İsveççe'ye çevrilen “Serenad” adlı kitabının tanıtımı için Stockholm’e gelen ünlü sanatçı-yazar Zülfü Livaneli, Cihan Haber Ajansı’na konuştu.

Livaneli, İsveç’te yaşadığı yıllar, dostu Yaşar Kemal, en başına Peygamber Efendimiz’in Hadis’ini koyduğu yeni romanı Konstantiniyye Oteli, Türkiye’nin demokratik ve ahlakî görünümü, ‘Erdoğan rejimi’, Türk toplumundaki şiddetli bölünmüşlük, medya, seçimler ve çözüm süreci gibi konularda önemli açıklamalar yaparak kaygılarını paylaştı.

Başkent Stockholm’deki Akdeniz Müzesi’nin (Medelhavsmuseet) cafesinde görüştüğümüz Zülfü Livaneli’nin Cihan’a verdiği özel mülakat şöyle:

-12 Mart askerî muhtırası ardından, bir dönem yattığınız hapisten çıktıktan sonra sahte bir pasaport ve isimle İsveç’e siyasi mülteci olarak sığınıyorsunuz. Arzu ederseniz o yıllarınızdan biraz söz ederek başlayalım...

Evet, başka bir isimle, sahte bir pasaportla ilk defa 1973 yılında İsveç’e geldim. Daha önce yurt dışına hiç çıkmamıştım. 1971 yılında Türkiye’de askeri darbe oldu. Bu darbeden sonra bir arkadaş grubu olarak bizi tutukladılar ki bu arkadaş grubu içinde Altan Öymen, Uğur Mumcu, Erdal Öz, Emin Galip Sandalcı vardı. Okuyan, yazan insanlar... Çok vahşi bir dönemdi. Askeriyenin tam o sistematik işkenceler yapıldığı, insan haklarının ayaklar altına alındığı bir dönemdi. Ben de hapisteydim. Ağır suçlamalar yapıyorlardı; ama ellerinde delil yok. Yani bizim alakamız olmayan suçlamalar yapıyorlardı. Sonra baktım ki yaşama şartları kayboldu; çünkü suçsuz bulunuyorsunuz, bırakılıyorsun sonra tekrar içeri alınıyorsunuz. Yani hayatınızı yok etmeyi planlamışlar. Bir de işkenceler var. Çıkınca tekrar aranmakta olduğumu öğrendim. Türkiye’de yaşama şansı kalmayınca dışarı çıkmaya karar verdim.

-Ve İsveç’e gelmeye karar veriyorsunuz. Niye başka bir ülke değil de İsveç?

Hep İsveç’e gitmek istedim. Çünkü İsveç’in imajı bende çok güzeldi. Daha ortaokuldayken Ankara Devlet Tiyatrosu’nda August Strindberg oyunlarını seyretmiştim. Knut Hamsun’un Göçebe romanı gibi birçok İskandinav yazarının kitaplarını okumuştum. İsveç gözümde güzel ormanlar, nehirler, tertemiz, insan hakları bakımından iyi yeri olan bir ülke idi. Bana bambaşka bir yer gibi geliyordu. Geldik ve burada güzel bir hayat kurduk.

İSVEÇ, HAKİKİ SİYASİ MÜLTECİ ÜLKESİYDİ

-İsveç’te tanıdığınız kimse var mıydı? Buraya gelince nerede kaldınız?

Heykeltıraş İlhan Koman vardı, bir gemide yaşıyordu. Arkadaşlar ona göndermişlerdi. M/S Hulda isimli o gemide bir süre kaldık. Sonra eşim geldi. O gemi şimdi Türkiye’de müze oldu. O zaman İsveç’te çok az mülteci vardı. Ama hakiki politik mülteci idiler. Ekonomik sebeplerle mülteciliği kullanıp buraya gelenler değillerdi. Mültecilere yönelik çok iyi bir politika vardı ve biz gayet güzel buraya yerleşebildik. Bir de benim bir şansım oldu. Ben müzisyen olduğum için hemen İsveç televizyonuna film müzikleri yapmaya başladım. Gelir gelmez İsveçli yazar ve yönetmen Barbro Karabuda’nın Yaşar Kemal’den “bebek hikayesi” filminin müziğini yaptım. Sonra İşçi Eğitim Merkezi’nde (ABF) müzik hocası oldum. İsveççe kurslarına gittik. Eşim de çok ilginç bir şekilde İsveççeyi o kadar çabuk öğrendi ki, o da bir yıl sonra yabancılara İsveççe öğretmeni oldu. Çok da güzel maaş alıyordu. Ve dolayısıyla herkes soruyor ‘İsveç’te diska städa yaptınız mı?’ (bulaşık yıkadınız mı) diye, yapmadık. Daha sonra konserler, turneler falan...

