Hangi şehir günümüzde iki ülkenin birden başkentidir?

Cevap: Lefkoşa

Larnaka Havalimanı'nda pasaport bankosundayım. Kıbrıslı Rum kadın polis, önünde duran "Türkiye Cumhuriyeti pasaportu"nun sayfalarının arasında gergin bir ifadeyle gidip geliyor.

Daha sonra yanındaki erkek polise bir şeyler soruyor. Ona uzattığım "Avrupa Birliği oturma izin" kartımı inceliyor. Bana da donuk bir bakış attıktan sonra pasaportuma hızlıca damgayı vuruyor.

Bir kelime bile konuşmadan...

Dünyanın "Kıbrıs Cumhuriyeti," bizim ise "Kıbrıs Rum Kesimi" diye adlandırdığımız topraklara adımımı atıyorum.

Burada bir parantez açıp sıklıkla sorulan bir soruyu yazının başında belirtmekte fayda var: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları -ellerinde Schengen vizesi olsa dahi- Kıbrıs Cumhuriyeti'ne vizesiz giremiyor. Schengen'e dahil olmayan Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kendine özgü vizesini almaları gerekiyor.

Bunu da sadece ve şahsi başvuruyla, Atina'daki büyükelçilikten yapmaları gerekiyor. Yani kısacası önce Atina'ya gideceksiniz, sonra oradan Güney Kıbrıs'a geleceksiniz. Bu durumda bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının Güney Kıbrıs'a gelebilmesi teoride mümkün, pratikte çok zor görünüyor.

Akdeniz'in güneşli ve sıcak havasına alışık bizler için Lefkoşa'da hava - hem meteorolojik hem da siyasi anlamda -puslu. 50 yıldan fazla bir süredir Türk azınlık ve Rum çoğunluk arasında süregelen anlaşmazlık sona ermiş değil. Her iki taraf da "diğer"ine kendi varlığını kabul ettirmeye çalışıyor; "ben buradayım" diyor.

Lefkoşa "dünyanın bölünmüş son başkenti" olarak biliniyor. Lefkoşa'nın Yeşil Hat ile de facto olarak ikiye ayrılması, Kıbrıs Türk ve Rumlar arasında toplumsal şiddetin arttığı 1964 yılında gerçekleşti.

Dönemin İngiliz Barış Gücü komutanı General Peter Young, askerleriyle Lefkoşa'nın Türk ve Rum mahallelerini tek tek inceledikten ve nüfus dağılımını belirledikten sonra eline tarafından yeşil bir kalemle "sınır"ıçizdi; adına da "Yeşil Hat" dendi.

İlk çizildiği yıllarda Yeşil Hat iki toplumu ayırıyordu, ancak iki toplum birbirinden tamamen kopmamıştı. Hattın iki yanındaki Kıbrıslılar sınırlı da olsa iletişim halindeydi.

Yeşil Hat'ın 180 kilometre uzunluğunda, gözetleme kuleleri, dikenli teller ve eli silahlı askerlerle aşılmaz bir sınıra dönüşerek adayı boydan boya ikiye ayırması 1974 yılındaki "Türk askeri harekâtının" ya da "Türk işgali"nin ardından gerçekleşti.

Yüzyıllar boyunca "et ve kemik" gibi bir arada yaşamayı başaran iki halk "Yeşil Hat" ile bir "bir satır darbesiyle etin kemikten ayrılması" gibi ayrıldı.

Kıbrıs gibi bir ada ülkede yaşamanın özünde anakaradan ayrı yaşamak, kendini dış dünyadan soyutlamak yani "izole olmak" zaten var (adanın Latince karşılığı "isola" kelimesi döne dolaşa İngilizce'de "island" olur). Coğrafya adanın sınırlarını çiziyor ve insanları izole ediyorken, insan bir de buna yapay sınır eklemiş oldu.

Güneşli bir Lefkoşa sabahında, bölünmüşlüğün simgesi Yeşil Hat'ı boydan boya yürümeye başlıyorum. Yürüyüşe kent surlarının hemen dışındaki Ledra Palas'tan başlıyorum.

Bir zamanlar 163 odalı "delüks" bir otel olan Ledra Palas, 1974'teki askeri harekat sırasında ara bölgede kalmış. O günden beri de Birleşmiş Milletler karargahı olarak kullanılıyor.

Ledra Palas Sınır Kapısı'na ilerliyorum. Niyetim, tam polis kontrol noktasında bulunan ve 1996'da bir Rum gencinin bayrak direğine tırmanmaya çalışması sırasında Türk askerleri tarafından kurşunlanarak öldürülmesini kahramanlaştırılan dev tabelanın fotoğrafını çekmek.

Ada siyasetinin jargonuna alışmamış olan bendeniz, Rum sınır polisine "sınır kapısının fotoğrafını çekebilir miyim?" diye sorarken "Kıbrıs'ta sınır kapıları yok, 'checkpoint'ler var diye soğuk bir cevap alıyorum."

