin sütunları bu adama kapalı olamazdı. Bizim Hürriyet’te varlık sebebimiz popüler olmak. Yazarlarımızı ona göre seçiyoruz, fotoğraflarımızı ona göre seçiyoruz. Bizim tek stratejimiz var; popüler mal üretmek, daha fazla satmak, daha fazla ilan almak. Tayyip Bey bence bunu yanlış okudu. Havuz medyası olduk sandı. Hâlbuki biz popüler olma içgüdüsünü kaybettiğimiz an kaybederiz. Benim mahallemden iki çarpı popüler Gezi çıkınca ben döndüm Gezi’ye. Tayyip Bey’den üç çarpı daha popüler 17-25 Aralık çıkınca döndüm oraya. Vermezsem bitmiştim zaten. O iki olay Tayyip Bey’le bizim aramızı açtı.

-Gazeteciliğinizin anayasası mı bu?

Evet, başka ne yapabilirim ki hocam. Hürriyet’in başına getirdiler, bir çıta koydular. Bu kadar tiraj, bu kadar reklam, bu kadar da personel gideri. Gidip de banka soyacak hâlim yok bazı arkadaşlar gibi. Tiraj artacak, ilan geliri düşmeyecek, personel gideri çok artmayacak. Senin oynayacağın üçgen bu.

-Erdoğan hep kazanıyordu, peki Erdoğan sizce neden kaybedecek?

Kibir’den. Üç kitapta da en büyük günah. Cezasız kalmaz. Bu kadar kendisine oy verenleri ve vermeyenleri -eskiden sadece vermeyenlereydi- bu kadar dışlayarak, ötekileştirerek, asabıyla oynayarak, hakaret ederek, zulmederek iktidar olunmaz. Olunsa da kalınmaz. Kibir. Başka hiç kelime aramıyorum.
-Sizin 2006’da gitmeniz ve Ankara temsilcisi olmanızla beraber büyük krizler başlamış gibi görünüyor (gülüşmeler). Ne dersiniz?

Ayağımı sürer sürmez… Ben 2006 Mayıs’ında gittim, iki üç hafta sonra Danıştay saldırısı oldu.

-Ergenekon ve Balyoz davaları görülürken bugünlerde yine Danıştay türü olaylar olmaya başladı, Savcı’nın öldürülmesi, saldırılar vs... Ne dersiniz?

Dışarı çıktılar, olaylar başladı diyorsunuz?

-Bilmiyoruz, sizin yorumunuzu merak ediyoruz.

Ergenekon davasına ilk günden son güne kadar ben karşı çıktım. Benim kafamdaki iddianame tarzı Deniz Feneri iddianamesi gibidir. Alman savcı 30 sayfada Deniz Feneri’ni takır takır anlatmış. Bizdeki savcılar Deniz Feneri’ni 2 bin sayfada zor anlatıyorlar. Ergenekon’da ilk iddianame çıktığında ben suçun ne olduğunu anlamadım. O kadar yaygın ve o kadar uzun tarihî anlatım var ki. Ve o tür torba yasa gibi iddianameler bütün suçları bir çatı altında toplama kaygısı davayı siyasallaştırıyor. Bizim mahallede çok yakın zamana kadar çok beğenilen 27 Mayıs davası gibi. Delil unutulmuş, şu unutulmuş, bu unutulmuş amaç hâsıl olmuş ve insanlar asılmış! Burada da amaç hâsıl olmuş bir sürü kişi bilmem kaç sene yatmış. Bu suç varit olsa da aşağı yukarı yatacağı süreyi bir dolusu yattı çıktı.

-2003-2004 süreçleri için ne dersiniz?