-İsveç’te ne kadar kaldınız?

İlk gelişte beş yıl kaldık. Daha sonra 12 Eylül oldu, o zaman Ben Fransa’daydım; gene buraya geldik, iki sene kaldık. 82 yılında da Paris’e göçtük, üç sene de Paris’te yaşadık. Yani toplam 11 yıl gurbette kaldık.

-İsveççeniz nasıl, hala konuşur musunuz?

‘Ja, jag talar svenka’ (evet, İsveççe konuşurum). Çok aktif değil ama biraz pratik yapsam.. Yani İngilizceyle karışıyor, çünkü çok İngilizce konuşuyoruz. Başka dillerle karışıyor.

KIZIM AYLİN İLE KONUŞMAMIZI KİMSE ANLAYAMAZ!

-Stockholm’e sık sık gelip gider misiniz?

Eskiden çok sık gelip gidiyorduk. En son bu yaz geldik. Birkaç gün kaldık. Gemi ile St. Petersburg’a gittik. İsveç’i çok severim; İsveç bizim ailemizin kimliğinin bir parçası. Benim ana yurdum. Türkiye dışında iki tane daha yurdum var. Biri Yunanistan diğeri İsveç. Bunlar kimliğimin çok büyük bir parçası. Eşim Ülker ve kızım Aylin ile, o da burada okudu, kimsenin anlamamasını istediğimiz bir şeyi konuştuğumuzda hemen İsveççe konuşuruz, çünkü İngilizceyi, Fransızcayı herkes anlıyor; ama İsveççe konuştuğumuz zaman anlamıyorlar (gülüyor).

İSTANBUL’DA KONSER VERDİĞİM YERLER ŞİMDİ YOK; TÜRKİYE AHLAKEN KÖTÜ DURUMDA

-İlk geldiğiniz yıllarla şu anki İsveç’i kıyasladığınızda neler söylersiniz.?

Bugün çıktım; iki saat dolaştım, eski yerlere gittim. Konserthuset’te konser vermiştim. Hep oraları dolaştım... Şimdi burada eski anıları canlandırabiliyorum; çünkü her şey yerinde duruyor. Konserthuset binasının önüne gidince ‘ben burada konser vermiştim’ dedim. İstanbul’da benim konser verdiğim yerler yok artık. Biliyor musunuz Şan Tiyatrosu’nda 24 konser vermiştim. Yaktılar, yok. Atatürk Kültür Merkezi’nde konser vermiştim, çökmek üzere. Yani Türkiye sürekli bir değişiklik içinde. Hiçbir şey yerinde kalmıyor. Binalar kalmıyor, insanlar kalmıyor ve onun için anılarımız da kalmıyor; ama burada bakın 40 yıl sonra gene duruyor. Gene pIrıl pırıl. Tabi İsveç çok gelişmiş bir ülke. Gelişmişliğini sadece para bakımından demiyorum. İnsanlığın bilinci ve eğitimi bakımından söylüyorum. En önemli sermaye, sosyal kapitaldir. Bu bir ülke için normal kapitalden çok daha önemlidir. Paranız olabilir ama.. Türkiye dünyanın 16. büyük ekonomisi, kolay değil 16. ama görüyorsunuz ki yaşam standartları bakımından en sonlarda geliyor ve giderek de kötüleşiyor. Türkiye şu anda çok kötü durumda. Ahlaken kötü durumda, bir ümitsizlik var. Bir çaresizlik var. O haber bültenlerine akşam kimse bakmak istemiyor. Öldürülenler, kadın cinayetleri, inanılmaz bir dehşet havası içerisindeyiz. Ben dün buraya gelince ‘ya demek ki insanlar böyle yaşıyor’ dedim.

YAŞAR KEMAL: KORKMA, SENİ ORADA YALNIZ BIRAKMAYACAĞIM!

-Sizin hayatınızda çok önemli bir yeri olan merhum Yaşar Kemal ile burada da birlikteliğiniz olmuş. İsveç’e birlikte mi gelmiştiniz?

