Star Gazetesi'nden Fadime Özkan'ım Röportajı

Meclis Genel Kurulu'nda 10 Aralık'ta başlayan bütçe maratonu 20 Aralık Cuma gününe dek sürecek. Siyasetin çok boyutlu gündemine bir de Meclis'in harareti eklenecek. BDP'nin gayretiyle çıkan “Türkiye Kürdistan'ı” tartışması da, CHP'nin “bütçeyi kaçırıyorlar” siyaseti de iktidar partisinin özellikle grup başkanvekillerini meşgul etti, ediyor. Yoğun çalışma temposu içinde ne olup bittiğini sorduğumuz AK Parti Grup Başkanvekili ve Kahramanmaraş Milletvekili Mahir Ünal ile çözüm süreci, Hükümet-Cemaat gerilimi ve Gezi olaylarını da etraflıca konuşma imkânı bulduk. AK Parti'nin seçim, fikir ve strateji ekibinde yer alan Ünal “Yeni Türkiye”nin, yeni dönemin mühim isimlerinden.

Meclis Genel Kurul'da Kürdistan lafzı etrafında bir tartışma yaşandı malum, anlaşılan o ki BDP tartışmayı sürdürmek istiyor. Önce şunu anlamak isterim: Bütçe Kanunu Tasarısı gibi teknik bir konu görüşülürken ”˜Kürdistan' rapora hangi bağlamda nasıl girdi?

Bütçe raporları Meclis teamülleri çerçevesinde basılırken muhalefet partilerinin muhalefet şerhleri de raporla birlikte basılır. Aslında bütçe tasarısında böyle bir ifade yok. Ama BDP'nin bütçeye ilişkin verdiği muhalefet şerhinde “Türkiye Kürdistan'ı” ve “Kürdistan'da sömürü düzeni” diye geçiyor. Burada bağlamdan ziyade BDP'nin nasıl bir siyaset güttüğü daha önemli. BDP maalesef bölgede tüm Türkiye'nin hassasiyetlerini dikkate alan bir siyaset değil, bölgesel milliyetçilik içeren bir siyaseti tercih ediyor.

TÜRKİYE KÜRDİSTAN'I DENEMEZ

Başbakan Erdoğan Diyarbakır buluşmasında Kürdistan lafzını telaffuz ettiğinde Türkiye toplumu ve siyaseti için eski bir paranoya, Kürtler için bir travma geride bırakılmış olmadı mı? Şimdi niye bir tasarı şerhinde yer alamıyor Kürdistan? 

Bir şeyi netleştirelim. TBMM çatısı altında Anayasaya bağlılık yemini etmiş milletvekillerinin Anayasaya uygunluğu gözetmesi gerekir. Ayrıca bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti devleti Kuzey Irak Kürt Bölgesi Yönetimi dedi. Ama Diyarbakır'da Başbakan böyle demedi, Irak Anayasasındaki şekliyle bu ifadeyi kullandı ve Irak Kürdistan'ı dedi. Şimdi Sayın Başbakan'ın kullandığı Irak Kürdistan'ı yönetimi başka bir şeydir, buradan yola çıkarak Türkiye Kürdistan'ı diye yeni bir bölge tanımlamak, hiçbir anayasal zemini olmayan, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 3. ve 14. maddesine aykırı bir lafzı oraya koydurmaya çalışmak ayrı bir şeydir. 

Madde 3: Türkiye devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Madde 14: Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz).

BDP'NİN TALEBİ ANAYASAYA AYKIRI 

Anayasa üzerine yemin etmiş milletvekilleri anayasa aykırı hareket edemez diyorsunuz? 

Bu anayasaya karşı olabilirsiniz ama bu karşı olmayı yine anayasal zeminde yaparsınız. Anayasayı değiştirmek istiyorsanız yine anayasal demokratik sistem içinde kalarak ve anayasal yolları kullanarak yaparsınız. Anayasaya aykırı bir lafzı Meclis iç tüzüğüne rağmen yazdırmaya kalkmak doğru değildir. Meseleye iki açıdan bakmak gerekir. Teknik açıdan baktığınızda hem anayasaya hem Meclis iç tüzüğüne aykırı bir durum var. Siyasi açıdan bakalım bir de BDP'nin kullandığı ifadelere. “Kürdistan'da ekonomik eşitsizlik ve sömürü” diyorsanız bu ifade açık şekilde sanki Kürdistan diye ayrı bir bölge var ve sanki Türkiye Cumhuriyeti devleti eşitsiz gelişmeye yol açmış, burada ekonomik sömürü düzeni kurmuş. “Kürt halk önderi ve lideri Abdullah Öcalan” ifadesini kullanırken de aynı şeyi yapmak istedikleri açık. Siz BDP olarak bizim önderimizdir diyebilirsiniz ama Kürtlerin yüzde 50'si 60'ı AK Partiye oy veriyor ve bu insanlar “biz Öcalan'ı önderimiz olarak kabul etmiyoruz” diyorlar. Dolayısıyla biz Meclis başkanlığına hangi ifadelerin anayasaya aykırılık içerdiğini bildirdik ve bu muhalefet şerhinin bütçe raporundan çıkarılmasını istiyoruz dedik.


