Tarihi kaynakların içerisinde de ”“tarihi araştırma ve akademik çalışmaların zihni daha fazla yorduğundan olsa gerek- bahse konu olan dönemin olaylarını yaşayan kahramanların, tarihi kişiliklerin hatta şahitlerin yazmış olduğu günlük, mektup, hatıra, seyahatname türü kitaplar oldukça ilgimi çeker. Türklerin yüzyıllardır sözlü geleneğinin çok kuvvetli olmasına rağmen; “yazı” ile arasında soğuk savaşın devam ettiğini söyleyebiliriz. Son 150 yıldır modernleşme ve sanayileşmenin sonucunda okur-yazar Türklerin şiir ve mektubun dışındaki alanlara el atması ve kayda değer birçok başarı elde etmesi şüphesiz sevindirici bir durumdur. Hal böyle olunca yabancı seyyah, diplomat, gazeteci ve ajanların; Türklerin kültürü, askerî, siyasî, dinî ve gündelik yaşamları hakkında yazdığı eserlerin vazgeçilmez önemde olduğunu belirtebiliriz. Birçok tarihçinin “Türk Asrı” dediği 16. Yüzyıl, Osmanlı Devleti'nin dünyada en çok sözünün dinlendiği, sesinin gür çıktığı asırdır. Diğer taraftan bu yüzyıl aynı zamanda Batı/Avrupa/ Hıristiyan âleminde Türk korkusunun zirveye tırmandığı yıllardır. Bu korku ve panik Türklerin başarısının yavaş yavaş sorgulanmasına; Türkler hakkında daha sağlıklı bilgilere ulaşılmasına neden olur. Osmanlı Devleti'nin sınırlarının Avusturya'ya kadar dayandığı Kanunî Sultan Süleyman döneminin son yıllarında Avusturya Sefiri olarak 8 yıl görev yapan Ogier Cheiselin De Busbecq, 1555”“1562 yılları arasında Türkiye'deki gözlemlerinden oluşan 4 mektubu okul arkadaşı Nicholas Michault'a gönderir. Bu mektuplar daha sonra kitap halini alır.[1] Bu mektuplar Türkler ve Osmanlı Devleti'yle ilgili gayet dolgun tespit ve rafine müşahedelerden oluşmaktadır. Aynı zamanda Avrupalı ve Hıristiyanların Türk imparatorluğuna bakışını da gayet net göstermektedir. Busbecq'un arkadaşına yazdığı mektuplarda devrin önemli siyasî olaylarından Şehzâde Mustafa'nın öldürülmesi, Düzmece Mustafa Olayı, Şehzade Beyazıd'ın isyanı, Osmanlı-İran ilişkileri tafsilatlı bir şekilde anlatılır. Eser, 16. yüzyıl Türkleri ve Türkiye'si hakkında birçok ilginç bilgi içerir. İstanbul'da olan depremler ve veba salgınları da dönemin büyük sosyal olaylarındandır. Yazar, Türklerin temizliğe, çiçeğe çok önem verdiğini; uğur ve talihi çok ciddiye aldığını, siyah rengin uğursuzluk olarak algıladığını; içki, kumar ve eğlence düşkünlükleri olmadığını, kâğıt ve zar oyunlarını bilmediklerini ifade eder. Gezdiği yerlerde ot, arpa, buğday ve yulafın çok az olduğunu vurgular. Müellif, Türkler ve devleti hakkında değerlendirmelerde bulunurken sık sık kendi ülkesi ve insanlarının durumunu belirterek mukayesede bulunur. Örneğin, kabiliyet ve liyakate göre insanların ”“Padişahlık hariç- her makam ve mevkiye gelebileceğini oysa ki kendi ülkesinde böyle bir durumun olmadığını beyan eder. Gerek savaşta gerek savaş dışında Türk askerinin güç şartlara nasıl sabır gösterdiğine, gelecek için ne kadar fedakârlık yaptığını, her türlü yemeğe itiraz etmediğini, askerlerin sıhhatlerine dikkat ettiğini, giyim-kuşamının mevsime göre değişiklik gösterdiğinin altını çizer. Türk askerî sistemiyle Avusturya askerî sistemini kıyaslayarak durumun kendileri açısından ilerde ne kadar vahim olacağını şöyle anlatır yazar: “Bizim askerî sistemimizle Türk sistemini karşılaştırınca geleceğin bize neler hazırladığını düşünüp korkudan titriyorum. Karşılaşan iki ordudan biri galip gelecek ”“ki bu herhâlde Türk ordusu olacak- diğeri de mahvolacaktır. Çünkü Türk Ordusu sırtını kuvvetli bir imparatorluğun geniş kaynaklarına dayamış, zinde, tecrübeli, sarsılmamış bir