Evliya Çelebinin aktardığına göre Osmanlı Devletinde Çengelköyde bulunan Samsonhane adı verilen yerde padişahlar için hangisi yetiştirilirdi?

Çengelköy

Eski evler, ahşap cami, 800 yıllık çınar, yalılar, Bizans Kilisesi, Ayazma ve Kuleli... Bir kayıktan diğerine, sohbeti koyulaştıran balıkçılar… Çengelköy, şehrin gürültüsü ve karmaşasına inat, kendine has sükunetini her daim koruyor.

Çengelköy, Beylerbeyi ve Vaniköy arasındaki koyun çevresi ve ardındaki yamaçlara kurulu Çengelköy, “hıyarıyla” anılsa da çok daha önemli unsurları var İstanbullular için. Burası şehrin içinde olmasına rağmen adeta şehirden uzakta bir kaçış noktası. Sahilden Boğaz Köprüsü'nün iki ayağını karşınıza alıp fona da gün batımını koyduktan sonra yudumlayacağınız çayın tadının tarifi mümkün değil. Akşamları da Boğaz sırtlarındaki ışıklar ile köprünün rengarenk ışıklarının dansını izlemek, İstanbul'un keşmekeşini unutturup bu şehre bağımlı ediyor insanı. 

MEŞHUR ÇINARIN ALTINDA
Çengelköy'de sırasıyla Kuleli, Bahçelievler ve Havuzbaşı mahallelerini birbirine bağlayan sahil yolunda semtin merkezine doğru ilerlemeye başlıyorum. Sağlı sollu sıralanmış dükkanlar, kafeler, restoranlar arasında semti diğer yerlerden ayıran, sıradışı hale getiren ulu çınarlarla karşılaşıyorum. Çınarlar birdenbire, şehrin trafiğini, dükkanların karmaşasını, insan kalabalığını önemsiz hale getiriyor. Sahile doğru, caddedeki binaların arkasından dalları gözüken çınarın gövdesini ararken meşhur Çınaraltı'na rastlıyorum. Çınaraltı çay bahçesi, her mevsim dolup taşıyor İstanbullularla. 

Dev çınarın altında, eşsiz manzara karşısında keyif yaparken içinde bulunduğum koyun kıvrımına gözüm takılıyor. Gerçekten çengele benziyor bu kıvrım, ama Çınaraltı'nda tanıştığım semt sakinlerinden yaşlıca bir amca, Çengelköy'ün ne demek olduğunu, isminin nereden geldiğini anlatıveriyor bir solukta. “Bir rivayete göre isim, İstanbul'un fethinden sonra, bu sahillerde Bizans'dan kalma bir sürü gemi çengeli, yani çıpa bulunmasından kaynaklanıyor. Bir başka rivayet ise şöyle: Osmanlı döneminde derya kaptanlığı yapmış, sadrazamlığa kadar yükselmiş olan Çengeloğlu Tahir Paşa burada yaşamaya başlamış ve köye bir cami yaptırmış. Zamanla da Paşa'nın adı bu köyle anılır olmuş. Bizans'taki adı da İmparator Justinien'in sevgili karısı Sophia'dan gelirmiş: Sophiani Limanı.” Altında bulunduğumuz çınarın da yaklaşık 800 yaşında olduğunu, 
bu sohbet sırasında öğreniyorum.

Çınaraltı'ndan köprüye doğru ilerlerken vapur iskelesinin hemen yanındaki yeşillikler içerisinde, bir park havasına bürünmüş sahil meydanına varıyorum. Akşamları karşı sahildeki Boğaz'ın meşhur eğlence yerlerine servis yapan tekneler buradan kalkıyor. Semt sakinleri, bir yandan Boğaz manzarasının tadını çıkarırken bir yandan tekne bekleyen bakımlı hanımlar ve beyleri süzerek çaylarını yudumluyorlar. Kim bilir, belki de Lale Devri zamanında padişahların gözde mekanı olan bu bölgede sürat tekneleri yerine, saltanat kayıklarıyla benzer manzaralar yaşanıyordu. Osmanlılar burayı yüzyıllar boyunca padişahların, sadrazamların sayfiye ve av mekanı olarak kullanmış, doğasından da oldukça etkilenmişler. Saray ahalisi buraya meyve yeme seferleri düzenlermiş, daha sonra da burada bir hasbahçe ve saray yapılması kaçınılmaz olmuş. Çengelköy 17. yüzyılda, Üsküdar'dan sonra İstanbul kıyılarının en büyük kasabasıymış. Evliya Çelebi'ye göre, bu yüzyılda Çengelköy'de muhteşem bir saray ve hasbahçenin dışında bir mescit, bostancı odaları, padişahın savaşta ve avda kullandığı köpeklerin yetiştirilip bakıldığı bir samsonhane varmış. O dönemde Çengelköy'ün nüfusunun büyük çoğunluğunu Rumlar oluşturuyormuş. Zengin Rumlar, kıyı boyunca yalılara yerleşmişler. Daha sonra da Osmanlı'nın ileri gelenleri sahil boyunca yerleşmeye başlamışlar. Sadullah Paşa Yalısı, Abdullah Paşa Yalısı,  Fenerli Yalı ve Server Bey Yalısı, bugün hala ayakta duruyor. Evliya Çelebi ayrıca buradaki büyük bir Pazar kayığı iskelesinden bahseder. Her gün bu kayıklarla sebze - meyve bahçelerinden kente mallar gönderilirmiş, karşılığında da büyük kent pazarından kasabanın gereksinimi olan mallar getirilirmiş. Özel kayıkları ve kayıkçıları olmayanlar da bu sandallarla yolculuk ederlermiş. Bu dönemde kasabanın büyükçe bir çarşısının da olduğu biliniyor. 

