Çoğulcu Demokrasi Partisi Genel Başkanı Kenan Kaplan'ın açıklamasını yorumsuz olarak yayınlıyoruz.

Haber Türk gazetesi yazarı Murat Bardakçı 21 Ocak 2015 tarihinde kaleme aldığı “Vatana ve millete hayırlı olmasın!” başlıklı yazısında, Çoğulcu Demokrasi Partisi (ÇDP)’nin İstanbul toplantısını vesile ederek Çerkesleri “nankörlük” ve “edepsizlikle” suçlarken, bir taraftan da ÇDP için “etnisite partisi” algısı oluşturarak aklınca adli makamlara ihbar etmiştir.

Bunu yaparken de kullandığı “çoğunluğu azınlığa karşı kışkırtan nefret söylemleriyle” Anayasa’nın 216’ncı Maddesinde ifadesini bulan “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” suçunu aleni bir şekilde işlemiştir. 
ÇDP olarak, bütün bu suçlama ve iftiralarının hesabını mahkeme huzurunda soracağımızı kamuoyuna deklare ediyoruz.
*** 
Bardakçı daha yazısının girişinde “ÇDP’nin bir-iki gün önce kurulduğu”  şeklinde bir ifade kullanarak yazılarını hiçbir araştırma yapmadan ciddiyetsiz bir şekilde kaleme aldığını ortaya koymuştur. 
Kuruluş süreciyle ilgili bilgiler ÇDP’nin web sayfalarında bütün aşamalarıyla kayıtlı olduğu halde; “Bu partinin ismi basında bir-iki seneden buyana geçiyordu ama anladığım kadarı ile iki gün öncesine kadar resmen mevcut değilmiş” diyerek aylar önce kurulan partinin herkese açık bilgilerine ulaşma becerisini dahi gösteremeyerek üzerinde taşıdığı “tarihçi” ve “araştırmacı” sıfatlarından fersah fersah uzak olduğunu ortaya koymuştur.
Yazdıklarından, Bardakçı’nın “tarih” ve “araştırma” konularında beceriksiz olduğu kadar, ağzından çıkan sözcüklerin anlamını bilemeyecek kadar Türkçe fukarası olduğunu da anlıyoruz.  Diyor ki Bardakçı; “Çoğulcu Demokrasi Partisi hakkında tek bir temennim var: Vatana ve millete hayırlı olmasın!”. 
Bu ne demek şimdi? 
Hem kendine vatansever ve milliyetperver payesi biçeceksin; hem de yeni kurulmuş bir partinin vatanına milletine bela olmasını isteyeceksin. 
***
Bardakçı, “Her etnik yahut muhacir grubun böyle tantanalı lâflarla partileşip hak talebinde bulunması üzerine canlarına tak edecek olan Türkler’in de bir “Türk Partisi” kurduklarını düşünün! “Irkçılık”, işte o zaman hakikat olur!” diyerek aba altından sopa göstermekten de geri kalmazken, açık bir şekilde “halkın farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa alenen tahrik ederek” suç işliyor (T.C. Anayasası Madde:216). 
Sonra da tarihi çarpıtma faslına giriyor ve şunları söylüyor: “Bugün bu memlekette yaşayan Çerkesler’in cedleri Türkiye’ye “Turistik bir seyahate çıkalım”, “Bilmediğimiz yerleri keşfedelim” yahut “Gidip şuralarda da şansımızı deneyelim” hevesiyle değil, Kafkasya’da özellikle 19. yüzyılın ortalarında yoğunlaşan ve Çar’ın kılıcından, yani son derece kanlı olan Rus saldırılarından canlarını kurtarabilmek için gelmişlerdir. O zamanın sıkıntılar içerisindeki Türkiye’si yüzbinlerce Çerkes’e kucak açmış; ev, iş, aş sağlamış ve devlette önemli görevler vermiştir.” 
Burada biraz durup bu yazılanları düzeltmemiz gerekiyor.
Birincisi; Çerkesler bu ülkeye gelmedi sayın Bardakçı, getirildi. Evet, Çerkesler yüz yıllar süren savaşta soykırıma uğramış ve yenilmiş; sağ kalanlar da Rus süngüleri ucunda Osmanlı gemilerine bindirilerek Devlet-i Aliye’ye, yani meşhur ismiyle Osmanlı’ya getirilmiştir. 
