AK Parti’ye anayasa taslağı hazırlayan Prof. Dr. Ergun Özbudun, Anayasa Mahkemesi’nin sulh ceza hakimlikleriyle ilgili iptal kararı vermemesinin hayal kırıcı olduğunu belirtti. Yargıdaki düzenlemelere ilişkin muhalefet partilerine büyük görev düştüğünü kaydeden Özbudun, “Yargı sistemimizdeki bu büyük yaranın tedavisi, koalisyon görüşmelerinden bağımsız olarak âcilen gerçekleştirilmelidir.” dedi.

Prof. Dr. Ergun Özbudun, Zaman gazetesinde ‘Demokratik restorasyon ve sulh ceza hâkimlikleri’ konulu makale kaleme aldı. Özbudun’un yazısı şöyle:

“Daha önceki bir yazımda (“Koalisyon Senaryoları”, Zaman, 17 Haziran) önümüzdeki dönemin âcil ihtiyacının, süratli bir demokratik restorasyonun gerçekleştirilmesi, son yıllarda çıkarılan anti-demokratik kanunların kaldırılması ve böylece toplumda bir ferahlama ve uzlaşma duygusu yaratılması olduğunu ifade etmiştim.

Bu görev, hem şu an itibarıyla kurulup kurulamayacağı belli olmayan muhtemel koalisyon hükümetlerine, hem TBMM'ye düşen bir görevdir. Dolayısıyla, koalisyon pazarlıklarından bağımsız olarak, TBMM'nin, Başkanlık Divanı ve komisyonlarının oluşması ile birlikte, normal yasama süreci çerçevesinde bu sorumluluğu üstlenmesi ve bu girişimi başlatması gerekir. Gerçekten, AKP dışında TBMM'de temsil edilmekte olan üç parti, başka konulardaki görüş ayrılıkları ne olursa olsun, son dönemin anti-demokratik kanunlarını şiddetle eleştirmişler ve bunların kaldırılacağı veya değiştirileceğini seçmene vaat etmişlerdir. Bu üç partinin toplam milletvekili sayısı, söz konusu kanun değişikliklerini yapmaya fazlasıyla yeterlidir. Bu partilerin, AKP'nin katılımı olsun veya olmasın, bu süreci başlatmaları, seçmenin 7 Haziran'da verdiği mesajın gereğidir.

RESTORASYONUN TEMEL ÖNCELİĞİ

Demokratik restorasyon başlığı altında birçok kalemi (bu arada elbette ülke seçim barajının önemli ölçüde düşürülmesini) ele almak mümkün olmakla birlikte, bu yazıda değineceğim konu, adalet sistemimize ölümcül bir darbe indirmiş olan sulh ceza hâkimlikleridir. Bilindiği gibi bu hâkimlikler, 18.6.2014 tarihli ve 6545 sayılı Kanunla, ilga edilen sulh ceza mahkemelerinin yerine kurulmuş ve yakalama, gözaltı, tutuklama gibi kişi hürriyeti ve güvenliği açısından büyük önem taşıyan konularda münhasır yetkili kılınmıştır. Daha da önemlisi, sulh ceza hâkimliklerinin kararlarına karşı yapılan itirazların incelenmesinin, ancak gene sulh ceza hâkimleri tarafından yapılabileceği hükme bağlanmış, yani bir “kapalı devre” sistemi yaratılmıştır: CMK'nın 6545 sayılı Kanunun 74'üncü maddesiyle değiştirilen 268'inci maddesine göre, “sulh ceza hâkimliği kararlarına yapılan itirazların incelenmesi, o yerde birden fazla sulh ceza hâkimliğinin bulunması halinde, numara olarak kendisini izleyen hâkimliğe; son numaralı hâkimlik için bir numaralı hâkimliğe; ağır ceza mahkemesinin bulunmadığı yerlerde tek sulh ceza hâkimliği varsa, yargı çevresinde görev yaptığı ağır ceza mahkemesinin bulunduğu yerdeki sulh ceza hâkimliğine; ağır ceza mahkemesinin bulunduğu yerlerde tek sulh ceza hâkimliği varsa, en yakın ağır ceza mahkemesinin bulunduğu yerdeki sulh ceza hâkimliğine aittir.” 6545 sayılı Kanunun 48'inci maddesine göre de, sulh ceza hâkimliklerinin sayısı çok sınırlıdır: “Sulh ceza hâkimliği, her il merkezi ile bölgelerin coğrafi durumları ve iş yoğunluğu göz önünde tutularak … kurulur.” Kanunun bu hükümleri, Eskişehir 1. Sulh Ceza Hâkimliği'nin itiraz başvurusu yoluyla Anayasa Mahkemesi önüne gelmiş ve Anayasa Mahkemesi, çok tartışılacak 14.1.2015 tarihli kararıyla (E. 2014/164, K. 2015/12) söz konusu hükümlerin Anayasa'ya aykırı olmadığına hükmetmiştir. Mahkeme, sulh ceza hâkimliklerinin kurulmasının tek başına Anayasa'ya aykırı olmadığına oybirliğiyle, itirazların kapalı devre sistemiyle incelenmesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ise, beş üyenin muhalefeti ve oy çokluğu ile karar vermiştir. Beş muhalif üyeden Sayın Haşim Kılıç, Alparslan Altan ve Erdal Tercan'ın karşıoy yazıları, anayasa hukuku literatürüne geçecek önem ve değerdedir.