MHP DE RAPORDAN ÇIKARILSIN DEDİ

Diğer partiler ne dedi bu işe? 

MHP de çıkarılması yönünde görüş bildirdi. Muhalefet şerhinin çıkarılmasının lehinde ve aleyhinde görüşüldüğü için aleyhte BDP, lehte AK Parti grubu adına konuşuldu. BDP'nin yapmak istediği açık. MHP'ye gelince; Bütçe Kanunu Tasarısı Raporunun mütemmim bir cüzü olmayan muhalefet şerhi eğer bu şekilde çıksaydı MHP bunu alıp “Ey Türk milleti, bu AK Parti var ya, sizi sattı, Meclisin resmi raporuna bunları sokturdu” diyecekti. BDP de bunu eline alıp diyecekti ki “bakın bunlar meşru, biz artık bunları kullanıyoruz, Meclis tutanaklarına girdi rapora girdi” diyecekti.

Şimdi de bir öyle bir böyle konuşuyorlar, çözüme karşılar diyebilirler?

Eğer çözümden yanaysanız öncelikle yapıcı olacaksınız. Yaptığınız işi usul dairesinde yapacaksınız. Bu tür seçime dönük ayak oyunlarıyla seçim yatırımlarıyla Türkiye'nin birliğini, beraberliğini, bütünlüğünü, barış arzusunu, çözüm iradesini bir takım küçük siyasi oyunlara alet etmeyeceksiniz. Samimi olacaksınız, dürüst olacaksınız.

BDP KASTEN YAPIYOR, BAL GİBİ BİLİYOR

BDP muhalefet şerhine bunları yazsa da çıkartılacağını, anayasaya aykırı olduğunu bilmiyor mu?

Bal gibi biliyor. Ama “Bakın Tayip Erdoğan Diyarbakır'da Kürdistan dedi Ankara'ya geldi vazgeçti” diyebilmek için çalışıyor. Yine diyecektir. Ama terör suçundan mahkûm edilmiş bir kişiyi Türkiye Cumhuriyeti Meclisinde Anayasaya aykırı şekilde Kürt halk önderi ve PKK lideri diye yazdırırsanız bunu meşrulaştırırsınız. Tabi ki AK Parti buna karşı çıkacaktı, tabi ki kabul etmeyecekti, anayasaya aykırı olduğunu dile getirip gereğini yapacaktı. Biz de bunu yaptık.

BÖLGEDE SÜRECE DESTEK YÜZDE 92

Malum hiçbir mesele çözüm sürecinden bağımsız değil. Türkiye Kürdistan'ı lafzının gündeme getirilişinin yerel seçim gibi küçük bir hesapla değil de çözüm süreciyle ilgili olduğunu düşünür müsünüz? Böyle bir lafız etrafında kopan tartışma nihayetinde insanların sürece dair inancını sarsabilir, korkularını depreştirebilir. Zaten peş peşe olaylar var, sürecin mukavemeti bu tür provokasyonlara karşı güçlü mü yeterince? 

Bu sürece Türkiye cumhuriyetinde yaşayan her vatandaşımız sahip çıkmış durumda. Çözüm süreciyle ilgili yapılan bütün anketlerde çözüm sürecine destek Türkiye genelinde yüzde 60'lar üzerinde, bölgede ise yüzde 80, yüzde 90 oranında destek var. Bölgede açıkça sorulmuş, çözüm sürecini destekliyor musunuz? Evet diyenler yüzde 90-92. Peki AK Parti'nin icraatlarından memnun musunuz? Yüzde 70-74 oranında evet. Zaten çözüm sürecinde bizim birinci muhatabımız bölge insanıdır. Bölgede yaşayan insanların terörden ölümden kandan şiddetten kurtulması, daha özgür olması, İstanbul'da Ankara'da İzmir'de ne varsa orada da olması için politikalar yürütüyoruz. On yıldır devasa yatırımlar yapıyoruz bölgeye.

Çözüm süreci 2013'te başlamadı diyorsunuz yani?