Yaşar Kemal benim 44 yıldır en yakın dostumdu. Ne şanslı bana ki onun da en yakın dostu bendim. Biz her gün buluşur, görüşürdük. Onun buraya gelmesi de öyle oldu: Ben hapisten sonra buraya gelince bir süre ayrı kaldık. Fakat ben 76’da yani üç yıl sonra Türkiye’ye dönmek istedim. Çünkü af çıkmıştı, ben de normal pasaport almıştım. Vatanı özlemiştim, döneyim dedim. Bütün bu eleştirilerime rağmen ben Türkiye’den ayrılamıyorum; çünkü Türkiye’yi seviyorum ve orası benim ülkem. Niye böyle kötü diye şikayet ediyorum, daha güzel olsun diye söyleniyorum. 76’da döndüm; ama ülke çok karışık, günde 20-30 kişi öldürülüyor. Cinayetler var. Polis şiddet, faili meçhuller.. Ülke korkunç bir durumda. Bir-iki de ihbar geldi; burası tehlikeli dediler. Ben istemeye istemeye 5-10 gün sonra buraya geri dönmek zorunda kaldım. İstanbul’da Yaşar Kemal’de kalıyordum. Bir gün o ve eşi Tilda beni SAS uçağına bindirecekler. Ama öğlende Kör Agop’un lokantasına gittik, balık yedik. Orada türküler falan söyledik, benim gitmek istemediğimi, zorla döndüğümü biliyorlar. O kadar üzüldüler ki ve Yaşar abi ‘korkma ben orada seni yalnız bırakmayacağım, ben de geleceğim’ dedi. Tilda ile orada karar verdiler tak diye geldiler.

YAŞAR KEMAL İSVEÇ’TE 2 YIL BOYUNCA HEP YAZDI…

-Ama Yaşar Kemal burada uzun kalmadı...

Yaşar abi burada iki yıla yakın kaldı. Her gün çıkar yürüdük beraber; türkü söylerdik. Ben bestelerimi yapardım. O “Merhaba’nın sözlerini yazdı, ben bestesini yaptım. Çin lokantalarına giderdik. Çok güzel günler yaşadık burada biz onunla. İki yıl boyunca burada hep yazdı. Romanlarına çok önem veriyordu. Hep yeni projelerini anlatıyordu bana. Bu son senelerde çıkan “bir ada hikayesi”, onu bana ta o zamanlar Stockholm’deyken anlatmıştı. Dolu dolu yaşadı. Dolu yazdı. Türkiye’nin ve dünyanın büyük bir şahsiyetiydi. Cenaze törenini biz düzenledik. Halkın çok büyük bir saygısı vardı. Çıkarken halk ‘sen bizim onurumuzsun’ diye bağırdı. Bu kaç kişiye nasip olur? Cenazesinde Türkiye’yi birleştirdi.

-Türkiye’de sizin yazdığınız kitapların neredeyse hepsi bestseller. Almanya başta olmak üzere bazı başka ülkelerde de kitaplarınız büyük ilgi görüyor. İsveç’te de aynı ilgiyi bekliyor musunuz?

Belli olmuyor. Bazı ülkelerde daha değişik gidiyor. Mesela Amerika’da da benim Serenad kitabım çok satmıştı. Hatta geçenlerde bir üniversite beni davet etti; okulun her bölümüne yeni giren 1500’den fazla öğrenciye ders kitabı olarak vermişler. Kitabı okuttular ve ondan yarışma düzenlediler. Dereceye girenlere ödüllerini verdik. Sınıflarda dersler yaptım, çok enteresan bir hafta yaşadık. Bir üniversitenin yeni giren bütün öğrencilerine okutmak çok ilginç. Amerika’da New York Times başta olmak üzere basın da çok ilgi gösterdi. Almanya’da benim kitaplar her zaman iyi gidiyor. Çok enteresan, Çin’de bestseller oldu. Yani bazı ülkelerde oluyor, bazı ülkelerde olmuyor. İsveç’te ne olacağını bilmem.

EDEBİYATLA BAŞLADIM; EDEBİYAT VE MÜZİK ARASINDA BİR YERDE DURDUM HEP…

-Dün akşam onurunuza verilen kokteylde Büyükelçi Kaya bey sizi misafirlerine tanıtırken, ilgilendiğiniz birçok alan saydı. Müzik, sinema, edebiyat, köşe yazarlığı, politika vs... Bu kadar farklı alanlarda iş yapmak genelde odaklanamama problemi oluşturur. Ama siz el atığınız her şeyi başarıyla yapıyorsunuz. Nasıl yapıyorsunuz bunu?

