Çerkeslerle alakalı bilgilere ulaşmak kolay değil, onlar kendilerini ve acılarını anlatmaktan hep uzak durdular. Bundan dolayı beraber yaşadığımız, komşumuz olan Çerkeslerin kültüründen habersiz kaldık. Son yıllarda bu algı yaşanılanların ve kültürün unutulacağını hesap edenler tarafından biraz kırıldı. İyi oldu ve nihayetinde bizler yavaş yavaş da olsa Çerkesleri tanımaya başladık.

Çerkesler 1864 yılında anavatanları Kafkasya’dan koparıldıkları zaman en yoğun olarak göç ettikleri bölge Anadolu’ydu. Günümüzde Türkiye’deki Çerkes sayısı Kafkasya’daki Çerkes sayısından katbekat fazla. Türkiye’de de en yoğun Çerkes nüfusu köyden kente göçten önce Uzunyayla’daydı. Doğal olarak Uzunyayla demek bir anlamda Çerkes, bir anlamda Kafkasya demektir.

Ailesi uzun yıllar önce Kafkasya’dan göç eden yazar Erol Gergin “Haçeş Hikayeleri”nde Uzunyayla anılarını anlatıyor. Samimi, akıcı ve duru bir dille yazılan bu kitapta Çerkesleri; Kafkasya’nın insanlarını okuyoruz. Kitabı bitirdiğim zaman yazarla Çerkes-Kafkas kültürüne dair giriş niteliğinde bir röportaj yapma fikri doğdu. Sağ olsun Erol Gergin de bizi kırmadı ve okuduğunuz bu satırlar ortaya çıktı.

Eserinizin ismi “Haçeş Hikayeleri”. Bu isim nereden geliyor? Ardından sizin hayatınızdan ve kitabınızın serüveninden devam edelim dilerseniz.

Kitabımı yazarken herhangi bir yazılı kaynaktan faydalanmadım. Özel olarak bir araştırma da yapmadım. Bütün bilgileri sözlü kaynaklardan sağladım. Bunlar da “haçeş” olarak adlandırılan “konuk evleri”nde anlatılanlar. Onun için bu ismi koymayı uygun gördüm. Ben 1953 yılında Kayseri, Pınarbaşı, Yassıpınar köyünde doğdum. İlkokulu köyde, orta okulu Pınarbaşı’nda, liseyi Kayseri’de, üniversiteyi Ankara’da Ziraat Yüksek Mühendisi olarak tamamladım. Uzun yıllar ticaretle uğraştım, kendimi emekli ettikten sonra uzun zamandır yazmayı tasarladığım kitabımı üç yıllık bir sürede tamamladım. Kitabı yazmaktaki amacım, özgün Çerkes kültürünü birebir yaşamış insanların anlatılarını yazılı hale getirmekti.

Çerkesleri anlatıyorsunuz. Çerkesleri tarif edebilir misiniz? Kimlere Çerkes denir?

Çerkesler, insanlık tarihinin en kadim halklarından biri olarak, ilk çağlardan itibaren Kuzey Kafkasya’da yaşadılar. Oranın otokton halkıdır. Dili, töresi ve fiziki özellikleriyle özgün bir halktır. Devlet nizamı olmaksızın doğal bir yönetim biçimi uygulayarak bağımsızlıklarını on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar sürdürdüler. Büyük Rus-Kafkas savaşlarının sonunda yenilerek, dünyanın dört bir tarafına dağıldılar. Büyükçe bir kısmı o günkü Osmanlı topraklarına yerleştiler. 

Çerkesleri, daha özelinde ise Uzunyayla’yı anlatıyorsunuz. Uzunyayla’dan bahseder misiniz? Uzunyayla’nın Çerkesler için önemi nedir? Kafkasya ve Uzunyayla kıyaslaması yapabilir miyiz?

İki sorunuza birden kitabımdan alıntılayarak cevap verebilirim: “Uzunyayla 1864 Büyük Sürgün’ünden sonra Anadolu’ya göç eden Çerkeslerin yoğun olarak yerleştirildikleri, Kayseri-Sivas-K.Maraş il sınırlarının kesiştiği 1500-1600 metre rakımlı 60’a yakın Çerkes köyünün bir arada bulunduğu yüksek platonun adıdır. Uzunyayla eşkıyasıyla, evliyasıyla, thamadesiyle, genci, fakiri, zengini, asili, avamı ile Kabardey’i, Hatıkoy’u, Abaza’sı, Abzeh’i, Çeçen’i ile başlı başına bir dünya idi. Her şey doğal akışında yaşanırdı. Yaklaşık üç bin kilometrekarelik bu toprak parçası hem coğrafi hem de sosyolojik açıdan hiçbir yere benzemiyordu. Otantik tanım çok uyuyordu Uzunyayla’ya. Küçük bir Kafkasya’ydı Uzunyayla. Nitekim oradan taşınan her değer burada yaşanmıştır. ‘Burada Kafkasya’dan gelmemiş bir adet yoktur’ sözü çok sık tekrarlanırdı. Kafkasya’dakinden daha ideal bir bütünleşme olmuştu Uzunyayla’da. Bir düğünde, cenazede veya önemli bir sosyal olayda adı geçen tüm toplum kesimlerinden temsilciler mutlaka bulunurdu. Bu yaşam biçimi ve onların sentezi ‘Uzunyaylalılık’ adı verilen kimliği ortaya çıkarmıştır. Uzunyaylalılık, Çerkes örf ve adetlerinin otantik halinin Türkiye gerçeğine uygun olarak yeniden yorumlanıp yaşanması ve bu değerlerin bir hayat biçimi olarak benimsenmesidir.”