Biz 2002'den beri bir süreci devam ettiriyoruz. Bu paradigmayı, sorunu kavrayış biçimini değiştirmekle başlayan bir süreç. AK Parti'nin gelir gelmez olağanüstü hali kaldırması, etnik inkâr asimilasyon politikalarına son vermesi, bölgede teröristle normal vatandaşı ayırması, attığı demokratikleşme adımlarıyla nihayetinde bir zemin hazırladı. İnsanlar terör ve şiddetin çözüm olmadığını anladı.

2009'DA YENİ BİR EVREYE GİRDİK

2009'da Kürt Açılımı diye başlayıp Milli Birlik ve Beraberlik Projesi adını alan süreç neyin başlangıcıydı peki?

2009'da başlattığımız kardeşlik projesiyle yeni bir evreye geçildi. Önceden yapılmışların devamı olan demokratikleşme adımlarıyla yürüyen ve son 11 aydan beridir de açık biçimde kendisini ortaya koyan bir süreçten bahsediyorum. Burada önemli bir hususu belirteyim. 11 aydır silahlar neden sustu ve ölümler olmuyor? Çünkü bölge insanı sorunların siyaset yoluyla çözebileceğine inanıyor. Geçmişte ortada bir sorun vardı ve terör örgütü çözüm olarak silahı ve şiddeti gördü. 25 yıl boyunca terör örgütü de şu noktaya geldi ki silah ve şiddet çözüm değil.

2012'DE SİLAHIN MEŞRUİYETİNİN KALMADIĞINI GÖRDÜLER

AK Parti 2002'den beri yani 11 yıldır iktidarda. PKK'nın tarihi 33 yıllık. Yani PKK tarihinin üçte biri AK Parti hükümetleri dönemine denk geliyor ”“ki hiç az değil. Silahların susması, kimsenin ölmediği bir vasatın oluşturulması niye şimdi, niye daha önce değil?

Bakın, özellikle bölge halkı nezdinde silahın meşruiyeti kalmadığı için 2012 halkların devrim yılı olarak ilan edilmişti. Şemdinli, Yüksekova, Beytüşşebap olayları oldu. Halk silahlanacak ayaklanma çıkacaktı, planları buydu. 2012'de kuzey Suriye'de rahat hareket edebilecekleri bir alan da ortaya çıkınca bunu bir fırsat olarak gördüler, ciddi saldırılarda bulundular ama 1200'e yakın mensubunu kaybetti örgüt. Nihayetinde bölgede halk ayaklanması oluşturamayacaklarını, kaybettiklerini gördüler. Diyarbakır'ın Tahrir olmayacağını, insanların silaha ve ölüme hayır dediğini, halkın bu araçların çözüm getirmeyeceğini gördüğünü, ilk defa demokratik siyasete fırsat tanımak gerektiğini gördüler.

ÇÖZÜM KÂĞITTA DEĞİL GÖNÜLDEDİR

Evet?

Peki, biz ne yapıyoruz? Diyarbakır'ı ben çok önemsiyorum. Başbakanın son Diyarbakır gezisinde oluşan psikolojik atmosfer, insanların bu ülkeye aidiyet duygusunun çok güçlü olduğunu gösterdi. Bu duygudaşlığı yeniden inşa etmektir aslında çözüm süreci. Kâğıtlara yazılı bir şey değildir çözüm, duygularla, vatandaşın kendini bu ülkeye, bu toprağa, bayrağa ait hissetmesiyle ilgilidir. O yüzden Sayın Başbakan Diyarbakır'da “bu cumhuriyet ne kadar İstanbullununsa o kadar da sizindir. Bu bayrak bu toprak sizindir” dedi. Biz biriz, beraberiz, kardeşiz. 76 milyon insanımızı eşit vatandaşlık temelinde haklarını ve özgürlüklerinin güvence altına alındığı bir çözüm süreci yürütüyoruz.

KÜRT SORUNU, TERÖR SORUNU AYRIMI 

2009'a kadar AK Parti hükümetleri Kürt sorununu çözmeye çalıştı, Habur'dan başlayarak ise esasen terör sorununu çözmeye çalışıyor desek doğru bir şey söylemiş olur muyuz? 

Sorunu iki şekilde ele almak lazım. Kürt sorunu dediğimiz şey, bir demokrasi ve özgürlük sorunu. Türkiye'nin demokrasi açığından kaynaklanan. Terör sorunu ise birilerinin bu demokrasi açığını gerekçe edinerek silahı çözüm aracı olarak görmesinden kaynaklanan bir sorun. Sorunların kaynağını ayrıştırmak önemli. AK Parti önce bunu yaptı. Eksik demokrasi sorunuyla güvenlik sorununu ayrıştırdı. Ama terör sorununu da sadece güvenlik sorunu olarak almadı. Dedi ki teröristle mücadele ayrı şeydir, terörle mücadele ayrı şey. Çünkü terörle mücadele aynı zamanda ekonomik, sosyal, uluslar arası önlemleri ve terörü besleyen sahanın enfeksiyonunun iyileştirilmesini gerektiriyor. Teröristle mücadele ise eline silah almış devlete kurşun atan teröristin bir şekilde bundan vazgeçirilmesiyle ilgili bir süreçtir.