KAPALI DEVRE SİSTEMİ GÜVEN VERMİYOR

Mahkeme çoğunluğunun ve değindiğimiz karşıoy yazısının gerekçelerindeki tüm argümanları bir gazete yazısı çerçevesi içinde değerlendirmek mümkün değildir. Ancak karşıoy yazısındaki temel itiraz, 6545 sayılı Kanunla kurulan “kapalı devre” sisteminin, hukuk devletinin ve âdil yargılanma hakkının bir gereği olan “etkili kanun yolu” şartını karşılamamasıdır. Karşıoy yazısının ifadesiyle, “yargılama makamları tarafından alınan kararlara karşı kanun yolunun öngörülmesiyle ulaşılmak istenen amaç, yargılama makamları tarafından yapılan yanlışlıkların, ‘bir başka yargılama makamı' tarafından düzeltilmesine imkân tanımaktır. Böylece ikinci bir denetim imkânı getirilerek olası yargısal hatalar en aza indirilmiş olmakta, bu suretle hem yargı önüne gelen kişilere daha güvenceli bir yargı hizmeti sunulmakta, hem de genel anlamda yargı örgütünün daha etkili işlemesi sağlanmaktadır. Kanun yoluna başvurmak hakkının tanındığı hallerde, kanun yoluna başvuru usulleri ve başvurulacak merciler konusunda yasama organının takdir yetkisi bulunmakla birlikte kanun koyucu, bu yetkisini kullanırken hukukun genel ilkelerine ve Anayasa'daki kurallara, özellikle de hukuk devleti ilkesine uygun hareket etmelidir. Diğer bir ifadeyle kanun koyucu sahip olduğu takdir yetkisine uygun olarak yaptığı düzenlemelerde, kanun yolunun etkili olmasını sağlayacak güvenceleri de gözetmek durumundadır. Bu nedenle kural bazında bir kanun yolu öngörülmüş olması yeterli görülemez. Kanun devletinden farklı olarak, bir hukuk devletinde, var olan güvencelerin kağıt üzerinde değil, fiilen ve somut olarak etkili bir şekilde hayata geçirilmesi gerekir. Özellikle özgürlük ve güvenlik hakkı söz konusu olduğunda, hukuk devletinin bir gereği olarak etkililik unsuru azami seviyede hayata geçirilmelidir… Bu kapsamda kanun yolu başvurusunu inceleyecek merciin, kararı denetlenecek merciden farklı ve bağımsız bir merci olması, söz konusu niteliğin sağlanmasında ilk şarttır… Yani bireyler söz konusu kanun yoluna başvururken, bu kanun yolunun kendilerine makul bir başarı /giderim imkânı vermekte olduğuna inanabilmeli ve bu hususta belli bir güvene sahip olmalıdır. Tüm bu şartlar sağlanmadığı durumda getirilen kanun yolunun hukuk devletinin gerektirdiği nitelikte olduğu söylenemez.”

