Mimar Sinan'ın Dünya Mimarlık Tarihine Sinan Üslubu adıyla geçen yapı tarzı hangisidir?
A. Kubbe
B. Minare
C. Kemer
D. Şadırvan
Cevap: Kubbe
Sinan'ın yetişme sürecine ilişkin bilgiler artık tartışma konusu yapılamayacak kadar aydınlanmıştır. Sinan, Kayseri'nin Ağırnas köyünden Sultan I. Selim Döneminde devşirilen Rum kökenli bir Hıristiyan gencidir. Osmanlının özgün devlet yapısı, kendi sistemi içinde kalmak üzere, bir genci elinden tutup yeteneğinin sınırları elverdiğince devletin en üst idarî katlarına çıkarıyor. Bu onun yaşamında kişisel yetenek ve çabaya büyük yer veren bir sistemin ulaşabileceği teşvik edici ve yaratıcı ortamın kışkırtıcı gücü konusunda fikir sahibi olmamızı sağlıyor. Sinan, hakkında en çok bilgi sahibi olduğumuz nadir sanatçılarımızdan biri olduğu halde, gerçekte biz onu kişi olarak tanımıyoruz. Michelangelo gibi kendini anlatan şiirler, mektuplar bırakmamış, Leonardo gibi Freud'un araştırmalarına konu olmamıştır. Tezkirelerdeki ikinci sınıf şiirler ve düzyazılarla anlatılan yaşamı ve sanatına ilişkin söylenenler de, bir dahi mimarın söyleyemiyeceği kadar sıradandır.Onun için Sinan'ı kişi olarak ya da düşüncesiyle değil, sanatıyla biliyoruz. Başka bir deyişle, Sinan ile Sinan'ın sanatı eşanlamlı oluyor. Sinan'ın kişisel psikolojisi üzerinde bilgi, onun yaşamım bilmekten çok, yapılarının analizinden elde edilecek ve yorumlayanın sezgilerine bağlı yargılar olabilir.
Sinan var olan bir yapı strüktürü geleneği içinde çalışmıştır. Onun dehası, statik sınırları denenmiş, bu strüktürel sistem içinde kalarak, büyük bir yaratıcılığın ifadesi olan mekân tasarımları ve archetypal kompozisyonlar geliştirmiş olmasıdır. Statik cesaret açısından, kendi dönemlerinin teknikleri içinde, 40 metre çapıyla Pantheon, bazilikal bir plân üzerinde uygulanan büyük kubbesiyle Antemios'un Ayasofyası, Brunelleschi'nin ayrıntılarını büyük bir dikkatle hazırladığı Santa Maria del Fiore'si daha cesur strüktürel denemelerdir. Fakat Sinan strüktürlerinin zerafeti onlarda yoktur. Yükü, eski Romalılar gibi kütle ile karşılarlar. Sinan'ın mühendisliği, çok daha rasyonel bir kurgu ile kütleyi mekânda çözen ve sınırların strüktürel modülâsyonu ile kaynaştıran ustalıklar sergiler. Onun yapılarında erken Osmanlı yapılarındaki teknotik tasarım ortadan kalkmıştır.
Onun mimarlığının en önemli karakteristiği tümüyle rasyonalize ettiği bir strüktür sistemini, kendi mimari vizyonunun hizmetine vermesi ve onu destekleyecek şekilde kullanmasıdır.
Sinan, kubbenin strüktürel biçimini içerde ve dışarda koruyarak, kubbeli strüktürün olanak sağladığı bütün varyasyonları bir ömürde ortaya koymuştur. Üslubu kubbe biçimi için yapılan bir araştırmada değil, kubbeli strüktürün tümel biçimlenmesinde tanımlanmaktadır. Michelangelo'nun San Pietro kubbesi maketi, kubbenin tek başına bir yapı gibi tasarlandığını gösterir. Oysa Sinan'ın kubbelerinin yapıdan bağımsız bir kişilikleri yoktur.
Sinan, bilinçli denemelerle "kubbeli çardak"ın (yani strüktürel birimin) potansiyelini bütün olası sınırlarına ulaştırmıştır. Şehzade Camisi'nin mükemmel simetrisine ilk adımda varır. Üç şerefeliden çekip alınan ve ileriye götürülen altı ayağa oturan strüktürel çardak Sinan Paşa Camisi'nden Atik Valide'ye kadar uzanır. Selimiye tasarımı, kare taşıyıcı taban ile çember kubbe eteği arasındaki ilkel tromplu geçit alam geometrisinin varacağı en son gelişme aşamasıdır. Sinan'ın mimarisinde bazı kolay genellemelerden sakınmak gerekir.