Çocukluğumdan itibaren düşündüğüm alan hep edebiyattı. Yani kitap okumaktan deliye dönmüş bir çocuk tasavvur edebilirsiniz. Benim hep edebiyattı. Bütün eğitimim de edebiyattı. Fakat İsveç’e geldiğim zaman, 12 Mart’ta öldürülen Deniz Gezmiş’ler ve diğerleri için şiirler yazdım ve bunları türkü biçiminde söyledim. Bu albüm burada çıktı. Benim hayatım da bir tek buydu. Bunu da görev olarak yaptım. Askerleri eleştirmek ve bu kurbanlar için ağıt yakmak... Sonra ben normal yazıma çizime devam ettim. Normal kitap yazıyordum burada; fakat bir sene sonra kardeşim geldi. O zaman Türkiye ile İsveç arasında bu kadar iletişim yok. Oradaki gelişmeleri duyamıyorsunuz. Dedi ki bana, bütün Türkiye’de öğrenciler senin parçalarınla yürüyor; onbinlerce kişi... Ne demek benim parçalarım?. Vallahi öyle ama, dedi. Sonra öğrendim ki öyleymiş. O albüm Türkiye’de Bakanlar Kurulu tarafından yasaklandı; hala yasak. Ondan sonra benden yeni bir albüm istediler; yeni bir albüm, yeni bir albüm, sonra konserler derken müziğe zorla çekip aldılar... Ama hep edebiyatla müzik arası bir yerde durdum. Ben şarkı yazardım. Pür müzisyen yaşamadım, kitaplarımı da yazdım. Odaklanma meselesi... Şimdi ben artık konser yapmıyorum. Müzikte de bir şey yapmıyorum. Tamamen kafamdaki hikayeler, romanlar...

YENİ ROMANIMIN BAŞINA HZ. MUHAMMED’İN HADİSİNİ ALDIM    

-Yeni bir roman çalışmanız var mı?

Evet, ‘Konstantiniyye Oteli’. Bitti, yayınevine verdim. Konusu İstanbul’da geçiyor. İstanbul’da bir Bizans sarayının kalıntıları üstüne Rus oligark ve İstanbul zengin sermayesiyle çok lüks bir otel inşa edilmiş. Onun açılış gecesi. 300 davetli var. İstanbul’un bütün burjuvaları, zenginleri falan. Onların içerisinde tipler var, kadın ve erkek... Bir de orada çalışan garsonlar var. Mesela biri Roboski’de kardeşini kaybetmiş. Biri ordan, biri burdan... Biri para biriktiriyor, IŞİD’de gitmek istiyor. Yani toplumun panoraması…

Konstantiniyye Oteli’nin başrolünde İstanbul var. Şimdi bazı milliyetçiler diyecek ki ‘Efendim niye İstanbul değil de Konstantiniyye?’ Kitapta bu da tartışılıyor. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldığında adını değiştirmiyor. Osmanlı’da resmen Konstantiniyye idi. İstanbul daha Yunanca. Kitabın başına iki söz aldım. Hz. Muhammed’in “Konstantiniyye muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden emir ne güzel emir; onu fetheden ordu ne kutlu ordudur.” hadisini aldım. Şimdi bir kere, Peygamberin hadisinde bir harfi değiştirmek günah; o Konstantiniyye diyor. O öyle diyorsa biz nasıl onu değiştirebiliriz!? İkincisi de Napolyon’un bir sözü. Diyor ki, “Eğer dünya tek bir ülke olsaydı, başkenti muhakkak Konstantiniyye olurdu.” Kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde bağladım. Hadise mi karşı gelecekler! (Gülüyor).

ERDOĞAN’DAKİ YETKİ, PADİŞAHLARDA BİLE YOKTU

-Biraz da Türkiye’yi konuşalım... Malum, Türkiye 17/25 Aralık yolsuzluğunu yaşadı ve ardından operasyonlar geldi. Sizin için ne ifade ediyor bunlar?