Çerkes kültürüyle alakalı “Haçeş Hikayeleri”nde dikkat çekici bölümler var, örneğin “Thamade” ve “Wunafe” gibi kavramlar, toplumsal meseleler var, bunları açar mısınız?

Yukarıda belirttim doğal yönetim diye, işte tam da bu sorunuzun cevabıdır orada söylediğim. “Thamade” doğrudan demokratik yöntemler uygulanarak yani “wunafe-istişare”yle seçilmiş önderdir. Gündemdeki meseleyi en iyi şekilde halledeceğine inanılan kişinin toplum temsilcilerinin ittifakıyla seçilmesidir “thamadelik”, o kişi de “thamade”dir.

Kitabınızda Çerkes kültüründeki düğünler, cenazeler, misafirler anlatılıyor. Çerkeslerin katı ve kurallı bir yaşamı var. Protokoller yaşama fazlasıyla hakim. Bunlarla birlikte Uzunyayla’daki Çerkes yaşamını açabilir misiniz?

Yine kitabıma döneceğim: “İddia ediyorum ki bizim günlük yaşamımızda uygulanan protokol Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığındakinden fazladır” diye. Gerçekten de öyleydi… Bir kere istediğin yere oturamazdın, senden bir yaş büyük biri varsa o mecliste, onu bilecek, önceliği ona verecektin. Senden büyük birisinin hatırını soramazdın, “nasılsınız?” diye onun sormasını bekleyecektin. Ancak ondan sonra sorabilirdin “saygılarımı sunarım efendim, siz nasılsınız” diye. Kaç yaşında olursa olsun yabancı bir hanım veya genç kıza evin baş köşesini verecek, karşısında bir asker disipliniyle oturacak, öyle davranacaktın. Bir grup olarak bir başka grubun yanına girdiğinde “thamade” olan kişi selam verebilirdi ancak. Orada bulunanlarında tamamının ayağa kalkması gerekirdi kaç yaşında olursa olsunlar. Diğer cenaze düğün işlerinde uygulanan protokole girmeyeyim sayfalara sığmaz. Bir anekdotla bitireyim: Dedem, haceşte oturuyordu misafirleri ile birlikte. Beni çağırtmıştı “gelsin misafirlere hoş geldin desin” diye. Ben de gönülsüzce gittim yanlarına. Girişe en yakın olandan başladım hoş geldin demeye. Dedem hemen müdahale etmişti, “Olmadı önce thamadeden başlayacaksın” diye baş köşede oturan adamı göstermişti. Böyleydi Uzunyayla’da daha ilk günlerden başlardı protokollü, kurallı yaşam. 

Çerkeslerin yaşamında at ve atçılık ciddi bir öneme sahip. Çerkesler ve atçılık meselesini anlatır mısınız?

Atla Çerkesler kadar özdeşleşmiş başka bir halk yoktur. Hatta atın adıyla “kardeş” aynı kökten gelir Çerkescede. At, prestijdir. At spordur, at en önemli geçim kaynağıdır, atla ilgili olan her Çerkes aynı zamanda bir veterinerdir. En önemli savaş gücüdür. Çerkesler on dokuzuncu yüzyıla kadar bağımsızlığını korumuşsa bunu atlı süvari birliklerine borçludur. O günün tüm savaşçıları bu birliklere boyun eğmiştir. Buna Mısır’daki Çerkes Memlukların karşısında ilk kez mağlubiyeti tadan Moğollar da dahildir. At soylu sınıfın uğraş alanındadır. Bu sınıf atla ilgili her tür işi yapardı; koşum takımından eyerine, yamçısından kamçısına kadar atın bakımı da dahildir buna.

 “Haçeş Hikayeleri”nde Çerkeslerin diğer insanların zor anlayacağı bazı kültürlerinin varlığından bahsediyorsunuz ama ben gene de sormak istiyorum, mümkünse bunlardan birkaçını anlatmaya çalışır mısınız?