2004’te bir girişim olmuş. O belli, bariz. 2004’te ordu içinden birilerinin kalkıştığı yine ordu içinde birilerinin durdurduğu belli. Bunu ayrı ayrı dava olarak koy, şapkamı çıkartayım. Hiç kimse bir laf etmez. İşte bunu torbanın içine koyduğunuzda, yan unsurlarla oraya buraya götürdüğünüzde zorlarsınız Türkiye’de. Türkiye’de hukuk zemini olmaması da adli kolluğun olmaması da önemli bir eksiklik. Yıllarca polis muhabirliği yaptım. Hangi savcı gidip de delil topluyor? Polis getiriyor, dinlemeleri, şunu, bunu koyuyor önüne, ‘Hadi fezlekeyi yaz, ben gideyim şunları alayım’ diyor. Burada polisin MHP’li, CHP’li, Cemaat’ten vs. olması ya da Türk, Alman, Yeni Zelandalı olması fark etmiyor. Kendini hâkim-savcı yerine koyma alışkanlığı var. Askerî vesayetin siyah-beyazı ‘dost-düşman’dır, polisin ise ‘suçlu-suçsuz’. 17-25 Aralık’ı biraz deşersen bunu çok daha iyi anlarsın. Kendine çok yakın olan bir siyasi partiyi para çalmaktan dolayı suçlu gördüğü için gözünü kırpmadan operasyon yaptı. Kendisine yakın bir parti Güneydoğu’da siyasi bir süreç yürütüyor, onun için şunu kullanıyor, bunu kullanıyor; suçlu mu suçlu, yakaladı mı yakaladı. Dava bitti. 7 Şubat krizi nasıl çıktı? Böyle. Polisten bahsediyoruz. Bu polisin siyasi kimliği bence ikinci kimliktir. Üst kimlik suçlu-suçsuz diye olaylara bakması. Bir de şu var: Polis İçişleri’nin emrinde. Yargı bağımsız gibi gözüküyor ama dolaylı olarak İçişleri’ne bağlı; çünkü adli kolluk yok. Ergenekon’da şurada burada bir adli kolluk olsaydı hepimizin saygı duyduğu, İçişleri Bakanlığı’ndan ayrı, yürütmeden ayrı, Ergenekon’u oturup da inceleseler, delillendirseler sonuçları çok farklı olurdu.

-‘Savcısıyım’ diyen iktidarın bu davalarda rolü ne oldu sizce?

Danıştay olayı bence 17-25 Aralık refleksinin ilk provası. Danıştay olayını yeterince incelemeye bile gerek duymadan siyaseten kendisine yarayacak bir şekilde ele aldı.

-Bakanlar camide protesto edilmişti

Dolayısıyla iktidarın Ergenekon meselesine samimiyetle ne kadar inandığını ben hep şüpheyle karşıladım. Danıştay’la başlayan süreç şu; Erdoğan bir algı operasyonu yürütebileceğini, insanları algılarla yönetebileceğini bence 2006’da keşfetti. Kendisine bir algı operasyonu yapıldığını düşündü. Gezi’ye ‘Ukrayna devrimi’ diyor. İnsaf derler. Ama kendi inanınca milleti de inandırmayı bir şekilde beceriyor. 17-25 Aralık hükümete karşı bir darbe olarak satıldı bu ülkede. 2006’daki Danıştay saldırısı da onun bir örneğidir.

-Siz nasıl bakıyorsunuz Danıştay’a? 2006, 2004’te yarım kalan o işlerin devamı gibi mi?

Ben iki üç tane kitap yazdım. Akın Birdal suikastına baktığınız zaman, zamanın ruhu içinde durumdan vazife çıkarmak isteyen adamları görürsünüz. Zamanın ruhunu birileri kurguluyor.

-Kendiliğinden olmuyor yani?

Olmuyor tabii. Kutuplaştırmayı birisi çıkarıyor. Kutuplaşmada birisinin suçu var. Birden fazla yapının belki. Neticede ama bundan faydalanmak isteyen çıkıyor. Ne diyor Akın Birdal’ı yaralayan şahıs: “Devlet bize adres verdi.” “Bu adam devlet düşmanı, gidelim gereğini yapalım.” diyor. Şimdi bu güdüye sahip insanlar var bir tarafta, bir tarafta da bu güdüyü yönlendirme imkânı olan insanlar var. Bir tarafta da bunların daha makro koşulları var. Makro koşullar, niyet ve imkân bir araya geldiği zaman Danıştay oluyor. Açıkçası son tetiği çekenin kim olduğunun hiçbir önemi yok.

-Aydın Bey “Hürriyet devlet gazetesi” demişti.

Yerleşik düzen aslında. Devlet gazetesi demeyelim.

-Müesses düzen mi?

Müesses düzen. Ben öyle algıladım. Hürriyet için.

-Müesses düzen pek olumlu kullanım değil ama…

Hürriyet yöneten bir gazete. Medya mahallesinin iktidarı ve biz o iktidar dilini kullanırız. Ve biz anayasal müesses nizamın devamı için çalışırız. Üzerinde yazıyor, Türkiye Türklerindir. Atatürk portresi. Böyle bir iddia arkasında hiçbir değerler manzumesi olmadan durmaz orda. Sırıtır düşer.

