Hrant Dink ailesinin avukatlarından Fethiye Çetin, cinayet öncesi ve sonrası yaşanan gelişmelere ilişkin Agos gazetesine konuştu. Dink cinayetinin izlerinin Kozmik Oda'ya gittiğini söyleyen Çetin, "İktidarın Dink cinayetini açığa çıkarmak gibi bir derdi yok. O şu anda siyasi rakiplerini bu davayla köşeye sıkıştırma derdinde." dedi.

Avukat Fethiye Çetin'in Agos'a verdiği röportaj şöyle:

"Yeniden yargılamanın devam ettiği Dink davasında ve kamu görevlileriyle ilgili devam eden soruşturma hangi aşamada?

5. Ağır Ceza Mahkemesi’nde süren davada, ne yazık ki Yargıtay’dan döndüğünden beri hiçbir somut adım atılmış değil. Yargıtayın bozma kararından sonra mahkemenin, serbestlik ilkesi gereğince soruşturmayı genişletmesi, yeniden delil toplaması, yeniden tanıkları dinlemesi gerekir. Bu nedenle mahkemeden taleplerimiz oldu ama mahkeme bu taleplerin hepsini reddetti. Mahkemenin tavrı Yargıtayın çizdiği sınırlar içerisinde kalarak ve sadece görüntülerdeki şahıslarla ilgili Adli Tıp İncelemesi konusunu tamamlayarak davayı bitirmek. Nedir bu sınır? Yasin Hayal, Hrant Dink’e kızdığı için, üç beş arkadaşıyla bir örgüt oluşturmuş ve Hrant Dink’i öldürmüş. Bu sınır içinde yürüyor dava. Görüldüğü kadarıyla mahkeme heyetinin bu sınır dışına çıkmaya niyeti yok. Oysa biz temyiz dilekçesinde 33 eksik inceleme konusu tespit etmiştik. Yargıtay bunların içinden sadece birine itibar etmiş. O da olay yerinde Ogün Samast’ın arkasından bir inşaata giren iki kişinin kimliğinin araştırılması konusundaki iddiamızdı. Biz onlardan biri Yasin Hayal’in ağabeyi Osman Hayal’dir dedik. Adli Tıp’a gitti görüntüler ve Adli Tıp, ‘yetersiz görüntü, odur ya da değildir diyemeyiz’ cevabını gönderdi. Biz teknolojik olarak daha yüksek bir merkezde görüntü kalitesini de yükseltilerek yeniden inceleme istedik. Mahkeme reddetti. İşte Yargıtay, sadece bu konuda ‘yeniden inceleme yapılsın’ dedi. Diğer 32 noktadaki eksik inceleme konusu bozma nedeni yapılmadı. Mahkeme, işte bu incelemeyi yapıp davayı bitirmek niyetinde.

Güler’in dosyasının kaybolma ihtimali yok

Savcılıkta 2007’den bu yana açık olan bir soruşturma dosyası var. O zaman savcılar, “Biz davayı açtık ancak soruşturma sürecek. Örgütün başka üyeleri olabilir, başka eylemler olabilir” demişlerdi. O tarihten başlayarak sayısız belge, bilgi sunmamıza, dilekçelerimize rağmen dosyada yıllarca hiçbir hareketlenme olmadı. Kamu görevlileri ile ilgili soruşturmalardan da bir şey çıkmadı. İç hukuk yollarını tüketerek kamu görevlileriyle ilgili dosyaları AİHM’E taşıdık. AİHM, birkaç noktada ihlal kararı verdi. AİHM kararı kesinleşince, kamu görevlileriyle ilgili etkili soruşturma yapılması için savcılığa yeniden başvurduk. Bu dilekçelerimizin başında Muammer Güler’in ismi vardı. Savcılar dilekçelerimizi alıp dosyalara koydular ama soruşturmada bir gelişme olmadı; ortaya çıkan her yeni belge ve her iddia üzerine yeniden başvurduk, yine sonuç alamadık. AYM’ye başvurduk, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne AİHM kararına uyulmadığını yazdık. Dilekçeler vermeye devam ettik. Son olarak dördüncü yargı paketindeki bir düzenleme ile bir olanak bulduk ve yeniden başvuru yaptık. Yıllardır hareketsiz duran dosyada, geçen yıl hareketlenme başladı. Geçen yıl tam AKP - Cemaat kavgası başladığı dönemde, Adalet Bakanlığı müdahalesiyle soruşturma yeniden başladı. Güler’in dokunulmazlığı olduğu için ifadesi halen alınmadı. Ancak 7 Haziran’da dokunulmazlığı kalkıyor.