Sinan yapılarının bazı özelliklerini, yapı tarihine evrensel katkılar olarak gösterme hatasına düşülmemelidir. Örneğin, Sinan, kubbeli yapı sorununa bir son çözüm getirmemiştir. Çünkü kubbeli yapı tasarımında tek yön yoktur. Ayasofya, gerçi Roma büyük kubbe geleneğini değişik bir yorumla Pantheon'dan erken ortaçağa taşır, ama başka bir dil konuşur. İran-Orta Asya ile Hint, başka kubbeli yapı serüvenleri yaşamışlardır. Memlûklar Doğulu bir vizyonu Nil kenarına taşımışlardır.
Osmanlı, kubbeyi bir Doğu mirası olarak almış, Akdeniz'de yıkamıştır. Türk tarihçileri Ayasofya'yı bir Bizans yapısı sayar, Süleymaniye'nin ona öykünmediğini göstermeye çalışırlar.
Sinan yalın kubbenin geometrik biçimini içerde ve dışarda en etkili kılacak düzenleri arar ve bulur. Temel strüktürel fikrin güçlü ve katıksız mimari ifadesini yaratmak, onun yaşamının temel mimari sorunu olmuştur. Bu çabanın sonucu, bütün yapıları için ortak bazı tasarım özelliklerinden söz edilebilir: Bunların başında kemer ve kubbe gibi eğri biçimlerin, insanları belki de (ilksel) simgeselliklere uzanan geometrileriyle etkileyen varlıkları gelir. Büyük kubbeli yapılarında, ana kubbenin diğer mimari öğeler ve insan ölçüleriyle karşıtlaşan ,boyutsal ve görsel egemenliği, insan-kubbe ikileminin yarattığı gerilimle bu yapılara heyecan verici bir içerik kazandırır.
Kubbe yapısının, tümülüsten ve ilkel konuttan başlayıp stu-pada, büyük mezar yapılarında ve anıtsal yapılarda devam eden ve giderek kubbeyi mekânın tek örtüsü haline getiren gelişimi, Sinan'ın elinde sonuçlanır. Morfolojik açıdan Sinan yapıları, son bir çözümlemede üç geleneksel yapı düzeni ve imgesini birleştiren sentezlerdir: Tromplu Sasanî ya da İslâm kubbesi, geç Roma mimarisinde ortaya çıkan çevre koridorlu kubbeli mekân ve bütün İslâm tarihi boyunca değişmeyen dikdörtgen bir alan olarak plânlanan cami. Cami mekânının değişmez parametresi olan dikdörtgen plân, Sinan'ın yapı tasarımına örtüden başlamasına olanak veriyor. Çünkü her tür örtü şemasını bir dikdörtgen ya da kare çevre içine yerleştirme olanağı vardır. O dönemin kubbeli yapı simgeselliğinde, kubbeyle "Gök"ün ve sultanın varlığını görmek olasıdır.
Sinan'ın üslubu, kuşkusuz sadece kubbeye bağlı olarak tanımlanamaz. Tasarımda bir mimari öğeler hiyerarşisi kurulmuştur. Bu hiyerarşinin kurgusu içinde büyük kubbe, kubbeler, kemerler, revaklar, pencereler üslubun niteliğini büyük plânda saptayan diğer öğelerdir. Kaldi ki, o dönemin ikincil üslup öğelerini, mukarnas bezemelerini, sütun başlıklarını, kemer klişelerini, silmeleri, korkulukları, çini kaplamaları, boyalı bezemeyi, ahşap işçiliğini eklemeden tümel tasarım tamamlanmıyor. Üslubun kimliği bu öğelerin varlıksal bütünleşmesiyle oluşmaktadır. Fakat Sinan'ı yücelten sanat söyleminin ana teması, ondan önce ve sonra da var olan Osmanlı yapı geleneğinin ikincil yapı ve bezeme öğeleri değil, büyük mekânsal kompozisyonlardır.
Sinan yeni sözlük kullanmaz. Strüktür esasları, plân öğeleri, avlular, revaklar, çok katlı pencere düzenleri, kemer biçimleri, taç kapılar hep geçmişten gelir. O dönemin en büyük yapıları camiler olduğu için, Sinan'ı da en çok onlarla tanıyoruz. Fakat bu, onu sadece bir cami tasarımcısı olarak görmeyi gerektirmez. Yaptığı bütün değişik tür yapılarda camilerde bulduğumuz estetik kaliteyi bulabiliriz.
Sinan'ın mimari sentezini Hassa Mimarları Ocağı rutini içinde ortaya çıkmış yapılarında değil, onun tasarım becerisini kesinlikle hissettiğimiz Mihrimah Sultan, Sokollu, Süleymaniye, Selimiye Camileri ile Mağlova Su Kemeri gibi yapılarda izlemek gerekir. Selimiye ifade ve tema zenginliği bakımından, mimari diliyle, toplumun mimari geçmişinin bir sentezidir ve Osmanlı kültürünün altyapısını da aydınlattığını söyleyebiliriz. Sinan, göçebelik ve İslâmdan gelen, Roma ve Bizansla buluşan yeni bir Akdeniz rasyoneli sergiler. Rönesansın bütün mekân araştırmalarım kendi yaşamına sığdırmıştır. Eşsiz dönüşümlerin temsilcisi ve simgesidir. Onun öğretisi, eğer yapılarından çıkarılabilecek bir ders varsa, budur.