-Anayasa bir şekilde askıya alındığına göre artık müesses nizamın gazetesi değil o hâlde?

Unutmayalım, ben orada değilim. Söylediğin sebeplerden biri benim orada olmama sebebimin birinci sırasında yazıyor. Çünkü ben şunu yediremem kendime. Ben PKK’ya karşı çıkarken, şeriata karşı çıkarken, DHKP-C’ye karşı çıkarken, uyuşturucuya, yolsuzluğa karşı çıkarken o müesses düzenin devamını savunduğumu düşünerek yaptım, meşruiyetimi orada buldum. Şimdi bir kişi çıkıp da anayasayla oynarken ‘Ya bu adamlar çok güçlü’ dendiği zaman ‘vazo kırılır, kimya bozulur’ diye düşündüm. Bir şahıs anayasayı alır, üzerinde tepinirse ne yapacağım ben? PKK’ya davrandığım, DHKP-C’ye davrandığım gibi davranmam lazım. Çifte standart olmaz ki.

-Müesses nizamla ilgili şöyle bir algı var. Anayasa dediğimiz bir yerde 12 Eylül anayasası.

Değişene kadar benim anayasam ne yapayım. Anayasal vatandaşlığı getir, ben de kaldırayım Türkiye Türklerindir ifadesini. Biz bunu deklare ettik. Hürriyet tiraj payının üç katı reklam alıyorsa çok etkin bir gazetedir. Bu etkinliğinin arkasında bir gizli güç olması lazım. Birikmiş, ilk bakışta çok görülmeyen ama parmağımla ittiğim zaman ölçülemeyen bir etkisi olan bir reaksiyondan bahsediyoruz. Hürriyet’in bir manşeti 6 milyar dolardır (Doğan’a vergi cezası). Bir de böyle düşün.

-Yani amiral gemisi de olsa iklimi üreten, zamanın ruhunu inşa edene çok ters düşemiyor…

Bugüne kadar o iklime teslim olmadı, bundan sonra da teslim olmasını tavsiye etmem. Tek söylediğim bu.

-Teslim olması için bayağı uğraşıldı galiba değil mi?

Evet. Ya böyle konuşulunca sanılıyor ki gizli kapaklı, üç aldım, beş verdim, değil. Gezi olayı oluyor. 17/25 Aralık ve Soma’yı manşet yapıyorsun, adamların bir dövmediği kalıyor. Her olayı, kendi istediği gibi ve oy kaybını önleyecek şekilde yazılsın, algı yaratılsın istiyor.

-İktidar hep daha fazlasını mı istiyor?

Şöyle söyleyeyim. Ben hiçbir şekilde Erdoğan’ı memnun edemeyeceğimi biliyordum. Bu kadar açık söyleyeyim. Erdoğan gibi insanlar hiçbir gazeteden memnun olmaz. Erdoğan’ın istediği gazete şöyle başlıyor. 1. sayfada kendi fotoğrafı kendi haberi, 2. sayfada kendi fotoğrafı kendi haberi, 3. sayfada ailesinin, 4. sayfada yakınlarının, 5. sayfada partisinin fotoğrafı… O yüzden hiçbir zaman mutlu ederim zannetmedim. Öyle bir enayilik yapmadım. Gerçekçi oldum.

90’LARDA MEDYA HÜKÜMET KURMACA OYNADI

-Önceki dönemlerde nasıl baskı altında idiniz? Neyle mücadele ederdiniz?

Gazeteciliğe 12 Eylül’de başladım. Askerî vesayeti gördüm. Sonra gazetelerin iktisadi yapıları tamamen değişti. Ben başladığımda 12 sayfalık gazeteler vardı. Mendil kadar ekonomi, iki sütun dış haberler ve iki sayfa spor sayfası dediğimiz gazeteler bunlar. Ve o zamanın en büyük gazetesi Hürriyet’ten bahsediyorum. Turgut (Özal) Bey geldi, kâğıt sübvansiyonunu kaldırdı. Birdenbire gazete sınai yani kâğıt maliyeti satış fiyatının üstüne çıktı. O zaman anladık ki gazetenin satış fiyatının gazetenin sınai maliyetinin üstünde olması inanılmaz bir özgürlükmüş. Reklamcıya da yıkıl git diyorsun, hükümete de yıkıl git diyorsun. Muhasebeni doğru tutuyorsan, aldığını sattığını doğru yazıyorsan, vergi müfettişi ne halt edecek? 1-1,5 sene içinde şöyle bir yapı doğdu. Birinci ihtiyaç: Bu gazete zam yaparsa satıştan gidecek. Zam yapmazsa zarar edecek.

