BALIK DA BİLİR HALIK DA Altı saatlik sıkı dersin sonunda bir nebze olsun dinlenmek için şehrimizin güzide yerlerinden olan Atatürk Parkı'na gitmeye karar verdim. Daha parka girmeden mis kokular etrafa yayılmış,kuş cıvıltıları yeşilliklerle kaynaşmış insanın içini okşuyordu. Bazı aileler ağaçların altına sergilerini sermiş çerezlerini yiyor, bazıları da ortamın ahengine dalmış uzanıyorlardı. Ben de genel olarak parkı gezdikten sonra tahta köprünün yanında ördeklere bakarak bir çay içmeye karar vermiştim. Park o kadar kalabalık değildi, sakindi, büfeden yayınlanan müzik insanı eskilere götürüyordu.:Ateş attım samana da bak dumana dumana, senin zalım ananı ben getirdim imana”¦ Çaycı tavşan kanı bir cay getirdi o soğuk günlerde çayın sıcaklığı insanın içerisine tesir ediyordu. Çayı karıştırırken gözüm köprü üzerindeki çocuğa ilişti, hareketleri haylaz bir tipi anımsatıyordu. İlk önce abisi taş attı ördeklere, sonra küçük kardeşi”¦Havuzdaki hayvanlar yiyecek zannıyla nasıl da koşuşturuyordu. Küçük çocuk abisine : “Abi büfeden bir şeyler alıp bunlara atalım” dedi. Abisi de bunu tasdik ederek koştu büfeye. Adını dahi yeni duyduğumuz cipslerden bir kucak dolusu alıp getirmişti.Sırayla hayvanlara atıyorlar ve hayvanların yiyecekleri kapışmaları onlara büyük heyecan veriyordu”¦. Sabancı Kültür Sitesi'nin girişinden sekteleye sekteleye bir çocuk yaklaşıyordu. Ayağında topuklarına kadar yırtık bir ayakkabı ,üzerinde eski püskü bir kot ve rengarenk boya izleri taşıyan yamalı bir gömlek vardı. Boya sandığı omzunu iyice sıkmış ve sağ tarafa sekteleyerek beli bükülmüş bir dağ gibi yürümesine neden oluyordu. Çocuk aniden köprü üzerinde iki kardeşi gördü ve yaklaştı yanlarına, kafasını demir korkuluklar üzerine koyarak manzara karşısında daldı gitti. Çocuklara veya ördeklere değil, hayvanlara atılan ,ömrü boyunca bir kez bile tatmadığı cipslere bakıyordu. Epey bir müddet yutkunarak hayvanlarla kendini kıyasladı. Fazlaca dalıp düşünmeye hakkı yoktu, hemen ayıldı ve adımlamaya başladı. Kim bilir evde ne sorunları vardı; belki annesine bir ekmek daha götürecekti belki de yırtık ayakkabısını tamir ettirecekti. Bunları düşünerek gidiyor gibiydi ;ama gözleri hala suya düşen peynirli baharatlı cipslerdeydi. Bir müddet sonra gözden kayboldu”¦ Masa üzerindeki çay artık canlılığını ve sıcaklığını kaybetmişti.Yudumlar artık boğazımda düğümleniyordu. Fazla duramadım ve parkı terk ediyordum. Artık çiçekler güzel kokmuyor kuş cıvıltıları duyulmuyordu.Tam bu esnada ağaçların arasından bir çocuk fırladı karşıma: “Amca ayakkabılarını boyatmak ister misin?” Donup kalmıştım ;çünkü o , boyacı çocuktu. Sanki bir film kahramanıyla karşılaşmışçasına heyecanlanmıştım.Gözleri nemli ve ışıl ışıldı. Bu yaptığın çok güzel bir davranış, kimseye muhtaç olmadan harçlığını kazanıyorsun, ne mutlu sana diyebildim.Cebimden bir miktar para uzatarak: “Şu parayı al canın şu anda ne yemek istiyorsa onu al,şimdi ayakkabı boyatacak zamanım yok, belki bir daha karşılaşırsak ödeşiriz, şimdi okula yetişmem lazım,dedim .Aslında hiçbir işim yoktu dersim de bitmişti; ama o manzara karşısında daha fazla duramazdım”¦ Haftalar sonra o çocuğu bizim mahallede gördüm, oraya taşınmışlar sordum öğrendim. Babası kum taşırken bir traktör kazasında ölmüş. İki küçük kardeşiyle annesi muhtarın ayarladığı 30 metrekarelik bir evde yaşıyorlarmış. Çocuk yarım gün okula gidip yarım gün de boyacılık yapıyormuş. Mahalleli sağ olsun onlara yoksulluklarını iki yıl hissettirmediler. Bizler de eğitim kanadıyla ilgili vazifelerimizi yaptık. İki yıl sonra oradan taşınıp köylerine göçtüklerini duydum. O köyde çalışan öğretmen arkadaşlardan haberlerini soruyordum, ortaokulu bitirdikten sonra kum ocaklarının birinde çalıştığını duydum, aldığım son haber buydu. Aradan yıllar geçti bizler çocuklara karıştık ;ama içimdeki tabi yaşam ve insan sevgisi hiç sönmedi, nerde bir babasız öğrenci görsem kendime yakın hisseder, ona borcum varmış gibi, bende hakkı