Osmanlı düşüncesinin Sinan gibi bir dahinin yarattığı ve bugün bile bizde hayranlık uyandıran yapılara karşı duyarlı olduğu, bunların arka arkaya inşa edilmesinden anlaşılmaktadır. Fakat bu duyguları sanata yansıtan bir yazılı yorum, sadece övmekle ya da zikretmekle kalmayıp sanatçının toplum içindeki konumunu aydınlatan bir düzyazı ya da şiir bulmak zordur. Bu şiir sadece otobiyografik tezkirelerde vardır. Bu yokluk bir ölçüde İslâm düşüncesinin fiziksel çevreye karşı ilgisizliğiyle açıklanabilir. Su içmek için en güzel tasları yapabilen Müslümanlar, o taşların betimlenmesini nesnel olarak yapma arzusunu nedense duymamışlarıdr. Avrupalı gezginler ve ressamlar olmasaydı, Kanunî'nin İstanbul'unu da fiziksel boyutlarıyla betimlememiz düşünülemezdi.
Sinan'ın yetişme süreci Osmanlı kul sistemi içinde karakteristiktir. Onun yaşamında kişisel yetenek ve çabaya büyük yer veren bir sistemin ulaşabileceği teşvik edici ortam bütün açıklığı ile sergilenmektedir. Sinan'ın Osmanlı mimari tarihindeki özel yeri, İmparatorluğun en görkemli döneminde yarım yüzyıl Hassa Mimarbaşı olarak etkinlikte bulunmasından kaynaklanmaktadır. Bu etkinliğin doğasını doğru tanımladığımız söylenemez. Fakat Sinan'ın statüsü büyük yaratmaları kışkırtan bir durumdur. Yapı üretiminin örgütlenmesi ,olağanüstü bir üretim mekanizmasını mimarbaşının hizmetine sunmuştur. Süleymaniye camisinin inşaat defterleri bir sultan külliyesinin neye mal olduğunu, ne boyutta bir iş olduğunu ve en küçük ayrıntılarına kadar nasıl kontrol edildiğini göstererek Sinan olgusunun önemli bir boyutunu açıklamaktadır.
Sinan'ın, çağının simgesi olması bu toplumsal alt yapıyı da birlikte düşünmeyi gerektirir. Çağın olanakları ile sanatçı vizyonu birleşerek Sinan'ı bir biçim yaratıcısı, bir katalizör yapıyorlar. İmparatorluğun olanaklarına yarım yüzyıl hükmetmiş, sultanların sevgili kulu olarak ölümüne kadar saygınlığını kaybetmemiş büyük bir devlet memurudur Sinan.
O çağın toplumunda mimarinin yeri, işlevi, statüsü ve simgesel işlevi konusunda bilgi ve tanık yokluğu, çağdaşlarının tepkilerini, kendisinin düşüncesini bilmemeye, bizi Sinan'ın sanatının değerlendirilmesini sadece günümüz yorumlarına dayanarak yapmaya zorlamaktadır.
Mimar Sinan'ın yaşamına ilişkin kaynakların başında genç dostu nakkaş Mustafa Sai Çelebi'nin -kendisinin ağzından yazdığını söylediği için- otobiyografi diyebileceğimiz iki yapıtı vardır: Tezkiretü'l Bünyan ve Tezkiretü'l-Ebniye. Sai Efendi Tezkiretü'l Bünyan'da bunu yazmaya nasıl başladığını anlatır:
Birgün mutlu padişahın başmimarı olan Abdülmennan oğlu Sinan, güçsüz bir ihtiyar olunca tarih sahifesinde ad ve şan bırakarak hayırlı dua ile anılmasına vesile olmak üzere, kırık kalpli, değersiz, düşkün olan bu duacı Sai'den, nâzım ve nesir olarak, hatıralarını yazmamı dilediler. Elimden geldiğince, (bana) büyük bir huzur ve sevinç kaynağı olan bu kırık ezgili armağanı hazırladım.
Sinan'ın önce bir marangoz, sonra bir asker mühendis olarak uygulama içinde yetiştiğini biliyoruz. Tezkiretü'l-Ebniye'nin manzum bölümünde kabiliyetinin tanrı vergisi olduğunu, fakat çok çalıştığını söylerken kendisini marangozlukta yetiştiren üstadım Tanrının cennet makamına çıkarmasını dilemektedir.