Ben ilk defa 1993 yılında Sabah gazetesinin köşe yazarı iken dedim ki Türkiye üçe bölünüyor. O zamana kadar hep sağ-sol olarak anlaşılıyordu. Ben dedim ki, sağ-sol dağılıyor. Türkiye üç kutuplu bir Türkiye’ye gidiyor. Daha böyle din referanslı hareketler, laik milliyetçi ve Kürt kutup. Türkiye bu şekilde ayrılıyor dedim. Ve sahiden de maalesef o şekilde gitti. Türkiye’de eğer sağ ve sol dünya demokrasilerinde olduğu gibi merkez sağ ve merkez sol olsaydı daha sağlıklı bir demokrasi olacaktı. Hâlbuki etnik ve dini temellere bölünen bir toplum olarak bölünüyor; solarak değil. Şu anda Türkiye’de yapılanın siyasetle ilgisi yok. Bu bir rejim mücadelesi idi. Ama şu anda o da kalmadı. Şu anda tek kişinin mücadelesi haline geldi.

Tayyip Erdoğan Türkiye’de kendisi ve ailesi için bir düzen kurmak istiyor. Kendisini garantiye almak istiyor. Ve bu konuda gene kendisi ile ilgili istekleri, beklentileri olan Öcalan’la işbirliği yapıyor ve şu anda bu iki kişinin kendileri için neler planladığıyla ilgili koca ülke... Görüyorsunuz partiler, konuşmalar, sözcüler yok; MİT’ten aldım, MİT’e koydum, hiçbirinin önemi yok. Sadece tek kralın ağzından çıkan laflar ki Osmanlı padişahlarında bile böyle bir yetki yoktu. En azından Şeyhülislam’dan fetva almaları lazımdı. Bakalım nasıl sonuç verecek. Ben Türkiye’de tek adam yönetiminin olamayacağına inanıyorum. Ve bu sistemin çatırdadığına inanıyorum.

GÜLÜNÇ OLMA PAHASINA TÜRKİYE’YE KORKUNÇ BİR DÖNEM YAŞATIYORLAR

-Hukuk devleti krizde mi yani?

Kesinlikle krizde. Hukuk devleti kalmadı. Zaten her zaman hukuk askıya alınırdı. Bizde maalesef hukuk yönetimlerin üstünde değil, her zaman rejimin emrinde. Askeri dönemlerde de hukuk askıya alınmıştı. Ama bu sefer çok kör parmağım gözüne... Yani kendilerine bağlı bir medya yaratarak ve orada her şeyi tersine çevirmeye çalışarak gülünç olmak pahasına Türkiye’ye korkunç bir dönem yaşatıyorlar. Ama ben bu kadar geçmişi olan koskoca bir ülkenin buna layık olduğu ve buna tahammül edeceği kanısında değilim. Bence rejimin çatırdamalarını hissediyoruz, duyuyoruz.

-17 Aralık’tan sonra emniyet ve yargı bürokrasisinde yapılan değişiklerle hükümet ne yapmak istedi sizce?

Hükümet demeyelim. Hükümet diye bir şey yok. Soru “Tayyip Erdoğan ne yapmak istiyor” olmalı. Şu anda herkes hükümetin göstermelik olduğunu görmüyor mu. Orada makamlar dolu; ama ne oluyor? MİT başkanlığından istifa etti, milletvekili adayı oldu. Yok ben bunu istemem, geri dönsün. E peki ne oldu? Döndü, gene koyduk oraya... Bunlar olacak işler mi Allah aşkına; çocuk oyuncağı gibi. Onun için sayın Erdoğan ne düşünüyor ne istiyor. Etrafına ne söylüyor. Onun iradesi hilafına yaprak kıpırdayamaz AKP’de. Ve dolayısıyla Türkiye de böyle gidiyor maalesef...

AKP, ORDU DİKTASI YERİNE KENDİ DİKTASINI GETİRDİ; ERDOĞAN’IN DAHA ÖNCE SÖYLEDİKLERİNİ BİLMİYORLAR MIYDI?

-Sizce ne oldu da AK Parti ilk yıllarda ısrarla vurguladığı hukuk devleti hedefinden saptı? İlk yıllarda gayet iyi gidiyorlardı.

