Kimi zaman özenti eğilimim ağır basar, kendime modeller aradığım olur. O modellerin hep olumlu yanlarına odaklarım kendimi. Oysa olumlu görüntülerin bir bütünün bir yanını yansıttığını akıl edemem; orada bütünün diğer yanındaki olumsuzluklarını görmemezlikten gelirim.

Zaman içinde anlarım ki olumlu görüntüler, nice olumsuzlukları gölgelemiş. Gölgede kalan ayrıntılar ortaya çıktıkça da yanlış modele yönlendiğimin bilincine varırım. Kendimi bulma yerine, kaybetme çelişkisinde sıkıntılarım başlar. Özenti bu, başka birisi olma çabası belki de kendi kendisini aldatma olgusu diye düşündüğümde kendime dönmenin rahatlığını yaşarım. Kendimi sorgulama, kendimi bulma, derinliğimi keşfetme çabası kendimi,  kendi özgürlüğümde tanıma olanağı verir bana. Bu, özgüvenimi besler, kendi özgünlüğüme dönmemi sağlar.  Kolayı seçme yerine kendi değerlerimi geliştirme çabası hem rahatlatır, hem de erincimi besler, doğrusu.
Teknolojinin getirdiği nimetleri, edinme kavgası, kolaycı ve taklitçi bir yönsemeyi de beraberinde getiriyor galiba. Bu yöneliş çoğu içi boş, kof ve özsüzdür. Özgünlüğü ve yaratıcı gücü gölgeler; ışıksız, solgun ve de sağlıksızdır. Bu nedenle insan kendini, boşluğun içinde bocalamanın olumsuz ritminde kaybeder. Kendi kendisi olamama çelişkisinde silikleşir, kendine saygısını ve özgüvenini yitirir.
Çoğu zaman aldanışı da birlikte getiren kolaycı, taklitçi olumsuz eğilimler, kendimize ait olmayan onca yapaylıklar bizi boşluğa düşürmez mi, aldatmaz mı, kendimizden uzaklaştırmaz mı ve de utandırmaz mı?
Kim kime göre daha üretken daha doğurgandır, bilinmez. Üretkenliği,doğurganlığı göze almadan-denemeden, kendi değerlerimizi açığa çıkarma çabasına girmeden, zorlukları göğüslemeden bir savımız olur mu hiç?
Hep biçimsel ve yüzeysel bakarız objelere, zora sokmadan kendimizi. Ayrıntılara, derinlere inmek gelmez işimize. Çok yönlü irdelemeyi ise hiç göze alamayız. Bir de buna önyargıların gözlüğüyle bakma yanlışlığını eklediğimizde hepten yanılgıların çıkmazında dar bir alana kilitleniriz. Hiçbir şeyin nedenini, özünü sorgulama çabasına girmeyiz; hep kaçak güreşiriz. Üzüm yemeyi bırakır da bağcıyı dövmeye sarf ederiz tüm eforumuzu. Oysa gerçeğe ulaşmak  özveri , olumlu, güvenli bir çaba işidir. Bunu ilkesel bir kullanıma açamıyorsak, görünmeyenlerin gerçeğine nasıl ulaşabiliriz?
Zoru göze almadan üretkenliğin önündeki atılımı, girişimi, değişimi ve yenilenmeyi yakalamadan ereğimize ulaşamayız ki? Başkalarına bağımlı kalmak kendimizi işlevsiz, işe yaramaz konuma düşürmez mi? Bunun ezikliğini hissetmez miyiz? Günün birinde arkamızda bıraktığımız boşlukların ve de bize ait olmayan bir zaman dilimini yaşadığımızın bilincine vardığımızda bunun ezikliğini, pişmanlığını duymaz mıyız? Oysa o zaman dilimi başkalarının değil bizim özgünlüğümüzü, bizim damgamızı taşıması gerekmez mi?
Ona sahiplenebilmek için onu yaşama geçirmek, kendimizi orada bulmak işe yaramışlığın ve mutluluğun kendisi değil mi? Ne diyor  Hz. Mevlâna: "Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol."
Hep birilerine tutunan bağımlı olan değil, tutunulan, tabi olunan bir kişilik daha olumlu daha anlamlı ve güzel değil mi?
Baktığımızda bu özentiye dönük olumsuzluğun temelinde kişinin kendini aşamaması vardır, bence. İnsan kendini nasıl aşar? Kuşkusuz bunun soluğu kültürel birikimden güç alır. İnsan salt fiziğiyle var değil ki... Onu var eden temel değerler yüreğiyle beyninde oluşur, davranışlarına yansır elbette. Bu oluşum yoksa, kişi tek yanlı yarım bir insandır bence. İç derinlik yüzeyselliği örten bir bezektir. O bezekten yoksun kalanların yüzeysel, biçimsel özellikleri öne çıkar değil mi?
Kişi bu özentilerin gölgesinde silikleşir, küçülür. Çünkü girdiği kılıf kendine değil başkalarına aittir. Böyle olunca da o kişinin özgünlüğü olmaz. Özgünlüğünü kullanamayan insan bana göre yarımdır. Hatta o kendisi değil görüntüdeki resimde kendisi yoktur.
Var olan insan, Tanrı'nın kendisine tanıdığı ayrıcalıkları sonuna kadar kullanmalı, o ayrıcalıklı değerlerden bir eser yaratmalı, o kendisi olmalı ve de Tanrı'ya borcunu böylece ödemeli değil mi?       

- - - -