Dosyasının kaybolduğu söyleniyor.

Bu mümkün değil. Bizim Muammer Güler hakkında başka şikâyetlerimiz de var. Savcılık dosyasında hepsi var. İstenirse dosya hemen yeniden ihya edilir. Bizim dilekçelerimiz elimizde. Dosyanın kaybolması mümkün değil.

Başta Akyürek ve Yılmazer olmak üzere bazı kamu görevlileri tutuklandı. Daha geniş bir soruşturma yürütülmesi yönündeki talepler de var. Nasıl bir denge var?

Son zamanlarda basının özellikle hedef gösterdiği iki isim var: Biri Ramazan Akyürek diğeri ise Ali Fuat Yılmazer. Ali Fuat Yılmazer’in, cinayet öncesinde Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanlığında C Şubesi Müdürü olarak görev yaptığını ve cinayet planlarına ilişkin bu daireye gönderilen F4 istihbarat raporlarının gereğini yapmayarak Hrant Dink cinayetini önleyici tedbir almadığını biliyoruz. Elinin altında Hrant Dink dosyası olduğunu da biliyoruz. Cinayet sonrasında ise bu şahıs İstanbul Emniyet Müdürlüğü istihbarat Şube Müdürlüğü’ne atandı.

Ramazan Akyürek ise cinayet öncesinde, cinayet planları yapıldığı sırada Trabzon Emniyet Müdürü’yken sonrasında İstihbarat Daire Başkanlığı’na atanmıştı ve bilgi sahibi olmasına rağmen cinayetin işleneceğine ilişkin istihbaratın gereğini yapmamıştı. Her iki şahıs da Hrant Dink’in yaşamının tehdit altında olduğunu, onun hakkında öldürme planları yapıldığını biliyorlardı. Üstelik tam da o sıralar, Fransa’da tartışılan yasa ve 1915 tartışmaları nedeniyle Ermeniler aleyhine son derece gergin bir hava yaratılmıştı. 2006 yılı sonlarında Mesrob Mutafyan’ın, Ermenilere ait kilise ve kurumlarla şahısların tehdit altında olduğu ve önlem alınması gerektiğine ilişkin İstanbul Valiliği’ne verdiği dilekçe bile tek başına kamu görevlilerinin önlem alması için yeterliyken bu görevliler kıllarını kıpırdatmadılar. Üstelik bu devlet, 1970’li yıllardan beri Hrant Dink’i izliyor, hakkında dosyalar tutuyor. Hrant 1990’lı yılların sonunda pasaport için başvurduğunda uzun süre ona pasaport verilmedi. Şimdi, öğreniyoruz ki İstanbul Emniyeti İstihbarat şube Müdürlüğü, Hrant’ı ‘Ermenilik faaliyetleri” nedeniyle çalışma konusu olarak tespit etmiş ve pasaport almasını bu nedenle engellenmiş. Yani İstanbul Emniyeti 1970’li yıllardan başlayarak Hrant’ı izliyormuş.

Hafızalarımızı tazelersek; Dink cinayetini planlayan ve gerçekleştiren gücün kurduğu ve inanmamızı istediği senaryo, kafası bozulan üç beş milliyetçi gencin işlediği bir cinayet olduğu şeklindeydi. Hedef gösterilme süreci, paramiliter güçlerin, medyanın ve yargının kullanılmasıyla bu senaryoya uygun yürütüldü. Cinayet sonrasında ise ilk günden başlayarak soruşturma ve yargılama süreçlerinde yine bu plana uygun davranıldı. Sonuçta hiç kimsenin içine sindiremediği kararla Dink cinayeti, üç beş gencin gerçekleştirdiği, sıradan bir cinayet olarak kabul edildi; Mahkeme cinayette örgüt bulamamıştı. Yargı kararı da senaryoya tıpa tıp uygundu.

