Kahramanmaraş’ta Halk otobüsünde yolculuk yapıyorsanız, gideceğiniz yer biraz uzak ve o kalabalıkta bir pencere kenarı kaptıysanız, o gün moraliniz de iyi, başınızı pencereye dayamışsınız, bir de yağmur vuruyorsa otobüsün camına değmeyin keyfinize. Memleketin havasından mı suyundan mı bilinmez, bir ilham gelir diğeri gider.
İşte aynen böyle bir atmosferde, hayal âlemine dalmış, otobüsteki sesler küçülmüş küçülmüş fısıltı haline gelmişken annemin özlemi düştü içime. Şimdi eve gidince annem açsa kapıyı “Evladım bu yağmurda yaşta şemsiyeni almamışsın, hasta olacaksın. Geç içeri, çorba yaptım bir kâse içte sıcak sıcak kendine gel.” dese. Bir kızsa bana bir sevse istedim.
Sonra da kendi kendime: “kocaman oldun, sen olmuşsun bir anne bu yaştan sonra çocukluk yapmak istiyorsun!” diye düşündüm. Kesin gülümsemişimdir de.
İnsanoğlu sekizinde nasıl annesine ihtiyaç hissediyorsa, sekseninde de aynı. İşte o an seksen yaşındaki bir evladın annesine özlemi nasıldır? Sorusu geldi aklıma. Yolculuk boyunca yazdım hikâyeyi. Buyurun efendim:
Sevgili anneciğim; Bugün sekseninci yaş günüm. Ve bugün içimdeki özlemin her zamankinden daha fazla nüksetti nedense? Kendime: ”Artık kocaman adam oldun hâlâ çocuk gibi ağlıyorsun” diyorum ama nafile. Aklıma sen düşünce bir şefkat özlemi kaplıyor her yanımı. Bir dinginlik geliyor hayal âlemime. Tıpkı sekiz yaşımda ki gibi saçlarımı okşayışın, burnumu sıkışın, kulağımı çekişin; “canım oğlum!” deyişin çınlıyor kulaklarımda.

Şimdi yanımda olsaydın, kar düşmüş saçlarımı okşardın. Şefkat sürülmüş ellerin üşürdü ama ben avuçlarımın içinde ısıtıverirdi. Hem belki halime yüreğin dayanmaz, “Buruş buruşta olmuş benim oğlumun elleri, omuzları da ağrırmış. Dur ben şimdi bir merhem yapıp sürerim gözyaşlarına, bir şeyciği kalmaz.” Der de, çiçekler dikerdin bahçelerime. Sonra da gezdirirdin lalelerin güllerin arasında oğlum avunsun diye, erinmeden üşenmeden…

Ah! Annem; Yüreğimin sızısı dizleriminkiyle dalga geçer oldu, senin ki de ağrı mı? Diye. Dilim dönmez kulağım işitmez oldu ya! Olsun. Sen duyarsın işitirsin beni sezgilerinle. Hem tarhana çorbasını dökerek içsem de kızmazsın bilirim. Kaşık kaşık merhamet yudumlatırdın sevginle… Uykumu hiç sorma. Kaf dağının ardında epeydir. Rüyalarım desen iyice boşladı beni. Belki masal anlatırsan” bir varmış bir yokmuş” , diye uyurdum o zaman içime anne kokusu çekerek. Yok yok uyumazdım. Konuşur, bir sürü soru sorardım cevabını bilsem de… Kızmazdın değil mi anneciğim? ” ne çok soru sordun” diye. Dinlerdin can kulağınla sıkılmadan usanmadan…

 Ağır gelmezdim sana biliyorum son nefesime kadar. Ölüm gelince de, bu naçiz bedenime kucağında ninniler söyler, sessizce uyandırmadan teslim ederdin çocuk ruhumu Rahman’a…

Yine mızmızlanıyorum değil mi? Ne yapayım sızlıyor içimdeki hasretin işte. Yaşlı bedenimin içinde hapsolmuş tüm sevdiklerim… Dermanım, hâlim çabukluklarım… Sana sekizimdeki kadar muhtacım. Bir şey soracağım da; ötelerde yine annem olur musun şefkat abidesi melek annem? Beni bekler misin pamuk kucağınla? Söz ilk sana sarılacağım, top koşturacağım eteklerinin ucunda… Özledim işte özledim bana ne! Diyor çocukluğum. Gördün mü annem? Yine söz dinletemiyorum ona. Zamane çocuğu işte durduramıyorum yaşlı kabuğumda. Hadi gel koca çocuk sil gözyaşlarını. Bak şiir defterinde ne yazıyor:
Annem başa tac imiş.
Her derde ilac imiş.
Bir evlat pir olsa da,
Anneye muhtac imiş…