-En iyisi hükümeti yıkalım!

O da bir fikir! Ama şimdi zararı kapatmak için reklam alman gerekebilir. Fakat elindeki teknik imkânlarla reklamı taşıyamaz gazete. Satışı artırıp zammı daha sınırlı tutabilirsin. Satış gelirini çok patlatabilirsin. Orada da promosyon girdi devreye. Daha kalın bir gazete, daha reklamı bol, daha renkli sayfası olup daha fazla renkli reklam, daha pahalı reklam alan bir gazete… Matbaa ve promosyon maliyeti girdi. Daha küçük bir ekonomi birden böyle şişirilmiş balon gibi büyüyüverdi. O zamana kadar bir masa bir kasa iken birdenbire holding olmaya başladılar. Bankalardan kredi almak için gereken şartları haiz işadamları çıkmaya başladı. ‘Gazete, haber işi pahalıdır’ diyen arkadaşlar çıkmaya başladı. Ondan sonra hükümetle oynamaya başladı. ‘Sen değil, o değil, bu. Ona veririm, ötekini gömerim.’ Yani iktisadi gelişim iktidar bağımlılığını artırdı. Hatta iktidar bağımlılığının yanı sıra, sen şaka diyorsun ya ‘hükümeti devirelim, kendi partimizi getirelim, biraz da biz sebeplenelim.’

-Gerçeğe mi dönüştü?

Tabii, öyle. Tansu Çiller-Mesut Yılmaz kavgası nedir ya, medyadaki! Şaka mı zannediyorsunuz! Demek istediğim, vesayet denen şeyi biliyoruz. Zaman zaman asker gibi gelir, zaman zaman reklam veren, zaman zaman kamu bankaları… Zaman zaman da bir futbol takımı emin olun en az bir siyasi parti kadar etkilidir gazete üzerinde. İki tane sayabilirim. Terörize ediyor çünkü hayatı. Yani yeterince insanı mobilize edebiliyor.
Bir dedim. Dolayısıyla ekonomik bağımsızlık bunun içinde çok önemli rol oynar. O da popülariteyi getiriyor. O da yerleşik düzeni getiriyor. Yerleşik düzenden benim anladığım, herkesin makul gördüğü şeylere ben yerleşik düzen diyorum. Establishment, benim söylediğim.

-Tashih etmek lazım o zaman.

Anayasal düzen diyelim o zaman.

-Herkes anayasal düzenden yanadır aslında...

Yerleşik nizam herkesin aşağı yukarı asgarilerinde birleştiği bir iklim diye tarif ediyorum. Kazandığı gücü siyaseten kötüye kullanan, istismar eden, yolsuzluk yapan da bu sistemden dışlanmalı. Dışlanmazsa sistem çalışmaz.

-Kriz anlarını da konuşalım. Asker neden geldiğinde hiç kredi açmadı Erdoğan’a 2002’de?

2001 krizi Türkiye’de yerleşik nizamın hiçbir üyesini ayakta bırakmadı. Erdoğan geldi, AB gibi doğru bir yere oynadı. 2002’deki Erdoğan, bizim mahalleyi Avrupa Birliği (AB) hamlesi ile tavladı. 2003’te, 2004’te gazeteci olarak duyuyorduk o hamleleri. Bunun sebebini biz o gün göremedik. Görsek de delillendiremedik. Erdoğan iki amaç birden gütmüş. Birinci amaç dış kaynak, ikinci amaç askerin nötralize edilmesi.

-2006’da Danıştay saldırısı, arkasından cumhuriyet mitingleri oldu…

Algıyı değiştirebileceğini orada gördü Tayyip Bey. ‘Ben AB hikâyesi ile nasıl bir politik algı yarattıysam, şimdi de bu rejimi tehdit eden birtakım gizli güçler ifadesi ile bir öcü yaratırım’ düşüncesiyle en iyi bildiği işi yapmaya başladı. Yani ötekileştirme o süreçte başladı.

-O zaman 27 Nisan e-bildirisi nereye oturuyor? Bazıları şaibeli buluyor onu bugün?