Mesela “at hırsızlığı” bunlardan biridir. O dönemin jargonunda “delikanlılığın” bir göstergesi kabul edilir, öküz çalan birisi adi hırsız telakki edilirken at hırsızına aynı gözle bakılmazdı. Çerkesler Kafkasya’da yaşarlarken düşman topraklarına yapılan seferlerde elde edilen ganimet at sürüleriydi. Türkiye’ye geldikten sonra yapılan hırsızlıklar sanki onun devamı, küçük bir versiyonuydu. Bir anekdot, kitabımda detaylı anlattım, dedem bir süre bu işi yapıp tövbe etmişti. Nineme o günün Uzunyayla’sının en önemli kişilerinin talip olduğu, aile dedemin durumunu bildiği halde onu tercih etmişti. Kusur olarak görmemişlerdi yani. Bir diğer anlaşılmaz mesele de “kaşenlik”tir. Ben bunun Türkçe karşılığını bir türlü bulamadım. Sevgili desen değil, yavuklu desen değil, kız-erkek arkadaşlığı desen değil, flört hiç değil. Çok karmaşık bir konu. Ancak o kültürün içinden gelenler anlayabiliyor.

Uzunyayla’daki din alimlerinden de bahsediyorsunuz. Bu alimlerle birlikte; Çerkesler ve Müslümanlık, Çerkesler ve İslam konusunda neler söylersiniz?

Halk olarak Müslümanlığı en son kabul eden Çerkeslerdir. 15-16-17. Yüzyıllar. Osmanlı çok akıllı bir politika izleyerek sağlamıştır bunu. Yanılmıyorsam da Hristiyanlıktan Müslümanlığa geçen tek halk Çerkeslerdir. Bugünün en önemli değeri “Laiklik” Çerkes toplumunun benimsediği bir uygulama idi her dönem. Din alimi hiçbir zaman yönetici elitin önüne geçmedi, hep yanında durdu. Uzunyayla özelinde efsanevi thamade Tok Hacı Ömer ile yine o kadar ünlü din alimi Ademey Hafız Efendi’nin işbirliği bu konuda çok güzel bir örnektir. Her türlü sosyal olayda birlikte hareket edip sonuç almışlardır.

Kitapta yazılanlardan Çerkeslerin artık Türkiye’nin bir parçası olduğu sonucunu çıkardım. Onların bu ülkeye ve insanlarına sunduğu katkılardan bahseder misiniz?

Bir halk için yeni bir dini kabul etmekten daha önemli ne olabilir ki? Osmanlı sayesinde gerçekleşti bu olay. Ayrıca yüzyıllarca Osmanlıyla çeşitli münasebetleri oldu Çerkeslerin. Büyük savaşın sonunda da Anadolu toprakları tercih edildi tereddütsüz. Çerkesler özelikle askeriyede ve bürokraside çok önemli görevler üstlendi. II. Abdülhamid’in zamanında bir ara dokuz ordunun komutanının da Çerkes olduğu bilinir. Kurtuluş Savaşının başlangıcının ilanı olan Amasya Tamiminden sonra İstanbul Hükümeti ile Kurtuluş Savaşını başlatan kadro arasındaki Amasya Mülakatını sağlayan beş kişi (Atatürk hariç) Çerkestir.  

Yalnız bunlara rağmen Çerkes-Kafkas kültürünün yok olması gibi bir problemle karşı karşıyayız. Köyden şehre göçle birlikte bu durum daha bir belirginleşiyor sanırım. Yok olan sadece Çerkes kültürü mü, yoksa bütün kültürler şehirde bitiyor mu?

Maalesef öyle bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Şehirleşme, görsel ve yazılı medya eğitim sistemi bunda en önemli etkendir. Ancak bizler de bu konuda yeterli bir çaba göstermiyoruz. Örneğin Çerkesçeyi ev ortamlarında konuşmuyoruz, şehirde doğan yeni nesli bundan mahrum bırakıyoruz. Ayrıca küreselleşmeyle birlikte tüm yerel kültürlerin tehdit altında olduğu bir gerçek.

Çerkesler günümüzde neler yapıyor, neler yapmaya çalışıyor? Sizin Çerkes kültürünün geleceğiyle alakalı düşünceleriniz nelerdir? Son sözlerinizi de alalım.

Bütün zorluklara rağmen ben iyimser olunmasından yanayım. Kentte yetişen yeni kuşağın kültürüne, tarihine sahip çıkması umut verici. Her ne kadar aralarında tartışma ve çekişmeler yaşanıyorsa da yüze yakın Çerkes-Kafkas sivil toplum kuruluşu var. Bunların yaratacağı sinerji önemli, devletimiz de farklı kültürleri artık bir zenginlik olarak görüyor. Kurslar, üniversitelerde bölümler açıyor, bunu değerlendirmek gerekiyor. Son söz olarak, Türk toplumunun Çerkesleri hala çok az tanıdığını düşünüyorum. Kitabımın çıkışından sonra bu düşüncem daha da pekişti. Çerkes olmadığını ifade eden okurların ortak söylemi mealen şöyleydi: “İç içe yaşadığımız halde hiç tanımadığımız bir kültürü sayenizde öğrendik.” Kültürümüzün tanıtılması için yazılı ve görsel medyaya imkanları daha çok  kullanmalıyız. Size de bana bu imkanı verdiğiniz için teşekkür ediyor, yayın hayatınızda başarılar diliyorum.

Yusuf Tunçbilek

Erol Gergin, Haceş Hikayeleri, Kıvılcım Yayınları