14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin cinayette örgüt bulunamadı kararı her ne kadar Yargıtay tarafından bozulmuş ise de Yargıtay, örgütü, yine bu üç beş milliyetçi gençle sınırlayarak, esasen başından itibaren kurulmuş senaryoya aykırı olmayan bir karara imza atmış oldu.

Bu polislerin sorumluluğu bundan ibaret de değil. Bu şahıslar, Dink cinayeti soruşturması ve yargılamalarında da etkili konumda görev yapmaya devam ettiler. Savcılara ve Mahkemeye “delil” sunan, “görüş” bildiren makamlardaki görevleri nedeniyle dosyada çok sayıdaki belgenin altında imzaları bulunuyor. Bu konumlarını cinayetin önceden belirlenmiş sınırlarda tutulması için kullandılar, delilleri sakladılar, taleplerimizi karşılamadılar. Yani hem cinayetten sorumlu idiler hem de cinayetin delillerini saklamaktan.

Bugün kamu görevlilerinin cinayetteki sorumluluğunu konu alan soruşturmada ifadesi alınanlara bakın, herkes bir diğerini suçluyor. Kim kimden daha masum, kim kimden daha temiz, kim kimden daha az sorumlu? Bu sorunun tek bir cevabı var: Hiçbiri.

Bu görevlilerden en az biri görevini yapmış olsaydı bugün Hrant Dink aramızda olacaktı.

Peki bütün bu görevliler, Hrant Dink cinayeti hazırlığına neden gözlerini kapattılar? Neden hiç bir önlem almadılar? Soruşturmadan edinilen izlenim şöyle özetlenebilir: Paralel yapı tarafından İstanbul İstihbarat ve emniyetini ele geçirmek için Dink cinayetine yol verildi. Orada görev yapanların ayağı kaydırıldı ve Yılmazer gelip buraya oturdu. Bu aslında emniyet içinde paralel olarak adlandırılan yapı ile öteden beri kavgalı olan diğer grubun görüşü. Gördüğüm kadarıyla Emniyet içerisinde birbirleriyle kanlı bıçaklı ayrı gruplar var. Cinayetin işlendiği yıl ve öncesinden jandarma ile emniyetin kavgalarını biliyorduk ama emniyetin içindeki grupların birbirleriyle kavgasına ve bu kavgaların boyutlarının ne kadar büyük olduğuna cinayet soruşturması sırasında vakıf olduk. Hem Jandarmayla Emniyet arasında, hem Emniyet içinde inanılmaz boyutta kavgalardı bunlar. Savcı bir keresinde bana “bu dava İstanbul Emniyeti’yle, İstihbarat Dairesi Başkanlığı arasındaki kavgaya kurban gitti” dedi. Ben de “Bizi de sizi de ayakta uyuttular değil mi” demiştim. Aslında bugün yürütülen kavga, bir bakıma yine emniyet içerisindeki grupların birbirleriyle kavgasıdır. Bu kez güçler dengesi ve ittifaklar değişmiştir. Umarım ki bugün yürütülen soruşturmada aynı hatalara düşülmez.

Cemaatçiler ve diğerleri arasında gibi bir ayrım yapabiliyor musunuz?