27 Nisan’a mesela polis muhabiri olarak bakarsan, ‘kime yaradı ise o yaptırdı’ dersen çok komik bir yere gidiyor iş. Yani öyle olmadığını görüyorum. Orada bir hassasiyet, 23 Nisan’la Kutlu Doğum’un birbirine örtüşmesidir. Herkes Dolmabahçe görüşmesi diyor. Hâlbuki Dolmabahçe görüşmesinin öncülü vardır. Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik Genelkurmay’a gitti. O görüşmeden sonra Tayyip Erdoğan ile Yaşar Büyükanıt görüştüler. Ne konuşulduğuna gelince fazla önemsendiğini düşünüyorum ben Dolmabahçe’nin. Çünkü Dolmabahçe’ye zaten siyasi iktidara karşı zemin kaybetmiş bir askeriye giriyor. Bir kere bir bildiri veriyorsun. Karşı taraf rest çekiyor. Göremiyorsun. Arkasından Millî Eğitim Bakanı geliyor, o haberler yalan-yanlış diyor, cevap veremiyorsun.

-Fikri Sağlar’ın yazdıkları var Dolmabahçe için?

Askeriye içindeki rekabet çok çirkinleşebiliyor. O kadarını söyleyeyim. Fikri’nin yazdıklarını Ergenekon dosyası içinde gördüm ben. Bir silah arkadaşında bu paşa ile ilgili o bilgilerin ne işi var? Yaşar Büyükanıt’ın özelinde tartışarak bir yere varamayız. Ordu öyle bir yer ki bir komutan tek, ondan sonra tamamı bir komutan etmez. Yani genelkurmay başkanı bir şey yaptığı zaman kimseye hesap vermiyor, çok özel dönemler hariç. Bana aktarılanı söylüyorum. Yanılmış olabilirim, yanıltılmış olabilirim. Kendi başına verdiği bir karar. O akşam bir sosyal ortamdan çıkıyor, kendi kararını veriyor. Oturuyor baştan sona yazıyor. İmzasını koyuyor, internete veriyor. O açıklama da tarihe Genelkurmay’ın siyasete uyarı serisinin 183.sü olarak geçebilirdi. Ama geçmedi.

-Ne oldu o gün AKP cenahında?

27 Nisan bildirisine karşı açıklama konusunda bir problem çıkıyor. Açıklama yapacak isimlerden biri konuttan çıkmış, gidiyor. Yoldan geri çeviriyorlar. Yani kendi aralarında çok tartıştıklarını biliyorum.

-Korku mu var?

Korkulur. Çok düşük ihtimal de olsa yine de bir ihtimal var. Çünkü Türkiye’de 3,5 tane darbe olmuş.

-Konuttan gidenin ismini biliyor musunuz?

Yazıldı bu. Sonra devamı var. Mesela oraya geldim diyen, gelmeyenler var. Gelmiş gibi yapanlar var.

-Savunma bakanı…

Evet, işte gelmiş gibi yapıp gelmeyenler var. Sonra görüşme sırasında Büyükanıt, önce telefona çıkmıyor, daha sonra telefona çıktığında o odada iki kişi olduklarını biliyoruz. Abdullah Bey de orada, görüşmenin bir kısmında bulunuyor falan. Yapılan şey ayıp, demokrasiye aykırı, saçma sapan bir şey ama. AKP tarafından iyi kullanıldı.

-27 Nisan, ilk defa siyaset kurumunun karşı cevap vermesiyle anlamsızlaştırıldı...

Evet, ama ‘zamansızlık’ böyle bir şey. Çünkü Türkiye o zaman başka bir yola girmiş ve çok hızlı ilerliyordu. Askeriye ıskaladı onu. Iskalamanın da bedelini ağır ödedi. Bir şey daha söyleyeyim. Bunun öncülü 2003, 1 Mart tezkeresidir. O tezkereye karşı çıkmanın da bedelini ödedi askeriye. Çünkü TSK’nın Türkiye’de saygınlığı kadar Pentagon’daki itibarı çok önemlidir. O itibar orada bitti. Bunu o tarihteki Pentagon sorumlusu (Paul) Volfowitz söylüyor. Türkiye’de AKP’nin önünü açan olay 1 Mart 2003 tezkeresidir. Çünkü o tarihe kadar ABD’nin Türkiye’deki en büyük müttefikleri yüksek yargı, askeriye, medya, bunlardır. Şimdi bir daha geri dönelim, 10 sene kadar öncesine. 2003, 1 Mart tezkeresinden sonra kaybedenlere bak. Bir şekilde kimler değişti, kimler geriledi, kimler içeri atıldı? Kimler mevzi kaybetti diye bakarsan, Amerika’yı o tarihte hayal kırıklığına uğratanlar."