kuvvet. Askerleri zafere alışmış, zor şartlara dayanma kabiliyetine sahip, intizam ve disipline riayetkâr, uyanık ve kanaat ehlidirler. Bizimkilerde ise umumi bir fakirliğe mukabil hususi bir israf, yıpranmış kuvvet, maneviyat bozukluğu, tahammül yokluğu ve idmansızlık var. Serkeş askerler, aza kanaat etmeyen subaylar. Disiplin kavramıyla alay ederiz. Başıboşluk, sarhoşluk, serkeşlik, zevke düşkünlük bizde alabildiğine vardır. Daha kötüsü yenilgiye alışmış bulunmamızdır. Bu durumda neticenin ne olacağı gün gibi aşikârdır. Herhalde şimdilik İran lehimize bir durum yaratmakla beraber, Türkler İran'la bir anlaşmaya vardıkları zaman onlardan ve diğer şark devletlerinden de yardım görerek bütün güçleriyle boğazımıza sarılacaklardır. Bu büyük tehlikeye karşı ne kadar gevşek ve hazırlıksız olduğumuzu düşündükçe içim ürperiyor.”(s.74) Yazar, kendi memleketlerinden çok daha fazla sayıda dilencinin burada olduğunu söyler. Türklerin tarih hakkındaki bilgilerinin efsane olduğunu beyan ederek şu ilginç tespiti yapar: “”¦Türklerde tarih kavramı hiç yok. Bütün devirleri birbirine karıştırıyorlar. Neredeyse ”˜Hazreti Eyüp, Kral Süleyman'ın teşrifat nazırı, İskender Başkumandanı idi' diyecekler. Daha büyük saçmalıklara bile düşebilirler.”(s. 41) Devrin yemekleri hakkında ayrıntılı bilgiler vererek Osmanlıların sofra zevkine çok düşkün ve obur olmadıklarını belirtir. İstanbul ve Anadolu'da gördüğü hayvanları da anlatır. Atlar hakkındaki gözlemleri dahi iki sayfa tutar. Osmanlıların dünyadaki gelişmelere karşı açık olduğunu, kendilerinden gördüğü büyük küçük toplar vs. icatları hemen benimsediklerini ancak kitap basmak ve umumi saatler yapma konusunda duyarsız davrandıklarını belirtir. Busbecq, İstanbul'daki güzellikleri anlata anlata bitiremez ancak beri yandan eskiden Hıristiyan toprakları olan bu yerlerin barbar Türklerin elinde olması karşısında oldukça üzgün ve mahcuptur. Bu durumu şu cümlelerle ifade eder: “Ne var ki, asil toprak, bakımsızlıktan şikâyetçi, bir Hıristiyan eli bekliyor gibi. Vaktiyle yarattığı medeniyeti bize aktarmış olan bu yerler, şimdi barbarlara karşı bizim yardımımızı diliyor, verdiğini geri istiyor. Fakat heyhat. Zira Hıristiyanları yönetenlerin akılları başka şeylerle meşgul. Esiri bulunduğumuz eğlence, oburluk, hasislik, kin ve hasret, bencillik yüreklerimizde öyle ağır bir yük ki başımızı kaldırıp gözlerimizi göğe çevirecek imkânı bulamıyor, temiz bir düşünceye, bir ideale erişemiyoruz. Sayısız menfaatler ve zenginlikler dolu güzel yerleri barbarların elinden almak dururken gözlerimizi Hindistan ve daha uzak yerlere dikmişiz. Çünkü oralardan daha kolaylıkla ve daha fazla ganimet elde etmek mümkün”¦”(s.33) Yazarın satırlarında -Türkleri barbar olarak görmekle birlikte- Türklerin başarısı karşısında hayranlık ifadeleri hemen göze çarpar. Ülke ve dindaşlarının mevcut durumlarını daha başarılı hale getirecek birikimlerden yoksun olduğunu belirterek Türklerin üstün moral değerlerini özellikle vurgular. Büyük devletin başarısını irdelemeye çalışır. Son olarak eserin tercümesinin kimin tarafından yapıldığı ve başındaki takdim yazısının sahibi belirtilmemektedir. Bunun yanında devrin yerleşim yerlerinin yanına şimdiki isimlerinin bir kısmı yazılmış fakat yazılmayanların da hatırı sayılacak kadar olduğunu belirtebiliriz. Bir editör gözüyle gözden geçirilip Türk okuyucusunun karşısına çıkarıldığında daha isabetli ve verimli olabileceğini düşünüyorum. [*] Eğitimci, E-posta: [email protected] [1] Ogier Chiselin De Busbecq, Türkiye'yi Böyle Gördüm, 134 sayfa, 2004, Ankara, Elips Kitap