Bu portreler arasında kimler yok ki: Sultan Abdülhamit ve Abdülaziz, bu iki padişah döneminin büyükelçi ve Ticaret Nazırı Sadullah Paşa, büyük şair ve diplomatımız, “Aziz İstanbul”un müellifi Yahya Kemal, Türk Ocakları başkanlarından Hamdullah Suphi Tanrıöver, İstiklâl Harbi'nin meşhur komutanlarından Refet Paşa, Şair-i âzam Abdülhak Hâmid ve eşi Lüsyen Hanım, kadın yazarlarımızdan Halide Edip Hanım ve eşi Adnan Adıvar, Türk dostu Monsieur Massignon, Pierre Loti, Ruşen Eşref ve eşi Saliha Hanım, büyük tarihçimiz İsmail Hami Bey, İstiklâl şairimiz Mehmet Akif ve en yakın arkadaşı Mithat Cemal Kuntay vb. Münevver Ayaşlı, Sultan Abdülaziz döneminin Nazır ve bürokratlarından, Abdülhamit döneminin de büyükelçilerinden Sadullah Rami Paşa'nın oğluyla evlidir.[2] Kayınpederi Sadullah Paşa, saraydaki görevinden dolayı devrin padişahları hakkında birçok olaya şahit olur. Ayaşlı'nın eşi Nusret Sadullah Bey, babasından dinlediği ve öğrendiklerini Münevver Hanım'a nakleder. Yazar özellikle de Sadullah Paşa ve Sultan Abdülaziz'in intiharları hakkında ilginç iddialar ortaya atar. Sultan Abdülaziz'in devlet adamlığının bir numunesi sayılabilecek bir olayı da bakın nasıl anlatır: “Bir tarihte de, bizden ayrılan ve nîm müstakil olan Sırbistan Prensi İstanbul'a gelir. Bab-ı Âli'den bazı talepleri var, hudut tashihi istiyor. Sırbistan Prensinin teklifleri pek ağır ve fahiş”¦ Bu tekliflere Bab-ı Âli: - Hayır olmaz, der. Sırp Prensi, gayet küstah ve kendinden emin, hariciye nazırına: - Peki, o halde Zat-ı Şahane'yi göreyim, kendilerinden bu hudut tashihini koparırım, diyor. Hakikaten, Sırbistan Prensi, Mabeyinden Zât-ı Şahene'ye arz-ı ubudiyet ve hâk-i pay-i şahaneye yüz sürmek için müsaade ister. Bundan haliyle haberdar olan Bab-ı Âli, Prense: - Zât-ı Şahane'yi, yalnız arz-ı ubudiyet için görebilirsiniz, fakat katiyen politika ve mahut “hudut tashihi” meselesini açmayacaksınız diyor. Prens, bu hususta Bab-ı Âliye, politikadan ve hudut meselesinden hiç bahsetmeyeceğine dair şeref sözü veriyor ve yemin ediyor. Prensi kabul etme müsaadesi çıkıyor. Gününde ve saatinde Sırp Prensi sarayın yolunu tutuyor. Sultan Abdülaziz Han, bu hâlâ kendi “peyki” olan Sırp Prensini iyi karşılıyor. Huzurda bir küçük iskemlede oturmasına da müsaade ediliyor. Kendisine yapılan bu güzel muameleden yüz bulan Sırp Prensi, Bab-ı Aliye vermiş olduğu namus sözüne ve yeminine rağmen, Padişaha hudut meselesini açıyor ve açmakla da kalmıyor, bu mesele üzerine ısrar da ediyor. Zât-ı Şahane'nin yüzü birbirine karışıyor, fırtınadan evvelki hava kaplıyor ortalığı. Yine terbiyesi kıt Sırp Prensi: - Bu meseleyi hal edemez isem ve hudut tashihini yapamaz isem, beni memleketime sokmazlar ve tahtıma oturtmazlar, diyor. Bu sözler artık, bardağı taşırmaya kâfi gelen son damla oluyor. Ve Zâtı Şahane'nin gözlerinde şimşekler çakmaya başlıyor ve gök gürler gibi Padişah, arslanlar gibi kükremeye