O KRİTİK ÜÇ BUÇU

Bu kategorizasyon başından beri mi böyle çalıştı? Yoksa bu iki model birbirinin yerini mi aldı?

Bizim kuruluş programımız olan demokratikleşme ve kalkınma programımıza bakarsanız, bu meseleyi ele alış biçimimiz ve nasıl çözeceğimiz orada anlatılıyor. Biz iktidara geldiğimizde kucağımızda bir terör sorunu vardı. Abdullah Öcalan yakalanmış, Türkiye'ye teslim edilmişti ama terörü sonlandırmak için kullanabilecek o üç buçuk yıl maalesef heba edilmişti. PKK ülke dışına çıkarken neler olduğunu bir hatırlayın.

PKK sınır dışına çıkarken açılan ateş dolayısıyla büyük can kayıpları verdi ve bu tabanda devlete karşı bir güvensizlik oluşturdu ve sonuçta PKK için hayat öpücüğü işlevi gördü?

Bazı unsurların da özellikle içerde bırakıldığını, bunun kimler tarafından önerildiğini, emredildiğini de hatırlayın, bunlar daha sonra ortaya çıktı. O üç buçuk yıl terörü bitirmeye yönelik bir irade ortaya konulamadı.

TERÖRE FIRSAT VEREN PARADİGMAYI DEĞİŞTİRDİK

O üç buçuk yıl için, Öcalan yakalandıktan ve devlete hizmetinizdeyim dedikten sonra Devlet'in, lidersiz kalan PKK'nın kontrol dışına çıkıp dağılmasının yani başka istihbarat örgütleri tarafından kullanılmasının daha tehlikeli olacağı düşüncesiyle Öcalan ile örgüt arasında devlet eliyle iletişim kurulduğu da söylenir. Ne derece doğrudur?

Oraya gelmeden şunu söyleyeyim. O zamanki devlet aklı terörü yaratan toplumsal yapıyla, terörü yaratan demokrasi açığıyla aynıdır. Çünkü o günkü o devlet aklı şöyle çalışıyordu: Toplumsal dinamikleri yani Kürt'le Türk'ü, Alevi'yle Sünni'yi sağcıyla solcuyu, laikle dindarı çatıştır ve üzerine iktidarını inşa et. Biz geldiğimizde bu ülkenin tüm kesimleri hepsi bu ülkenin eşit vatandaşıdır, enerjisidir dedik ve birlik siyaseti güttük. Bu siyaset çatışma zeminini ortadan kaldırdı. Ha, o günkü devlet aklının sorunuzdaki gibi bir siyaset gütmesi olağan mıdır derseniz evet derim. Ama bu konuda kesin bilgiye sahip değilim. O gün böyle bir karar verildi mi, kim verdi bilmiyorum. Bildiğim şey, o günkü devlet aklının terörün ortaya çıkmasına fırsat hazırlayan bir paradigmayla hareket ettiği. Biz AK Parti olarak işte bu paradigmayı değiştirdik, bu devlet aklını bir şekilde tasfiye ettik.

BDP KİMLİK SİYASETİNİ SÜRDÜRÜYOR

Yüksekova'da PKK mezarlarının tahrip edilmesine tepki duyan ve bunu da protesto eden insanlara polis müdahale etti. İki kişi polis kurşunuyla öldü. Daha sonra Lice'de yol kontrolü yapan PKK dört askeri kaçırdı, BDP'lilerin araya girmesiyle salıverildiler. Bu tür olaylar Kürtlerde de, Türkiye genel kamuoyunda da tansiyonu yükseltiyor. Herkes bunun sabotaj olduğunda hemfikir ama kimse tam olarak diyemiyor. Siz söyleyin; kim yapıyor bu sabotajları?