Kesin bir şey diyemiyorum. Esasen soruşturmaların, yargılamaların ‘neden?’ sorusuna bir cevabı olmalı. Dink öldürüldü, neden? Yüzlerce kamu görevlisi Dink cinayetinin işleneceğini gördü ama görmezden geldi, yani cinayete yol verildi, neden? Şimdilerde buna bir cevap veriliyor; Çünkü, deniyor, paralel yapı kurumları ele geçirmeye, bazı mevkilere yerleşmeye çalışıyordu. Bu cevap ihtimal dahilindedir ve kabul edilebilir ancak bu cevap paralel yapıya mensup olmayan yüzlerce kamu görevlisinin, Hrant Dink cinayetini neden önlemediği ve Dink’i korumadığı sorusunu havada bırakıyor. İstanbul Emniyeti’nin, İstihbaratı’nın, Terörle Mücadele Şubesi’nin, Güvenlik Şube Müdürlüğü’nün, MİT Trabzon ve İstanbul Bölge Başkanlıkları’nın Hrant Dink’i neden korumadığı sorusunu açıklamıyor. Trabzon Jandarması cinayetle ilgili bütün ayrıntıya sahip. Hangi silah kullanılacak, nereden bulunacak, kim ne yapacak, hepsini biliyor. Peki onlar neden tedbir almadı? Bu sorunun cevabı yok. Bütün bu saydıklarımda mı paralel yapı mensubu? Bir soru daha soralım. Her ilde asayiş ve güvenlik toplantıları yapılır. Örneğin İstanbul valisinin başkanlık ettiği bu toplantılara, MİT Bölge Başkanlığı görevlileri, Jandarma görevlileri, Birinci Ordu Komutanlığı temsilcisi, Emniyet Müdürü, istihbarat, güvenlik, terör şube hepsi katılıyor. 2004 yılından başlayarak bu toplantılarda Hrant Dink ve duruşmaları konuşuluyor. Dosyadaki bir belgeden Hrant Dink’in ölümle tehdit edildiğini bütün bu kurumların ve bu kurumlarda çalışan kişilerin bildiğini öğreniyoruz. 2004’te Levent Temiz grubu Agos önünde gösteri yaptığında, İstanbul Emniyeti Güvenil Şube Müdür Yardımcısı Hakan Aydın Türkeli imzalı yazıda; “Dink’in Levent Temiz tarafından hedef gösterildiği ve kimliği belirsiz kişiler tarafından ölümle tehdit ettiği bilgisine ulaşıldığı yazılı. Bu nedenle Dink’in evi ve iş yerinde tedbir alınması gerektiği vurgulanmış. Bu çok önemli. 2004’te Dink’in ölüm tehditleri aldığını Emniyet biliyor. Bu yazı Terörle Mücadele Şubesi’ne de gönderiliyor ve biz biliyoruz ki, Levent Temiz’i de ve onun tehdidinin ne anlama geldiğini Terörle Mücadele ve istihbarat biliyor. O dönem İstanbul İstihbarat Şube Müdür Yardımcısı Şammaz Demirtaş, Başbakanlık Teftiş Kurulu’na verdiği ifadede “Dink ilgi konumuz içindeydi. İzlenirdi. Davalarını bizim arkadaşlarımız takip ederdi. Kimler geliyor gidiyor diye bakarlardı” demişti.

Dink muhalif olduğunda hepsi izliyor ama hedef olduğunda kimse takip etmiyor.

Aynen öyle. Rahip Santaro’nun da o şekilde izlendiğini biliyoruz. Ama o da öldürüldü. Ayrıca Özel Harp dairesi, ya da diğer adıyla Seferberlik Tetkik Kurulu, Dink duruşmalarını neden yakından takip ediyor? Bu sorunun da cevabı yok. MİT Bölge Başkanlığı’nın dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler’in bilgisi dahilinde uyarılması ve neden koruma verilmediği sorusunu açıklayamıyorlar. Geçmişte bizim ‘Hrant bir takım yazılar yazdı ve bazı milliyetçi gençler onu vurdu’ hikayesine inanmamızı isteyenler şimdi de ‘evet üç beş milliyetçi genç vurdu ve birkaç kötü polis buna engel olmadı’ hikayesine inanmamızı istiyor.

Engin Dinç halen ifade vermiş değil.

Öyle bir noktaya gelindi ki soruşturmada, belki soruşturma açılsın derken bu noktaya gelineceği hesap edilmemişti: Engin Dinç’in sorumluğu çok açık. Engin Dinç, cinayet öncesinde Trabzon Emniyet İstihbarat Şube Müdürü. Sonra Akyürek gidiyor, Reşat Altay Trabzon’a geliyor ve kendi İstihbaratçısı Faruk Sarı’yı Engin Dinç’in yerine getiriyor.

Altay, ‘Dinç bana bilgi vermedi’ diyor?

Bu önemli ve Engin Dinç’e sorulması gereken sorulardan biri. Tamam Dinç bilgi vermedi de Faruk Sarı niye vermedi? Bütün süreci biliyor. Tuncel’in durumunu konuşuyorlar, Tuncel’le tartışıyorlar. Tuncel’i yardımcı istihbarat elemanlığından çıkartıyorlar. Tuncel bunların hepsini anlattı. Oysa Faruk Sarı, Reşat Altay’ın güvendiği elemanı. Niye bilgi vermediler?

İstanbul Emniyeti de 'bilgi gelmedi' diyor?