başlıyor: - Eğer makamını kaybetmekten ve memleketine gitmekten korkuyorsan, âsâkîr-i şahanem seni memleketine götürür ve sandalyene oturtur, diyor. Belgrat'taki koltuğundan başka, Padişah'ın karşısında oturduğu küçük sandalye de çatırdamaya başlıyor. Zira Sırp Prensi o kadar korku içindedir ki tir tir titremeye başlıyor ve Prens titredikçe oturduğu küçük sandalyeden de çatırdama sesleri duyuluyor. (s. 31) Ayaşlı, Şair-i azam Hamid bey ve eşi Lüsyen Hanım ile aynı ortamlarda çok bulunur. Özellikle de büyük şair vefat ettikten sonra Lüsyen Hanım ile çok iyi dost olduklarını belirtir. Lüsyen Hanım'ın eli kalem tutan biri, Hâmid ile hayat arkadaşı olmasına ve Türkiye'de 25 yıldır yaşamasına rağmen, Türkçe iki satır bile yazamadığını en basit mektup ve tezkireleri dahi Ayaşlı ve yakın arkadaşlarına yazdırdığını ifade eder. Lüsyen Hanım, Hâmid'in doğum yıldönümü olan 5 Şubat'ta, her sene Abdülhak Hâmid'in hatırasını taziz için bir çınar ağacı diktiğini söyler. Münevver Hanım, Lüsyen Hanım'dan dinlediği -tarihçi ve araştırmacıların incelemesi gereken- bir konudan bahseder. İsveç'ten 1927 yılında Nobel edebiyat ödülünün Abdülhak Hâmid'e verilmesi istenir. Ankara'dan İsveç hükümetine haber gönderilir. Abdülhak Hamid Bey'in eski rejimin adamı olduğu, yeni rejim edebiyatını temsil edemeyeceği söylenir, bunun yerine Ruşen Eşref Ünaydın aday gösterilir. (s.114) Ayaşlı, Asım Sönmez Bey'in Yahya Kemal Beyatlı'dan dinlediği bir anekdotu ihtiyat payını kullanarak bize anlatır. Yahya Kemal Bey, Varşova'da diplomatlık yaptığı yıllarda şehrin ileri gelen Yahudilerinden birisine - yıllardır cevabını aradığı soruyu - sorar: - Niçin Polonya' da Yahudiler bu halde de, Londra Yahudileri Aristokrat, Site'nin en muteber kimseleri? Bu zatın cevabı gayet açık ve nettir. - Her memleket, layık olduğu Yahudiye sahiptir.” (s. 74) Ayaşlı, “Zaferin yüzlerce babası vardır. Mağlubiyet ise yetimdir.” sözünün birinci cümlesini doğrulatacak bir hikâye anlatır. Bizim için olayın yaşanıp, yaşanmaması çok önemli değildir. Belki de anlatılanlar basit bir dedikodudur diyebilirsiniz fakat her başarı da aslan payını kendisine çıkaran insanları anlatmaya çalışan çok güzel bir darbı misal olduğunu düşünüyorum. Yazar, Ruşen Eşref Ünaydın'ın eşi Saliha Hanım hakkında söylenen hikâyeyi şöyle anlatır: Yahya Kemal, Cumhuriyet kurulduktan sonra arkadaşlarıyla yaptığı bir sohbette şu soruyu sorar: - Kuzum Sultan, der. (Yahya Kemal Bey merhum, sevdiği kimselere böyle hitap ederdi. Biz bu hitabı üzerimize almış değiliz estağfurullah, bin kere estağfurullah) İstiklâl Harbi'ni kim kazandı? Arkadaşları bu soruya hemen duraksamaksızın: - Aman beyefendi, derler, bilmiyor musunuz? Bu da hiç sorulur mu? Elbette Mustafa Kemal Paşa: Yahya Kemal Bey: - Evet evet, der. Biz de öyle biliyorduk, amma kiminle konuşsanız, muharebeyi kendisinin kazandığını söylüyor: İsmet Paşa, Refet Paşa, Fevzi