Uzun süre terörün etkisi altında kalmış sosyal yapılarda enfeksiyonun iyileşmesi, toplumun rehabilitesi zaman alabiliyor. Ama ben sorunuzun cevabını veremem, bunu İçişleri Bakanlığına ya da MİT'e sormak gerekir. Orada ne oldu? Uzun namlulu silahlarla polise ateşin açıldı ve polis müdahale etti. Ama arka planında farklı istihbarat örgütleri mi var terör örgütü mü var teknik bilgiye sahip değilim. Ama ben AK Parti orada ne yapmak istiyor, ötekiler ne yapmak istiyor cevabını verebilirim. Biz etnik temelli değil eşit vatandaşlık temelinde bir yapı oluşturmaya çalışıyoruz. Vatandaşların kimlik taleplerini sorun değil talep olarak gören ve bunları yönetebilen bir demokratik sistem inşa etmeye çalışıyoruz. Biz bunu inşa etmeye çalışırken başka bir akıl orada bir kimlik siyaseti ve inşası peşinde. Yani bu ülkede insanların kimlikleri bastırıldı, kendilerini ifade etmeleri yasaklandı, bunu dille getirmeleri normaldir diyebilirsiniz. Ama siz kimlik inşasını devlet inşasıyla birlikte yürütüyor ve kabul ettiğiniz edildiğiniz demokratik sistem içinde meşru olmayan birtakım paralel yapılar oluşturuyor, bunu da kahraman, şehitlik gibi mitolojilerle, şehir yapılanmasıyla, vergi almaktan yapılan yatırımları engellemeye kadar bir sürü şeyle destekliyorsanız orada bir sorun var demektir.

BU SORUN DEVLETİN BEKASI SORUNUDUR

Meselenin oraya gelmemesi hükümetin sorumluluğu. Ama süreci yürütmekle yükümlü diğer sorumlu da BDP. BDP toplumu enfekte, süreci riske edebilecek bu tür provokasyonlara karşı yeterince uyanık ve etkili mi, durumu nasıl yönetiyor?

Devletin öncelikleriyle siyasetin öncelikleri birbirinden farklıdır. 2011'de Obama “seçimlere 400 gün var, ben hiçbir şey yapamam” demişti. Bu şu demek: Bir siyasetçi bir başkan adayı olarak kendi siyasi önceliklerime göre hareket etmek durumundayım. Şimdi, bu sorun devletin önceliklerinin, devletin bekasının öncelediği bir sorun. Bazı sorunlar vardır ki siyaset üstüdür. Siyasetler üstü sorunları AK Partinin sorunu gibi yaparsanız hem AK Parti'ye hem Türkiye'ye haksızlık etmiş olursunuz. Bu sorun, devletin önceliği olan bir sorun. Devletin önceliği olan bir sorunda TBMM çatısı altındaki bütün siyasi partilerin ortak mutabakatla hareket etmesi gerekir. Ve bunu kendi siyasetlerine rant malzemesi yapmaması gerekir. Siyasi ahlak bunu gerektirir.

MUHALEFET DEVLETİN ÖNCELİĞİNDE AK PARTİ'Yİ YALNIZ BIRAKIYOR

Sonuçta ama bu siyaset üstü sorunu da siyaset çözmek zorunda. Ayrımı nasıl olacak?

Siyaset kurumu bir sorunu ele aldığında siyaset kurumu aracılığıyla çözülüyorsa o konu siyasete alet edilmemiş olur. Ama sorun üzerinden siyaset yapılıyorsa o sorun siyasete alet edilmiş olur. Siyaset kurumunun görevi sorun çözmektir. Siyaset kurumunun paydaşları Mecliste grubu bulunan siyasi partilerdir. Bu siyaset partiler devletin öncelikli olduğu konularda mutabakat içinde olmalıdır. Bu mutabakata girmeseler bile sorumlu davranmak zorundadırlar. Bunu istismar etmek yerine bunun üzerinden bir rant siyaseti yürütmek yerine sorumlu davranmak zorundadır. Bakın seçimlere 90 gün var. Ve AK Parti 11 yıldan beri seçim ekonomisi yürütmediği gibi seçim siyaseti de yapmadı. Bu çerçevede BDP'ye bakalım, sizin sorduğunuz soruya gelelim. İki şeyi konuşmak lazım burada. 1) Barış ve Demokrasi Partisi sorun çözme iradesi ortaya koyabiliyor mu? 2) Sorunu çözmek için girilen yolda üzerine düşen sorumluluğu alıyor mu? Ben evet diyemiyorum. MHP devleti milleti vatanı bayrağı önceleyen bir siyaset güttüğünü söylüyor ama sorunun çözümüne katkı sunacak hiçbir siyaset yürütmüyor. Tam tersine. Hiçbir öneri getirmediği gibi bu konuda atılan adımları da ihanetle bölücülükle hainlikle suçlayarak toplumun başka bir kesiminde başka bir enfeksiyon oluşturuyor.