Yahut sizin karikatürize üslubunuzla ifade edersek, Osmanlı Devleti gemileri “Turistik seyahat olsun diye” Çerkesya kıyılarında gezerken, Rusların -nedense?- sahilde topladığı Çerkesleri tesadüfen görmüş ve onları aldığı gibi bu topraklara getirmiştir. 
Nasıl inandırıcı geldi mi? 
Bardakçı şu soruya cevap vermeli öncelikle: Çerkesleri Kafkasya’dan taşıyan yüzlerce Osmanlı yük gemisi kendiliğinden mi gitmişti Çerkesya kıyılarına? 
Bu gemilerin parasını kim ödüyordu sizce?
Tabii ki Rus Çarlığı ve Osmanlı Sultanlığı.
Yani ortada bir alış veriş var sayın Bardakçı ve burada Çerkesler ne alan taraf, ne veren taraftır. Çerkesler burada “verilen” ve “alınan” konumundadır.
Alışveriş Osmanlıyla Rus’un arasında geçmektedir. Yani bu getirilişin tarafları Osmanlılar ve Ruslardır. 
Kısaca, Çerkeslerin Devlet-i Aliye’ye getirilişinde Çerkeslerin iradesi değil, Rusların ve Osmanlıların iradesi vardır. 
Durum böyle olunca Çerkesler için nasıl “geldiler” filini kullanabiliyorsunuz?
İkinci husus da Çerkesler o dönemde “Türkiye”ye getirilmedi; kendini “Devlet-i Aliye”  olarak isimlendiren ülkeye getirildi sayın Bardakçı. İsimlendirmeyi yanlış yaparak, “Türkiye” vurgusuyla, 150 yılda “devşirilen” Çerkeslerin minnet duygularını tahrik ederek bizi birbirimize vurdurmaya çalışmanızı ise çok ucuz bir taktik olarak görüyor, sizi kınıyoruz sayın Bardakçı.  
Peki Çerkesler Devlet-i Aliye’ye niçin getirildiler? 
Osmanlı’nın Çerkeslere ihtiyacı mı vardı? 
Evet, Osmanlı’nın Çerkeslere ihtiyacı vardı.
1783’te Kırım’ın işgalinden sonra Kuzey Kafkasya kapılarına dayanan Ruslar, yavaş yavaş baskılarını arttırdı. Zaman ilerledikçe savaşın şiddeti de arttı. Çerkesler düşmana aman vermeyerek, cansiperane bir şekilde vatanlarını savundu. Kırım’ı kolay teslim alan Ruslar, Çerkesya’da zorlandı. 
1838’de Petersburg’da yapılan bir toplantı ile “Kafkasya Komitesi”ni kuran Ruslar bir durum değerlendirmesi yaparak, Kuzey Batı Kafkasya’yı “güvenilmez” bulduğu yerli halklarından arındırmaya karar verirler. General Fedayev’in 1899’da yazdığı “Kafkasya Mektupları” adlı eserinde bahsettiği bu plana göre Kuzey Kafkasya halklarının üçte biri anayurtlarından göç ettirilecek, bunlardan boşalan topraklar Rus ve Kazak köylülerine verilecek, bölgeye aynı zamanda Çarlık idari ve askeri personeli de iskan edilecekti. 
Ancak Ruslar Kırım Harbi (1853-1856) sonrasına kadar bu planı uygulamaya fırsat bulamadılar. 
Kırım Harbi’nden Osmanlı her ne kadar galip çıksa da perişan bir vaziyetteydi. Bu savaşı yürütebilmek için ödeme gücünün çok üzerinde borçlanmıştı. Mali olarak zor durumdaydı (Nitekim bir süre sonra Düyun-u Umumiye geldi). 
Öte yandan Osmanlı hem nitelik, hem nicelik açısından ciddi bir nüfus problemi içindeydi. Özellikle Balkanlar’daki Müslüman nüfus oranı S.O.S. vermekteydi. Osmanlı nüfus yapısı, 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren artan ve uzun süren savaşlarda meydana gelen ölümler, evlilik çağındaki erkeklerin sürekli cephede olması, gayrı müslimlerin orduya alınmıyor olması, savaşa katılmayan gayrı müslimlerin ekonomik olarak güçlenirken, bir taraftan da nüfuslarının artırıyor olması makası yavaş yavaş müslümanlar aleyhine açıyordu.