Paşa, Ali Fuat Paşa, Kazım Karabekir Paşa, bunların hangisiyle konuşursanız konuşun, İstiklâl Harbi'ni kendisinin kazandığını iddia ediyor. Hatta bu iddia, bizim Ruşen'in hanımı Saliha Hanım'a kadar düştü, der. Sohbeti dikkatle dinleyenler, nasıl olur Beyefendi? diye sorar. Yahya Kemal Bey: - Evet, der ve anlatmaya başlar: - Yunanlılar Eskişehir' e kadar gelmişler, hükümet ve meclis, Kayseri' ye gitmeye karar vermiş ve hazırlıklara başlanmış, fakat bu kararın tatbikine Saliha Hanım mani olmuş, Saliha Hanım: - Ben bir kadın olduğum halde, ben gitmeyeceğim, siz nasıl gidersiniz? demiş. Genç ve cesur bir kadının direnmesi karşısında, hükümet ve meclis kararını değiştirmiş ve Ankara'da kalmış. İşte Ankara'da kalmakla da büyük zafer elde edilmiş. Bu hikâyenin sevabı ve vebali anlatana aittir, biz sadece naklediyoruz, o kadar.” (s. 119) Münevver Hanım, I. Cihan Harbi'nde Fransızlardan alınıp, Beyrut Türk Koleji haline getirilen, Halide Edip'in de öğretmenlik yaptığı okulda bir dönem okuduğunu belirtir. Halide Edip Hanım'ın kendilerinde olumlu bir intiba bırakmadığını özellikle anlatır. Halide Hanım'ın buradan ayrılırken de mektepteki keten çarşaflarına, çatal ve bıçağa kadar alıp götürdüğünü, şehirdeki Tarazzi adındaki mağazaya olan borcunu da ödemediğini belirtir. DEĞERLENDİRME Münevver Ayaşlı'nın, hatıralarının yekûnunu dinlediği ve duydukları oluşturuyor. Bu anlattıklarının, özellikle de bir kısmının, ne kadar sağlıklı ve objektif olabileceğini tarihçi ve araştırmacıların inceleme ve araştırmalarla ortaya çıkacağını düşünüyorum (Belki de yazarın ortaya attığı iddialarla ilgili araştırma çalışmaları vardır da haberim yoktur). Türk edebiyatının 20. yüzyıldaki en önemli muhafazakâr kadın yazarlarından biri olan Ayaşlı'nın yazdıklarını okuyunca zaman zaman hayrete düştüğümü de ifade etmeliyim. Çok dar bir bakış açısının izlerini, analitik düşünememenin emarelerini, düşünceden daha çok düşünce soslu tekerlemeleri kitapta bahsettiği portrelerin birçok kısmında görülebiliyor. Örneğin Halide Edip Hanım ve düşünceleri hakkında öyle sağlıksız değerlendirmelerde bulunuyor ki vicdan sahibi kalemden çıkamayacak yazılara dönüşüyor. Yazar, Halide Hanım'ı anlattığı bölümün birçok yerinde babasının Yahudi dönmesi, kendisinin İsrail kızlarına benzediğini, Yahudi kökeniyle arasında gönül bağı olduğunu, semitik ırkçı, Turancı olduğunu, Türk olamayacağını, milliyetçiliğinin safsata olduğunu, kaleminin çok güçlü olmadığını özellikle anlatmaya çalışır. Bu hatıralarda Halide Hanım'ın Türk'ün hayat-memat mücadelesi olan Balkan, I. Cihan ve İstiklal Savaşları'nda kalemini süngüye çevirip, küffar ile ettiği mücadeleleri ısrarla görmezden gelir. Falih Rıfkı, Yakup Kadri, Ruşen Eşref ve Halide Edip' in aylıklı, maaşlı yazar olduklarını, özellikle Milli Mücadele'yi yazamadıklarını söyler. Adnan Adıvar ile Hanım'ın Atatürk'ün ölümünden sonra Türkiye'ye avdet