Evet. Celalettin Cerrah ‘hiçbir şeyden haberim yok’ diyor. ‘Yasin Hayal’in cinayet planlarından cinayet üzerinden birkaç gün geçtikten sonra haberim oldu’ diyor. Oysa hiçbir şey bilmesek bile bir şey biliyoruz ki; istihbaratın kendi iç iletişim ağları var. Herhangi bir programda, örneğin İDP programına ‘Hrant Dink’ diye yazsalar bütün bilgiler ve Yasin Hayal ismi önlerine çıkacak. Üstelik İstanbul Emniyeti Yasin Hayal’i çok iyi tanıyor. Hayal, McDonalds saldırısından sonra kaçtığı İstanbul’da, İstanbul İstihbarat ve Emniyet görevlileri tarafından yakalanmıştı. Üstelik Trabzon’dan gönderilen; Hayal’in İstanbul’a geleceği, abisinin fırınında kalacağı ve Hrant Dink’e karşı ses getirecek eylem yapacağının yazısı var. Ve şimdi ses getirecek eylem için diyorlar ki; “Adliyede soyunmak da ses getirecek eylemdir, biz ne bilelim öldürüleceğini, böyle yazılmamış ki.” Bu dalga geçmektir. O atmosferde, Dink’in durumu da düşünüldüğünde böyle bir yazı görsen ‘Dink ciddi tehdit altındadır’ dersin. Nasıl bu eylemi böyle yorumlarsın? Bu çok yaralayıcı ve en azından çok ayıp. .

AKP’nin Dink cinayeti kurgusunu ve bundan sonrasını nasıl görüyorsunuz?

İktidarın Dink cinayetini açığa çıkarmak gibi bir derdi yok. O şu anda siyasi rakiplerini bu davayla köşeye sıkıştırma derdinde. Bu dava, Ergenekon soruşturması öncesinde de rakiplerine karşı kullandığı bir davaydı, bugün siyasi rakipleri o günlerde müttefikleriydi. Şimdiki müttefikleri ise o dönemin rakipleri. Bu kavgada rakipleri tamamen etkisiz kılmak için bazı hukuki düzenleme de yaptılar. Ama en önemlisi, paralel yapıyı MGK’nın kırmızı kitabına dahil ettiler. Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne iç ve öncelikli tehdit olarak paralel yapıyı yerleştirdiler. Kanunlar hiyerarşisinde böyle bir belgenin adı geçmiyor ama devlet, içeriğini bilmediğimiz, adına ‘kırmızı kitap’ denilen bir kitaba göre yönetiliyor. Bu geçmişte de böyleydi, bugün de böyle. Hukuka aykırı bu yapı ve düzenlemeleri geçmişte asker kullanıyordu, bugün AKP tarafından kullanılıyor. Hrant Dink’in hedef yapıldığı yıllarda azınlıklar ve misyonerler birinci ve öncelikli tehdit olarak kabul edildi. Ve biliyoruz ki Milli Güvenlik Siyaset Belgesinde ne yazıyorsa yargı o şekilde karar veriyor. Erdoğan bunu açık açık söyledi. Ekim ayının ilk haftasında Afganistan dönüşünde, paralel yapının kırmızı kitaba girmesi konusunda aynen şunları söylemişti: “Bu neyi getirir, bu yargının da bu tür olaylara bakışını değiştirir.” Yargı artık buna göre karar verecek dedi. Kimse de çıkıp, “bir dakika, yargı, hukuka, yasalara göre karar verir. Anayasada yeri olmayan gizli belgelere göre değil” demedi. Bu kabul edilebilir gibi değil ama ne yazık ki hep böyle oldu. Bugün gelirken, yeni bir haber duydum: gösteriler ve sosyal medya da kırmızı kitaba dahil edilecekmiş…

Bu hep böyle mi gidecek? Bundan sonra böyle gitmemesi için tek şey kamuoyunun artık bu oyunu görmesi ve bunu bozacak şekilde davranması. Kamuoyu ve özellikle gazetecilerin, yeniden Dink cinayetini ele alıp belli bir mesafeden bakarak, Dink cinayetinin aydınlanması için üstüne gitmesiyle mümkün.