AYM'NİN KARARI TAM BİR HAYAL KIRIKLIĞI

Sulh ceza hâkimliklerinin bu kriterleri karşılamadığı âşikârdır. Aynı karşıoy yazısına göre, “itiraz usulünün etkili ve dolayısıyla güven veren bir kanun yolu olarak değerlendirilebilmesi için bu hâkimliklerin birbirlerine karşı da bağımsız olmaları ve birbirlerinin etkilerine maruz kalmadan faaliyet gösterebilmeleri gerekmektedir. Oysa itiraz konusu düzenleme uyarınca ‘eşitler arası bir denetim sistemi' öngörülerek kendi içinde işleyen ‘kapalı devre bir denetim usulü' benimsenmiştir. Bu şekilde kapalı devre işleyen bir sistemin bu yolu kullanan bireylere makul bir başarı şansı ve dolayısıyla da güven verebileceğini söylemek mümkün görünmemektedir… (G)etirilen düzenleme ile kapalı devre bir sistem oluşturularak tutuklama gibi kişi hürriyeti ve güvenliği hakkına en ağır müdahaleyi içeren koruma tedbirlerinin farklı mahkemelerce farklı bakış açılarıyla denetimden geçirilmesi olanağı kaldırılmıştır… Çünkü yeni düzenleme ile getirilen ve kapalı devre olarak işleyen sistem, her şeyden önce ‘iç körlük' riskini artırmaktadır. Çünkü getirilen sistemde tutuklama kararını veren ile bu kararı denetleyen hâkimler adeta iç içe geçmiş durumdadır.”

Gerçekten, yeni düzenlemenin, daha kanunlaşmasından önce dönemin Başbakanı Sayın Erdoğan tarafından “proje mahkemeler” olarak kamuya takdim edilmesi, 6545 sayılı Kanunun genel gerekçesinde Kanunun amaçlarından birinin “zaman içinde sulh ceza hâkimliklerinin birbirleriyle olan etkileşimlerinin sağlanmasıyla birlikte koruma tedbirleri alanında verilen kararlarda ülke genelinde bir standart yakalanması” olarak ifade edilmesi, yeni düzenlemenin siyasal saiklere dayandığının açık kanıtlarıdır. Yukarıda açıklandığı gibi, kanun yolunun etkili ve güven verici olması, denetlenen ve denetleyen hâkimlerin birbirlerinden etkilenmelerini değil, tam tersine etkilenmemelerini gerektirmektedir. Kişi hürriyeti ve güvenliğini kısıtlama tedbirleri gibi her somut olayın şartlarına göre değerlendirilmesi gereken bir konuda “ülke genelinde bir standart yakalanması”nın ne anlama geldiğini de anlamak mümkün değildir. Nihayet sulh ceza hâkimliklerinin günümüze kadarki uygulamaları, bu yöntemin, etkili ve ilgili bireylere makul başarı şansı veren bir kanun yolu olarak kabulüne imkân vermemektedir.

Son yıllarda birey hürriyetlerine verdiği öncelikle ben de dahil geniş bir demokrat hukukçu çevresinin takdirini kazanan Anayasa Mahkemesi'nin çoğunluğunun, yukarıda açıklanan çok güçlü gerekçelere rağmen iptal kararı vermemiş olması, gerçekten hayal kırıcıdır. Dolayısıyla şimdi görev, siyaset kurumuna, daha doğrusu TBMM'de temsil edilen üç muhalefet partisine düşmektedir. Yargı sistemimizdeki bu büyük yaranın tedavisi, koalisyon görüşmelerinden bağımsız olarak âcilen gerçekleştirilmelidir.

*İstanbul Şehir Üniversitesi”