Bir zamanlar Lefkoşa'nın en zengin semti olan Ledra'daki sıvası dökülmüş, penceresiz ve kapısız binalarda bugün askerler ve sokak kedileri dolaşıyor. Etraftaki binaların duvarlarında kurşun izleri yılar yılı duruyor; belki de kasıtlı olarak, "işte bakın neler oldu burada" dercesine... Ledra Palas'ın ardından, sınır kapısının 200 metre kadar güneyinde yer alan Roccas (Kazyatağa) Zindanı'nın önünden geçiyorum. Lefkoşa surlarını ayıran Baf Kapısı'nın Türk tarafında yer alan bu zindanın özelliği Kuzey ve Güney arasında geçişin, hatta birbirini görmenin ve duymanın hiç bir şekilde mümkün olmadığı 2003 yılından önce Türk ve Rumlar birbirleriyle teller arkasından göz teması kurabildiği tek yer olması.

Yeşil Hat'a açılan hemen her sokağın sonunda ya bir bariyer, ya terk edilmiş bir bina duruyor. Karşıyı, yani Türk tarafını gören her boşluktaysa önüne kum torbaları veya mavi-beyaz boyalı variller dizilmiş gözetleme kulübeleri bulunuyor. Türkçe, Yunanca ve İngilizce "fotoğraf çekmek yasaktır" tabelaları hat boyunca karşı tarafı gören her boşlukta karşıma çıkıyor.

Her şeye rağmen birkaç poz alıyorum. Ortalıkta hiç bir gözcü kulübesi görünmese dahi fotoğraf çektiğimin bir şekilde fark edilmesi durumunda başıma gelebilecekleri tahmin ediyorum. En iyi ihtimalle fotoğraf makineme el konulması ve birkaç saatlik bir sorgulama. Kısacası, bir Türk vatandaşı olarak bu sularda yüzmek son derece tehlikeli!

Lefkoşa'da kentin iki kesimini birbirine bağlayan üç sınır kapısı (veya "checkpoint") bulunuyor.

Bunlardan en işleği ve sadece yayaların geçişine açık olan Ledra Sokak'tan kuzeye geçmek için yola koyuluyorum.

Ledra Sokak, marka giyim mağazaları, "fast-food" restoranları ve kafeleriyle Lefkoşa'nın Avrupalı yüzü. Koloni dönemi mimarisi evleri ve binalarıyla dolu bu hareketli sokağın sonunda polis noktası duruyor.

Gök mavisi gömlekli, pos bıyıklı Rum polise yaklaşıp Kuzey'e geçişle ilgili sorum "Kuzey" kelimesinin ardından yarım kalıyor. "Kuzey yok, işgal edilmiş bölge var!" diye uyarıyor Rum polis.

Ledra Sokak'ta Kuzey Kıbrıs ve Güney Kıbrıs bayrakları 100'er metre arayla dalgalanıyor.

Rum polisi pasaportuma hiçbir işlem uygulamıyor. Çünkü daha önce de belirttiğim gibi, Rumlara göre burası bir sınır değil ve aynı ülkenin içerisinde işgal edilmiş bir bölgeye geçiyorum.

Ara bölgedeki boşaltılmış binalara ve uyarı tabelalarına bakarak birkaç adım atıyor ve "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Pasaport Polisi" yazılı kulübeye varıyorum.

Ellerinde "Kıbrıs Cumhuriyeti" pasaportlarıyla günübirlik çalışmaya ve alışverişe gelen Kıbrıslı Türkler sırada bekliyor. İşçiler güneyde ücretler daha yüksek olduğu için, ziyaretçiler ise Avrupa ve Amerika patentli mağazalardan alışveriş yapabildikleri için güneye geçiyorlar.

Kimilerine göre her gün üç dört bin kişi güneye çalışmaya gidiyor.

Kulübede Kıbrıslı Türk pasaport polisi Türkiye Cumhuriyeti pasaportumu şaşkın bir ifadeyle inceliyor. Beyaz bir "vize formu"na kırmızı renkli "KKTC Lokmacı Kara Giriş Kapısı" damgasını vuruyor.

Tıpkı Larnaka'daki Rum polis gibi, hiç konuşmadan...

2004'te Annan Planı'nın Rum tarafından reddedilmesinden sonra kimse konuşmuyor. Kimileri konuşmak istemediklerinden, kimileriyse konuşacak bir şey olmadığının düşündüklerinden.

Kıbrıs'ta "korkunun doğurduğu nefret" yavaş yavaş ortadan kalkıyor. Ama yine de Lefkoşa'da hava puslu, sorunlar dağ gibi. Peki ya çözüm için umut var mı? Evet, ama ufuk çizgisinin de ötesinde...