Kozmik oda soruşturması da kapatıldı. Kozmik Oda’da Azınlıklarla ilgili aramalar yapıldığı da ortaya çıkmıştı?

Bu önemli bir konu ve Hrant Dink cinayeti ile de yakından ilgili. Kozmik oda, NATO jargonu ve söz konusu olan Özel Harp Dairesi Seferberlik Tetkik Kurulu da NATO ülkelerinde Sovyet işgali tehlikesine karşı CIA tarafından kurulan gladyo türü gizli orduların Türkiye’deki adı. Hukuk dışı ve denetlenemeyen bu yapıların soğuk savaş sonrasında NATO ülkelerinde dağıtıldığını, ancak Türkiye’de bu yapının kendine yeni düşmanlar yaratarak etkili olmaya, operasyonlar yapmaya devam ettiğini biliyoruz. Hrant Dink cinayeti dosyasında da bu yapının izleri var. Özel Harp Dairesi’nde görevli bazı şahıslar Hrant Dink duruşmalarını çok yakından takip ediyorlar. Bu şahıslardan birinin misyonerlik konusuyla ilgisi olduğunu ve takma isimle kitaplar yazdığını biliyoruz. Davada bazı tanıklar, Yasin Hayal’in Jandarmaya gittiğini anlatıyorlar. Tuncel’in de jandarmayla ilişkisi olduğunu biliyoruz. Ama biz bütün bu anlatımlardan gidilen yerin Jandarma Alay Komutanlığı olduğunu düşünüyorduk. Oysa Seferberlik Tetkik Kurulu’nun ana şubelerinden biri Trabzon’da ve yeri de İl Jandarma Komutanlığının hemen yanında imiş. Dava dosyasındaki izleri takip etmek lazım, örneğin Dink duruşmalarını izleyen Özel Harp Dairesi görevlilerinden yola çıkmak lazım.

Benim izlenimim odur ki, bu iş Kozmik Oda’ya doğru gidiyor; Ankara Bölge Başkanlığı’na değil, Gölbaşı’daki asıl merkeze. Bunu nereden mi çıkarıyorum; Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski Başkanı İsmail Hakkı Pekin kozmik oda tartışması sırasında söyledi, ‘önemli bilgiler Gölbaşı’nda’ dedi. ‘Önemli şeyler yoktu girmelerine izin verdik’ dedi. Demek ki asıl bilgiler orada değil. İsmail Hakkı Pekin ayrıca, ‘daha önce “Sauna” ve “Atabeyler çetesi” soruşturmalarında da girmek istediler, izin vermedik’ dedi. Neden bütün suç ve suç oluşturan şeyler, çeteler, cinayetler Kozmik Oda’yla, Seferberlik Tetkik Kuruluyla anılıyor? Neden siyasi cinayetler, suikastler, faili meçhuller bu yapının işi? Bülent Arınç’a suikast iddiası ortaya atıldığında neden hiç birimiz şaşırmadık? Ortada suç varsa Devlet sırrı olamaz. Ceza Muhakemeleri Kanunu’nda açıkça belirtilmiş bu. Ama biz bu suçlarla yüzleşmeyi beceremiyoruz. Bu örgüt, Amerika’da Nazi generalleri tarafından kuruldu ve Türkiye’den giden askerler orada eğitildi. Daniş Karabelen Özel Harp Dairesi’nin kurulması için eğitim alanlardan biri. Teşkilat-ı Mahsusa’da çalışmış biri. Yabancı değil zaten böylesi yapılara. Büyükanıt döneminde bu örgütün kapsamı ve şube sayısı genişletilmişti. Birkaç yıl önce şube sayıları dörde düşürüldü ancak bu birimin binlerce sivil unsuru vardı, ne oldu onlara? Ya oradalar hala ya da MİT’e devredildiler. Hiçbir şey şeffaf değil. Şeffaflığın olmadığı yerde demokrasiden ve hukuk devletinden söz edilemez. MİT yasasında yapılan değişikliklerle MİT’in özel harp dairesinin yetkileriyle donatıldığını söylemek hiç de abartılı bir ifade olmaz. Şimdi bütün bu kurumlar Erdoğan’ın elinde. Geçmişte şikâyetçi olduğu bütün bu kurumları ve bu kurumların olanaklarını şimdi kendisi kullanıyor. İş böyle yürütülüyor."