Şahin Alpay Zaman Gazetesi'nde yazdığı yazıda Ak Parti Kahramanmaraş Milletvekili ve Grup Başkanvekili Mahir Ünal'ın sözlerine yer verdi ve "Gerçek demokraside “milli irade”yi yalnızca seçimle gelen hükümet temsil etmez; iktidara oy verenler kadar vermeyenler de milli iradenin bir parçasıdır" dedi.

İşte Şahin Alpay'ın Mahir Ünal'lı yazısı

Türkiye'ye gerçekten büyük hizmetler yapan Başbakan Erdoğan, Haziran 2011 seçimlerinde AKP'nin oyların yarısını almasından bu yana, ne yazık ki, kimilerinin “güç kirlenmesi” dediği sendromu sergiliyor.

Bütün söz ve davranışlarıyla her istediğini yapabileceği, kimseyi dinlemek zorunda olmadığı mesajını veriyor. Başbakan'ın “teorisi”ni en iyi AKP Grup Başkan Vekili Mahir Ünal özetledi: “Biz yüzde 50 oyla buraya geldik ve şimdi bunun gereğini yapıyoruz. Bunu kabul etmeyen birileri varsa hesabını sandıkta görürüz, burada değil.”

    Bu zatın tarif ettiği “plebisiter demokrasi” ya da “çoğunluk diktatörlüğü” denilen rejimdir, yerleştirmeye çalıştığımız özgürlükçü demokrasiye kesinlikle aykırıdır. Gerçek demokrasi sandıkta hesaplaşmadan ibaret değildir. Gerçek bir demokraside seçimle işbaşına gelen hükümetin askerbürokratik vesayet altında tutulması elbette kabul edilemez. Ne var ki gerçek demokrasi, seçimle gelen hükümetin yetkilerinin, yurttaşların temel hak ve özgürlükleriyle, hukuk devletiyle sınırlı olduğu; elindeki gücü kötüye kullanmaması için Parlamento'daki muhalefet, bağımsız yargı, bağımsız medya ve sivil toplum tarafından denetlenip dengelendiği rejimdir. Hükümetin seçimden seçime değil, sürekli hesap verdiği rejimdir. Gerçek demokraside “milli irade”yi yalnızca seçimle gelen hükümet temsil etmez; iktidara oy verenler kadar vermeyenler de milli iradenin bir parçasıdır.

     AKP halktan ülkeyi yönetme yetkisini almış olabilir ama bu yetkilendirme ne hükümete ne de Başbakan'a her istediğini yapması için açık çek anlamına gelmez. Başbakan, muhalif, eleştiren basını susturamaz”¦ Medyayı yandaş patronlara peşkeş çekemez”¦ Sosyal medyayı bela olarak göremez”¦ Uludere faciasının sorumlularını “Ankara'nın karanlık dehlizlerinde” kaybedemez”¦ “Türk usulü başkanlık” adı altında otoriter bir rejim getirmeye kalkışamaz”¦ Sayıştay denetiminden kaçamaz”¦ Halkın üçte ikisinin istemediği nükleer santralleri yaptıramaz”¦ Alkollü içki kullanan herkesi “ayyaş, alkolik” diye aşağılayamaz, sigara içen herkese “zehir odaları”nı gösteremez”¦ Alevileri umursamadan 3. Boğaz köprüsüne Yavuz Sultan Selim adını veremez”¦ Deprem beklediği için açık meydanlara, betonlaştığı için nefes alacak yeşil alanlara ihtiyaç duyan İstanbul'da Taksim Gezi Parkı'na (hele mahkemenin yürütmeyi durdurma kararına rağmen) “Topçu Kışlası”, üstelik bir de cami yapacağım diyemez”¦ Her türlü protesto gösterisini biber gazıyla, orantısız şiddetle bastırmaya kalkışamaz”¦ Yüzbinleri “ben karşınıza 1 milyon çıkarırım” diye tehdit edemez”¦

    Bütün bunları yaparsa, biriken tepkiler, geçen hafta içinde görüldüğü gibi, yalnız İstanbul'da değil, 60-70 şehirde iktidara karşı, hemen her çevre ve eğilimden yurttaşı bir araya getiren öfke patlamasına yol açar. Evet, bir kısım çevreler, tepkileri istismar edebilirler ve ediyorlar da... Ama bu, iktidarın artık demokrasiye yakışan, sınırlarını bilen, hesap veren, itirazları ve eleştirileri dikkate alacak şekilde davranması ihtiyacının gelip dayandığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor.

    AKP'nin sorumlu isimlerinin artık seslerini yükseltip, yorgunluk işaretleri veren Başbakan'ı toplumu germekten, kutuplaştırmaktan kaçınması gerektiği konusunda uyarmak zorunda. En büyük tehlike, barış sürecini akamete uğratma, askerî vesayeti geri getirme çabasında olan çevrelerin, iktidarın keyfileşme ve otoriterleşme eğilimlerini fırsat bilmeleri. Anlaşılmaz olan, Sayın Başbakan'ın büyük bir iç barış inisiyatifine öncülük ederken, barış sürecinin dostlarını olabildiğince birleştirme, düşmanlarını olabildiğince tecrit politikası uygulaması gerekirken, bunun tam tersini yapıyor olması. Hayret doğrusu.