CHP tutuklu vekillerle yatıyor onlarla kalkıyor. Evet, tutuklu vekiller konusu da siyasetin bir sorun alanı ama siyasetin bu ülkede başka sorun alanları da var. Devletin öncelikleri dediğimiz siyaset üstü başka sorun alanları da var. Alevi vatandaşlarımızla ilgili sorunlar da devletin öncelikli konularından biridir. Ama AK Parti bu konularda riskler alıyor ama yalnız bırakılıyor.

Alevi sorununun çözümü konusunda mesela CHP ile neden ortaklaşılamıyor?

CHP bizim kendilerine yaptığımız bütün çağrıları karşılıksız bırakıyor.

Alevi konusu dâhil mi?

Her konuda böyle. Sayın Başbakan Sayın Kılıçdaroğlu'na “iktidar ve ana muhalefet Türkiye'nin kahir ekseriyetini oluşturuyoruz. Gelin Türkiye'nin bütün siyaset üstü sorunlarını beraber çözelim hatta burada bulunan arkadaşlar da hemen bir komisyon oluştursunlar ve nasıl çalışacağımızı belirlesinler” demesine rağmen cevap verme gereği bile duymadılar.

BEN SİYASETÇİYİM, DEVLET DİLİ KULLANAMAM

Bir başka çağrıyı sormak isterim. Öcalan'ın son mesajında daha çok kendi tabanına hitaben “seçimler Kürtler için referandum niteliğinde. Müzakereyi geliştireceksek hep birlikte dikkatli olmalı ve provokasyonlara izin vermemeliyiz” demesini neye yoruyorsunuz?

Ben bir siyasetçi olarak şöyle bakıyorum: Siyasetçi her zaman kendi alanında kalmalıdır. Ne demek istiyorum: Öcalan ile yapılan görüşmelerin muhatabı siyaset değildir. Orası devletin alanı.

Hükümet partisinin üyesisiniz. Hükümetle devleti nasıl ayırıyorsunuz?

Biz bir siyasi partiyiz, iktidar partisiyiz ve iktidar partisi olarak da yürütme erkini icra ediyoruz. Bizim söylemlerimizde devletin dilini kullanmamamız gerekir. Devletin bir kurum, bir aygıt, bir araç olarak çözüm enstrümanları ve mekanizmaları farklıdır. Siyasetin çözüm enstrümanları ve aygıtları farklıdır. Burada çok hassas bir ayrım var. Benim bir siyasetçi olarak Öcalan'ın konuşmalarını kendi siyasetimin parçası haline getirirsem siyasetimi de Abdullah Öcalan'ın siyasetinin bir parçası haline getiririm.

Öcalan'ın sözlerini yorumlamak istemiyorsunuz?

Ama neden yorumlamadığımın, bir siyasetçinin bunu neden yorumlamaması gerektiğinin de bilinmesini istiyorum. Biz AK Parti olarak kendi siyasi önceliklerimizi belirliyor ve buna göre hareket ediyoruz.

ÇÖZÜM SÜRECİ DEVLETİN BİR PROJESİDİR

Çözüm süreci hükümetin değil devletin bir projesi o zaman, öyle mi?

Evet. Ama AK Parti bunun arkasına siyasi irade koyuyor ve siyasi riskini alıyor.

Bu proje devlet aklının ürettiği ve AK Parti eliyle realize ettiği bir proje midir, AK Parti'nin geliştirip devleti ikna ederek yürürlüğe koyduğu bir proje mi? 

Siyasi aklın, siyasi iradenin ürettiği bir projedir. Nihayetinde devlet eliyle hayata geçiriliyor.

DURUM TÜRKİYE İÇİN SÜRDÜRÜLEBİLİR DEĞİLDİ

Peki bu, iktidara CHP de gelse çözüm sürecinin devam edeceği anlamına gelir mi gelmez mi?

CHP de iktidara gelse devam ettirmek zorunda çünkü bakın süreçten önce geldiğimiz nokta neydi? Bu sürdürülebilir bir şey midir? 40 binden fazla insanımızı kaybetmişiz. İspanya'da bin beş yüz iki bin kişi, IRA yedi yüz, sekiz yüz kişi kaybetmiş. ETA ve IRA terörünün yol açtığı can kaybı üç bin bile değildir. Bir de bizim yaşadığımıza bakın. 40 bin kayıp.En az yüz bin haneye ateş düştü demektir. Bunca ateşin toplumsal dokuyu parçalaması, birlik ve beraberlik duygudaşlığı, bir sürü yapıyı paramparça etmesi demektir. CHP de MHP de BDP de yatsınlar kalksınlar AK Parti'ye dua etsinler. Eğer AK Parti diye bir parti olmasaydı ve bu kadar yüksek bir temsille gelmeseydi, Edirne'den Van'a kadar bu kadar yüksek oranla Türkiye'yi bir arada tutacak bir temsile sahip olmasaydı ve bu iradeyi ortaya koymasaydı Türkiye şimdiye kadar çoktan bölünmüştü. Son 10 yılda demokratikleşme hamleleri, duygudaşlığın aidiyetin yeniden inşası olmasaydı Türkiye bölünmüş olurdu.