Nitekim Kemal Karpat “Osmanlı Nüfusu” isimli çalışmasında, Osmanlı Devleti’nin, tarım alanlarını işleyecek, nüfus artışına yol açacak,  ekonomik kalkınmaya katkıda bulunacak elemanlara olan ihtiyacının Kırım Savaşı’ndan sonra daha çok arttığını belirtmektedir. 
Bu saiklerle daha 1856 yılında Rusya ve Osmanlı hükümetleri arasında Kafkasya dağlı nüfusunun Osmanlı topraklarına kısmen “göç etmesini” öngören ve “göç şartlarını” belirleyen bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmayla Osmanlıya gelmesi öngörülen nüfus 40-50 bin kişi kadardı.
Osmanlı Devleti daha sonra 9 Mart 1857’de de yabancı göçünü teşvik eden bir kanunname çıkardı. “Kabul-u tâbiyyet ile hariçten Devlet-i Aliye memleketine tavattun etmek arzu eden familyalar hakkında tanzim buyurulan nizamname”  adını taşıyan kanun, Ruslara, Kuzey Batı Kafkasya nüfusundan kurtulmak için aradığı altın fırsatı verdi. 
Ruslar böylece, Petersburg’da kurdukları Kafkasya Komitesi’nde 20 yıl önce aldıkları kararları hayata geçirmeye başladı. 
Kuzey Batı Kafkasyalıların Osmanlıya transferi 1858-1859 yıllarında aktif hale gelirken, 1863-1864 yıllarında zirve yaptı. Bu nüfus transferleri Kuzeybatı Kafkasya halklarının bünyesinde bir buçuk asır sonra dahi onarılamayacak kadar derin yaralar açarak onları adeta bir yok oluş girdabının içine attı.
St. Petersburg'daki İngiliz Büyükelçisi Lord Napier’in, Rusların Kafkas kabilelerini, alternatif olarak düşündükleri daha içteki bölgelere göç ettirmek için epey miktarda harcama yapmak zorunda kalacakken, Osmanlı Devleti’nin aceleci davranarak “göçmenleri” kabul etmesiyle bu yükten kurtulduğunu ifade etmesi ilginçtir. 
***
Gerçekler böyle olmasına rağmen Bardakçı Osmanlıya baba rolü biçerek , “İmparatorluğun bu himayesine atıfet; Haklarımız elden gidiyor yahut Kimliğimiz kayboluyor gibisinden terânelere de nankörlük denir!” diyerek ittihatçılara mahsus gelişkin hayal dünyasındaki animasyonları devreye sokmuştur. Bardakçı’nın tanımları tamamıyla hakikatlere aykırıdır. Çünkü gerçekler doğrultusunda baktığımızda Osmanlının yaptığına “atıfet” değil “nüfus transferi”; insanların kimliklerine sahip çıkmasına da “nankörlük” değil “demokratik hak arayışı”, “onuruna, fıtratına sahip çıkmak” denir. 
Asıl nankörlük ise daha yaralarını sarmadan geldikleri ülkenin savunmasına katılıp, en ön saf saflarda yer tutarak kanlarını akıtmaktan, canlarını vermekten çekinmeyen insanların bu fedakarlıklarını yok sayıp, sadece “dilimiz” ve “kimliğimiz” dedikleri için dışlanmalarıdır.
***
Yeni nesillerin dillerini öğrenememesinin suçunu ailelerin üzerine yıkan Bardakçı, bu savıyla aslında Cumhuriyet dönemi boyunca yürürlükte olan asimilasyon politikalarına destek vermektedir. Çünkü o da biliyor azınlık dillerinin ev içinde sürdürülecek konuşmalarla yaşatılmasının mümkün olmadığını. Çağın getirdiği eğitim uygulamaları ile yeni iletişim araçlarındaki cazibenin çocukları ailelerin elinden nasıl koparıp aldığını çok çok iyi biliyor. İstiyor ki asimilasyoncu düzen devam etsin ve tüm azınlıklar zaman içinde yok olup gitsinler. Bunun adı gizli ırkçılık değil de nedir sayın Bardakçı?
“Türkiye’deki diğer etnik gruplar dillerini unutmuyor, nesilden nesile devam ettiriyor ama Kafkasyalı ailelerin genç nesli anadillerini konuşamıyor ve âdetlerini bilmiyor ise, bunun sorumlusu devlet değil, ailelerdir” diyerek de gerçekleri saptırıyor. Murat Bardakçı gözlemlerini başka bir ülkede yaparak konuşuyor olmalı; çünkü Türkiye’deki bütün etnik gruplar yeni nesillerine dilini aktaramamaktan dertli ve dillerinin kültürlerinin yok olup gitmesinden büyük endişe duyuyorlar.  