İskelenin tam karşısında Aya Yorgi Ortodoks Kilisesi bulunuyor. İlk adı Metaina olan kilise, 1830'da tamir edildikten sonra Aya Yorgi adını almış. Dış görünüşü itibariyle oldukça büyük olan kilisenin geniş bir bahçesi de var. Aya Pandeleimon Ayazması da Bizans devrinden kalmış ve 1909 yılında yeniden onarılmış. Ayazma'nın, 27 Temmuz'da şifa verdiğine inanılıyor ve o gün, Aya Yorgi'de sade bir törenle kutlanıyor halen. 

İskeleye arkamı verdikten sonra yamaçları tırmanıp Havuzbaşı'na varıyorum. Buradaki yeşil alanın tam karşısında, Osmanlı son dönem mimarisinin iyi bir örneği olan, tamamen ahşaptan yapılmış Şeyh Nevruz Camii bulunuyor. Aynı sokakta, camiyle bütünlük içerisinde sıralanan ahşap evler, bozulmadan bugüne kadar gelmeyi başarmış. Geçmişin naifliğini günümüze taşıyan bu sokak, Çengelköy'ün ruhunu en iyi yansıtan yerlerden.

KULELİ'NİN IŞIKLARINA KARŞI
Sahilden Vaniköy tarafına doğru ilerlediğimde, semtin en görkemli yapısı karşıma çıkıyor; Kuleli Askeri Lisesi. Bu yapı, Boğaz'ın Avrupa yakasında yaşayanlar için belki de daha anlamlı, çünkü özellikle gece aydınlatmaları, karşıdan seyrini doyumsuz kılıyor Kuleli'nin. Fatih Sultan Mehmed İstanbul'u aldığı zaman, Kuleli'nin halen bulunduğu yerdeki korulukta, bir manastır ile bir kule bulunuyormuş. Yavuz Sultan Selim devrinde bu manastır, yeniçerilere kışla olarak verilmiş. Bu kışla mevkii, Bostancıbaşı Odaları diye anılırken, zamanla güzel ve süslü bir bahçe haline gelişinden dolayı Kuleli Bahçesi diye tanınmış. Kanuni Sultan Süleyman, padişah olunca bahçede yüksek bir kulesi bulunan, dokuz katlı ve her katı fıskiyeli havuzlarla süslenen büyük bir kasır yaptırmış buraya. II. Mahmud döneminde, süvari birlikleri için bir kışla inşa edilmiş ve bu kışla, Kuleli Askeri Lisesi'nin ilk yapısı olmuş. Abdülmecid devrinde ise kışla, yarı kagir olarak yeniden inşa edilmiş. İki tarafına da kuleler yapıldığından kışlaya bu tarihten itibaren (1843) Kuleli Kışla denilmeye başlanmış. 

Çengelköy'de günü, gün batımını izlemek üzere döndüğüm Çınaraltı'nda noktalıyorum. Sahile bağlı kayıklarında ağları tamir eden balıkçıların sohbetine kulak misafiri oluyorum bir süre. “Boşuna uğraşıyoruz” diye yakınıyor biri, “dalyanla tutmak en temizi”. “Ağla balık tutmanın zevki hiçbirinde yok” diyor diğeri. Bu sohbetin Çengelköy'e çok yakıştığını düşündüm o an. Eski evler, ahşap cami, 800 yıllık çınar, yalılar, Bizans kilisesi, ayazma ve Kuleli... Bir kayıktan diğerine, sohbeti koyulaştıran balıkçılar… 

Gün batmış, köprü ışıkları yanmıştı. Gündüz aldığım salatalıkları hatıra niyetine saklamak olmazdı, tarihi çeşmede yıkadım onları önce… Torbadan bir tane çekip sulu ve ferahlatıcı tadının keyfini çıkardım doya doya… Kalanlar mı? Onları da çeşmenin yanına bıraktım öylece, belki başkaları da özlemiştir Çengelköy salatalığının tadını diye…