ULUDERE'NİN KASTEN OLDUĞUNA DAİR VERİ YOK

Uludere'nin yıldönümü geliyor. TSK'ya ait jetler bir şekilde terörist zannettiği kaçakçı bir gruba bomba yağdırdı ve büyük çoğunluğu çocuk olan 37 insanımızı feci şekilde kaybettik. Evet, Meclis araştırma komisyonu kurdu, evet askeri ve idari soruşturmalar yapıldı ama ne sorumlular bulundu cezalandırıldı, ne toplum vicdanı huzur buldu ne ailelerin yaraları kabuk bağladı. Siyaset de yatıştıramadı bu yangını. Bilakis suistimale açık cılk bir yara Uludere. 

Uludere olayının hemen ardından Sayın Beşir Atalay ile birlikte Uludere'ye gittik. Siyasetin insani boyutundan baktığınızda orada büyük bir acı görüyorsunuz”¦ Diğer boyutunda ise terörle mücadele eden, bütün reflekslerini terörle mücadeleye göre şekillendirmiş güvenlik güçleri var. Ve orada istenmeyen kesinlikle olmaması gereken bir durum ortaya çıktı. Biz siyaset kurumu olarak hemen Mecliste bir komisyon kurulmasını sağladık, komisyon inceledi, bir rapor hazırladı. Diyarbakır'da adli incelemeler yapıldı, mahkemeler kuruldu. Ama bütün bunlar bu insanların acısını hafifletecek şeyler mi? Hayır. Eskiden olsa daha kötü olurdu biz daha az kötü yaptık demek istemiyorum ama inanın AK Parti iktidarı burada yapılabilecek her şeyi yaptı.

Uludere'de ne oldu Mahir Bey? 

Bunu söyleyebilmem için verilerle konuşmam lazım. Bunun için de TBMM'nin bir üyesi olarak TBMM'nin hazırladığı rapora bakıyorum. Tüm partilerin katılımıyla oluşmuş çalışmış komisyon raporunun sonuç cümlesi şöyle bitiyor: “Tüm Türkiye'yi üzen bu hadisenin kasten yapıldığına dair herhangi bir veri elde edilemedi”.

Devletin kendi halkına kasten bir şey yapması zaten düşünülemez, değil mi? 1938'de değiliz. Devlet içindeki eski yeni bazı yapılanmaların devleti kasten yanıltmış olması mümkün mü?

Eski devlet refleksleri harekete geçmiş olabilir mi, olabilir ama ben bilmiyorum. Ben Meclis'in bir üyesi ve bu araştırma komisyonunun kurulması için harekete geçmiş bir grup başkan vekili olarak ancak bu rapor kadar konuşabilirim.

CEMAAT SİYASİ POZİSYONUNU DEĞİŞTİRİYOR

Peki. Son zamanların en hararetli gündemine geçelim izninizle: Hükümet-Cemaat gerilimi Fethullah Gülen'in “kimsenin devletin başındaki iktidarla bir savaşı olamaz” dediği son açıklamasıyla sükûn bulur mu?

Demokratik bir sistemde sivil toplumun siyaset, iktidar ve devletle ilişkisi nasıl olmalı? Sorusunun cevabı önemli. Az önce konuştuk. Bir siyasi parti bir hükümlü ile konuşup buna göre siyaset belirleyemeyeceği gibi, burada da bir siyasi parti bir sivil kanaat önderiyle de çatışma alanı oluşturmaz. Oluşursa o zaman biz demokratik bir sistem inşa edemeyiz. Demokrasilerde sivil toplum kendi misyonu doğrultusunda siyasi pozisyonunu sandıkta belirler. Tanımların sınırların çerçevelerin doğru konulması gerekiyor ki doğru kavranılsın doğru kararlar alınsın. Camia Cemaat Hizmet nasıl isimlendiriliyorsa sivil alanda hareket eden ve siyasi iradeden ancak kendi çalışmalarıyla ilgili toplumsal taleplerde bulunabilecek bir yapıdır. Bu yapı sanat alanında faaliyet gösteren bir STK da olabilir, bir yardım cemiyeti ya da hizmeti misyon edinmiş bir camia da. Devletle hükümetle kurdukları ilişki bir toplumsal talep ve müzakere çerçevesinde olabilir. Bu çerçevede siyasi pozisyonlarını da değiştirebilirler. Mesela camianın son dönemde yayın organlarında bu pozisyon değişimin izlerini görüyoruz. Birçok konuda işin aslını öğrenip yazmak varken CHP tarzı argümanlara daha çok yer veriliyor. Bunun en somut örneğini dershaneler ve Sayıştay konusunda yaşadık.