ettiğini, özellikle Adnan Bey'in artık erişilemez bir ilim adamı olduğunu, dinler hakkında kitap yazdığını, bu kitabı okuyan Refet Paşa'nın: “Biz Halide Hanım'ı Müslüman ettik zannediyorduk, meğer Halide Hanım, Adnan Bey'i Yahudi etmiş.” diyerek nükte yaptığını söyler. Halide Edip Hanım'ın Kurtuluş Savaşı'ndaki rolünü nasıl küçümsediğini şu cümlelerle bizlere anlatır. “”¦ ayağında pantolon, beygirin yuları elinde, bir elinde kırbaç, Halide Hanım poz poz resimler çektiriyor. Yok, Halide Onbaşı, yok Halide Çavuş gibi manasız ve ciddiyetle telif edilemeyecek hallerdi bunlar”¦ Ciddiyet nerede? Bilakis onun milletle alay eder gibi bir hali vardı resimlerde.”(s.85) [*] Eğitimci, E-posta: [email protected] [1] Münevver Ayaşlı, İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim, 191 sayfa, 2002, İstanbul, Timaş Yayınları [2] Sadullah Paşa (1838-1890): 1838'de Erzurum'da doğdu. Babası çeşitli illerde vâlilik yapmış Esad Muhlis Paşadır. İyi bir tahsil gören Sadullah Paşa, babasının kontrolünde özel hocalardan Arapça, Farsça, fıkıh, akaid, tabiiye, kimya ve Fransızca dersleri aldı. 1853'te ilk memuriyetine başlayarak, mâliye Vâridat Kaleminde vazifelendirildi. Üç sene kadar burada çalıştıktan sonra, Bâbıâli Tercüme Odasına geçti. Kısa zamanda memuriyette derecesi yükseldi ve sırasıyla Mesahib Kalemine (1866), ŞÃ»râ-yı Devlet Maârif Dâiresi Başmuavinliğine (1868) ve ardından da Başkitâbetine (1870) geldi. Dîvân-ı Hümâyun Tercümanlığına (1871), Dîvân-ı Hümâyun Amedliğine ve Defter-i Hâkânî Nezâretine (1874), Temyiz Mahkemesi Reisliğine (1876), Ticâret Nezâretine ve Sultan Murâd'ın tahta geçmesiyle de Mâbeyn Başkâtipliğine (1876) tâyin edildi. Sultan İkinci Abdülhamid Han zamânında, Bulgaristan Meselesini yerinde incelemek üzere Filibe'ye gönderilen komisyona başkanlık yaptı. Bu vazîfesini tamamladıktan sonra Berlin'e elçi olarak gönderildi. Buradayken Ayastefanos Antlaşması ile Berlin Kongresine ikinci murahhas olarak katıldı. Berlin'deki başarılı çalışmalarından dolayı vezirlik rütbesi verildi (1881). 1883'te Viyana Büyükelçiliğine tayin edildi. 1891'de Viyana'da kaldığı binada havagazını açık bırakarak intihar etti. Cenâzesi İstanbul'a getirilerek Sultan Mahmud Hanın türbesinin bahçesine gömüldü. Sadullah Paşa, devlet adamlığı yanında edebiyatla da uğraşmıştır. Fakat yazdıklarının pek çoğu ele geçmemiştir. Yazdıklarının içinde en önemlisi on dokuzuncu asır manzumesidir. Bu manzumede batının ilerlediği müspet ilimlere, Türklerin de ayak uydurması gerektiğini savunmaktadır. Sadullah Paşanın batı dillerinden yaptığı tercümelerin en meşhuru Göl adlı eseridir. Berlin Mektupları, Charlottenbourg Sarayı, Paris Ekspozisyonu, Cevdet Paşaya Mektup bilinen eserleridir. Berlin Mektupları, Tanzimat devri seyahat edebiyatının ilk örnekleridir. Şu mısralar da kendisine aittir: “Mecaz oldu hakikat, hakikat oldu mecaz / Yıkıldı belki esasından eski malûmât”.