Bana hiç öyle gelmedi. Ben hiçbir zaman öyle düşünmedim. Öyle düşünen arkadaşlarımızla da orada yollarımız ayrıldı. Zaten söylemleri belliydi. Şematik bir şekilde düşünüldü. Özellikle Batı, Amerika ve Avrupa şöyle düşündü. Türk ordusunun şöhreti malum: İnsanları hapseder, öldürür, darbe yapar, demokrasinin gelişmesine izin vermez... Doğru. “Ee şimdi birileri çıktı, bu ordunun gücüne karşı bak bir şeyler yapıyorlar, e o zaman biz bunları destekleyelim.” Bu çok naif bir düşünceydi. Türk aydınlarında da böyle oldu. Buralarda böyle oldu. Yahu evimdeki yangını söndürmek için sele muhtaç olmam iyi bir şey mi? İtfaiye isterim o yangın söndürülsün; ama ben ordu diktası yerine kendi diktamı geçireceğim diyen bir hareket ki başından beri düşünceleri buydu; e ben böyle bir harekete niye destek vereyim? Şimdi ondan sonra döndü arkadaşlar en sert muhalefeti yapıyorlar; ama biraz da geç kaldılar. Onlar onu meşru hale getirdi. Onlar Batı’ya anlattılar, aman çok demokrat adam, çok iyi adam diye. Ya daha önce söylediği lafları bilmiyorlar mıydı?

TÜRKİYE’DE DİNİ, AHLAKİ, TOPLUMSAL DEĞERLER YOK OLMUŞ DURUMDA; BU HASAR NASIL GİDERİLECEK?

-Peki sizce bu gidişat nereye? Uluslararası kuruluşların insani değerler raporlarında da Türkiye sürekli geriye gidiyor.

Valla Türkiye çatışmaya gidiyor. İç çatışmaya, bölünmeye gidiyor. Toplumun bölünmesi en korkunç şeydir. Çok bölündük, insanlar birbirlerinden nefret ediyorlar artık. Bu toplumsal mesele beni daha çok kaygılandırıyor. Hükümet gider. Herkes gibi Erdoğan da gider. Ama bu hasar nasıl giderilecek? Bu toplumdaki kan davası nasıl gidecek? Beni esas endişelendiren bu. İkincisi de, ahlaksızlık arttı. Toplumu koruyan değerler, buna din de dahil, ahlak din kökenlidir; dini değerler, ahlaki değerler, toplumsal değerler yok olmuş durumda. Onun için her türlü tehlikeye açık, ahlaksızlığın egemen olduğu bir şiddet toplumuna doğru gidiyoruz. Beni en çok bu toplumsal çürüme kaygılandırıyor.

HDP BARAJI GEÇECEK GİBİ; ÇÖZÜM SÜRECİ ÇOK TEHLİKELİ..

-Önümüzde, 7 Haziran’da seçimler var. Nasıl bir tablo ortaya çıkar sizce? CHP’yi, HDP’yi nasıl buluyorsunuz seçim sürecinde?

CHP’de çok büyük kabahatler var. Ben CHP’den istifa ederken bütün düşüncelerimi yazdım, hatta ‘bu parti vakıf olsun’ demiştim. Çünkü normal bir siyasi parti gibi değil. Dolayısıyla şimdi HDP öne çıkıyor. Barajı geçecek herhalde. Çünkü insanlar hep ona doğru yöneliyorlar. Seçimden sonra AKP’nin biraz zayıflaması ve belki de ancak hükümet kuracak noktaya gelmesi, belki de kuramaması, koalisyona ihtiyaç duyması gibi noktaları görmek sürpriz olmaz.

-Çözüm sürecinden somut bir sonuç beklentiniz var mı? Tarafları samimi buluyor musunuz?

Samimiyet yok. Çok tehlikeli bir süreç. Fakat Kürt hareketi amacına daha bilinçli bir şekilde yöneldi. Oraya doğru gidiyor. Hükümet de şu anda onları oyalamak derdinde; ama kendi başkanlık sistemini geçirmek için. Yani ben size bazı haklar veririm, siz de beni başkan olarak seçin diyor; ama ben bunun yürüyebileceğini zannetmiyorum. Samimiyet yok çünkü...

MEDYANIN DURUMU, TEK KELİMEYLE FELAKET…

-Medyanın bugünkü genel durumunu nasıl buluyorsunuz?

Felaket. Felaket... Ben vatan gazetesinin yazarıydım. 30 senedir köşe yazıyorum. Fakat bu son hükümetin baskılarından sonra, gazetecilerin atılmasından sonra hükümeti protesto ettim, ‘artık yazmıyorum’ dedim. Felaket...