varmış gibi hisseder onunla daha fazla ilgilenirim. Yıllar sonra yeni mahallemizde yine babası ölmüş bir çocukla tanıştım ortaokulda ;ama dersleri babası öldükten sonra kötüleşmiş yaramaz damgasını yemiş bir çocuk. Ara sıra onun derslerinde yardımcı oluyor bazen onu balık tutmaya götürüyordum. En çok piknik olayı onu etkiliyordu, babası sık sık onu balığa götürür, suyla oynarlarmış. Pikniğe gittiğimizde çok sevinir, kuşları sever, arabayı severdi. Bir gün onu yine balık tutmaya götüreceğimi söyledim sanki dünyalar onun oldu gözleri parladı, sarılıp öpecekti ama ellerini birbirine hızlıca vurdu ve çak dedi, ben de çaktım. Annesi çok kaygılı bir kadındı arkası sıra yemeğini taşır, uzaklardan onu seyreder, düşse hemen yerinden ,gizlendiği yerden kalkar; ama onu görünce kızıp bağıracağını bildiği için yerinden çıkamazdı ben de geriden onları nemli gözlerle takip ederdim. Bana güvenirdi ;ama ana yüreği yine de on sefer tembih etmeden duramazdı: “Geç kalmasanız iyi olur hocam, merak ederim, tek varlığım o benim” derdi. Öyleden sonra balık takımlarını dizdik ikimiz de çok heyecanlıydık, ben babasız bir öğrenciye babalık edecektim onu sevindirecektim o da balık tutacaktı hem de akşama kadar”¦76 model renomla ilkönce kum ocaklarının karşısındaki sazlıkların alt tarafına oltaları attık hiçbir şey çıkmadı oradan Deliçay'ın alt kısımlarına indik, ben serpmeyi sallıyorum o da çıkan taşları, balıkları alıyor, biraz elinde sevdikten sonra poşete koyuyordu. Akşama kadar balık tuttuk bir iki kilo gelirdi tuttuğumuz balıklar, evi kokutmasın diye orda temizledik. Artık gitme vakti gelmişti endişeli annenin sesi hala kulaklarımda yankılanıyordu”¦Yollar biraz engebeli ve tarla aralarından geçen daracık yollardı. Söğüt dallarının selamları arasından geçip giderken yolda biraz suyun biriktiğini gördük , üst tarlayı sulamışlar su aradan kaçıp yola dolmuş ama çok derin olmadığını inip baktıktan sonra anladım. Bismillah deyip vurdum arabayı suya, ne güzel geçiyorduk ki egzoz suya gömülünce motor durdu. Birkaç kez marşa bastım pervane suya değmiş bujilere su kaçmış, egzoz suda boğulmuş”¦ Kan ter içinde kaldım birkaç kez marşa bastım akü de bitti, Maraş'ta havanın bu kadar hızlı karardığını bilmezdim. Karanlığın ortasında çaresizce yetim öğrenciyle kalakaldık. Cep telefonunu daha erken icat etselerdi olmaz mıydı? Haberleşme aracı da yok ki haber edelim en yakındaki ışık kilometrelerce ilerde”¦Kendi ıslanan ayaklarımı üstümü düşünmüyor, sadece yetime odaklanmıştım, korkuyor musun Kaan dedim? Hayır hocam ne korkması ben erkek adamım, dedi.Tek muhatabımız Allah'tı. Epey dua ettim”¦10-15 dakika sonra ilerden iki küçük ışık göründü örümcek gözleri gibi birbirine yakın, sönükçe iki ışık”¦ Selam vererek durdu yanımızda : “Hayırdır geçmiş olsun.”dedi. Olanları anlattık ve hemen arabayı sudan kurtardık, traktörün aküsünü çıkarıp bizimkine taktı, bujileri söküp sildi ve yerine taktıktan sonra bir basmaya araba çalıştı.Tekrar geçmiş olsun “Hocam” dedi.Ben birden ürperdim. Benim hoca olduğumu nerden anladı diye, iyice yaklaşıp gözlerine baktım, yüreğimden ılık bir şeyler aktı, o gözleri anında tanıdım, nasıl da unutabilirdim: Atatürk Parkı'ndaki gözleri ışıl ışıl olan Boyacı Çocuktu bu.Yıllar sonra babasının mesleğini eline almış traktörle kum taşıyormuş, Aksu Çayı'nın kumlarını gece doldurup sabah satıyormuş. Ellerime sarıldı ben sizi hiç unutmadım o gün benim içimi okudunuz, şimdi işim var, boyatamam sonra görüşürsek ödeşiriz, demiştiniz, ödeşebildim mi Hocam, dedi.Ödeştik, hem de nasıl ödeştik, dedim ve sarıldım.Yıllar önce kaybettiğim babamın sıcaklığını ta içimde hissettim”¦Ömrüm bir film şeridi gibi aktı gitti önümden. Bunlar ulvi duygular içine gizlenmiş ruh lezzetçikleriydi,anlatılmayıp yaşanan cinsten hem de insanlığın en güzel cilveleriydi”¦ Eve biraz geç gittik ama eli, gönlü boş gitmedik, Hak yolda olduğumuzu pekiştirdik azmimize taze kan kattık, yeni limanlara yelken açtık”¦ RIDVAN AKGÜL