“Genç nesil kültürel kimliğini merak etmemiş, büyükler de öğretmemişlerse bu işte devletin kabahati yoktur!” diyen Bardakçı durumdan vazife çıkarıp tarihi gerçeklerin üzerini örtmek suretiyle, halkın bir bölümüne karşı devleti koruma ve kollama işgüzarlığına soyunuyor. 
Bardakçı’ya soruyoruz: 
Sayın Bardakçı, etnik olarak Türk olmayan insanlara “Türküm, doğruyum…”  andı söyleten; 
Köylerimize kadar iner şekilde “vatandaş Türkçe konuş!” kampanyaları düzenleyen; 
Farklı kimliklerin köylerinin, coğrafyalarının kendi dillerindeki isimlerini değiştiren; 
Anadilde isim ve soy isimler alınmasına mani olan,…, devletin ana dillerin öğrenilmesine mani olmadığı açıklamanızı gerçekten inanarak mı yazdınız? 
Öte yandan, “Türkiye’de önemli yerlere gelmiş Kafkasyalılardan iftiharla bahsediliyor olması” etnik kimliklerin sorunları olmadığına delil midir sayın Bardakçı? 
Bu mevzu açılmışken biz de soralım: Ülkemiz için gurur kaynağı olan Çerkes kökenli sporcu, sanatçı ve yazarlar (doğal olarak) Çerkes olarak anılmazken (tartışmalı bir şekilde) olumsuzluk ve hainlikle suçlanan kişilerin isminin önüne ‘’Çerkes’’ sıfatının eklenmesine ne diyorsunuz? 
Ayrıca sizin, listelerde siyasetçisinden sanatçısına, âliminden işadamına kadar gördüğünüz o isimleri, etnik sorunları örten bir şal olarak kullanmanız dürüstlük müdür? 
Bizce kamu huzurunda açıktan yalan söylemeye dense dense “edepsizlik” denir.  
“… iki asra yakın bir zamandan … sonra bile kendilerini hâlâ “buranın vatandaşı” hissedemeyenler…” cümlenizde ise hem yalan, hem gizli bir tahrik var sayın Bardakçı. Çerkeslerin vatandaşlıkla ilgili sorununu anlamamışsınız bile. Merak etmeyin, biz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız ve kendimizi de öyle hissediyoruz. Bizim itirazımız bütün farklı kimliklere Türk etnik isminin dayatılmasıdır. Bu sözümüzün belgesi de Anayasa’nın 66. maddesidir. Buyurun bakın ne diyor bu madde: "Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür." 
Sakın zahmet edip “buradaki Türk şu manaya geliyor, bu manaya geliyor” diye kendinizin dahi inanmadığı görüşleri bize pazarlamaya çalışmayın.
“Ortaya sürdükleri taleplerinin muhatabı Türkiye değil, başkasıdır: “Anavatan”a hâkim olan “Moskof Devleti”!” diyerek Çerkeslere kapıyı göstermekle haddinizi fazlaca aştığınızı da hatırlatmak isteriz sayın Bardakçı. Problemin kökü de bu zihniyet zaten. Bir türlü ülkedeki tüm dil ve kültür gruplarını eşit göremiyorsunuz. Artık anlamalısınız: bu ülkede kimse devletin asli sahibi sıfatıyla kimseye kapı gösteremez.  
Sayın Bardakçı, bu yazınız bir şeyi daha ortaya koyuyor: Okuyup yazma ve malumat sahibi olmakla, aydın ve entelektüel olmanın mahiyet itibariyle ne kadar farklı şeyler olduğunu... Bu yazınızla kendi düzeyinizi de teşhir etmiş oldunuz. 
Son olarak… 
Parti kurarak, yasal sistem içersinde hak arayışımızı “nankörlük” ve “vefasızlık” olarak nitelendiren Bardakçı’ya, devlete karşı “nankör ve vefasız” birilerini arıyorsa uzaklara değil en yakınlarına bakmasını öneriyoruz.
Ayrıca, akıl dışı ilkel bedduası kabul olmayacak ve Çoğulcu Demokrasi Partisi inşallah vatana ve millete hayırlı olacaktır. 
Saygılarımızla.