SİYASET DE DAYATABİLİRLER AMA

Siyasi talepleri olabilir ama dayatamazlar mı diyorsunuz?

Hayır, dayata da bilirler. Ama bir STK kendi taleplerini gerçekleştirebilmek, Hükümeti ikna etmek için meşru yolları kullanabilirler. Bu meşru yollar demokrasinin kendi kuralları içinde anayasal çerçevede belirlenmiş olan yollardır.

Dershane tartışması diye başlayan ama öyle olmadığı anlaşılan tartışmada Cemaat sahip olduğu tüm araçları seferber ederek meşru yollardan bir talepte bulundu aslında. Yani bir siyaset dayattı ve kapatamazsın! dedi? 

Zaten kapatan yok, bir dönüşüm söz konusu. Ama bir siyaseti ve zorunluluğu dayatamazsınız. Ben Mahir Ünal olarak şunu görüyorum: Sorun 1) Medya üzerinden toplumda yaratılan algı. Sorun 2) Medyadaki bazı yazar ve yorumcuların meseleyi bir gerilim alanına taşımaları sorun 3) Üretilen bu gerilim alanı üzerinden tarafların sorunun bir parçası haline gelme riski.

Bu kadar mı?

Bence bu kadar. Ben bu meseleyi büyük kavga, büyük çatışma, gerilim alanı olarak görmüyorum, düne kadar ittifak edenler bugün çatışmaya başladılar gibi dramatize etmiyorum.

TOPLUMSAL TALEPLERİ SORUN GÖRMEYİZ

Hâlbuki mesele dramatize edilmekten kriminalize edilme aşamasına varmış gibi görünmüyor mu size de? Başbakan da soru yöneltildiğinde “karşı taraf” dedi, “ne istediler de vermedik” dedi?

Sayın Başbakan'ın söylediği tam da bu: Herkesin olduğu gibi onların da toplumsal bir talebi olabilir, olmuştur. Bunda bir sorun görmedik. Bizim temel siyasetimiz zaten daha önceki devlet aklının aksine toplumsal talepleri sorun olarak görmememizdir. Ama burada bir ayrıntı var: Hükümetin dershanelerle düzenlemesine karşı dershane sahipleri varsa rahatsızlıklarını dile getirebilirler. Bunu yaparken de çeşitli sosyal baskı araçlarını da kullanabilirler. Ama bunu bir “darbe” olarak isimlendiremezler. Veya bunu bir var oluş yok oluş mücadelesi gibi isimlendirip bir siyaset biçimini dayatamazlar.

DEVLET PERSONELİ KPSS İLE ALINIR KİMLİKLE DEĞİL

Cemaat der ki: Mensuplarımızı devlet kademelerinden kazıyorlar, bizi fişliyorlar? 

Bir devlet kendi bürokratıyla ilişki kurarken etnik dini mezhebi kimlik üzerinden ilişki kurmaz ki yeteneği üzerinden verimliliği üzerinden ilişki kurar. Birileri bu özelliklere sahip olmadıkları ya da yetersiz oldukları için görevden alınıyor ya da atanmıyorlarsa şucu ya da bucu olduğu için olduğunu iddia ediyorlarsa asıl sorun oradadır.

Evet ama üç vakte kadar böyle demiyorlardı. Bilakis aksi istikametteki siyasi ideolojik toplumsal yapılar "şucu bucu oldukları için devlet kadrolarına onlar alınıyor” diyorlardı. O yüzden soru şu: Eskiden sorun olmayan şey neden şimdi sorun oldu, ne değişti?

Önce şunu netleştirelim: Devlet kadrolarına personel alımı KPSS sınavlarıyla olur. Bir de iktidarın atama yetkisi olan bürokrat kadroları vardır, genel müdür, müsteşar yardımcısıdır, daire başkanıdır, kimisi üçlü kararnameyle, kimisi bakan yetkisiyle atanır. Bunlar da iktidarın inisiyatifiyle ilgilidir. Bakan ya da Başbakan çalışma arkadaşlarını elbette kendisi seçecektir. Bunu sorgulamaya kalkarsanız buradan bir devlet aklı değil bir aşiret aklı çıkar. (gülüyor)

GEZİ MUHALEFETİN İFLASININ SONUCUDUR

Gezi olaylarının üzerinden altı ay geçti ama etkisi geçmedi. Yargı boyutu yeni başlıyor. Ve sizin uzmanlık alanınız da siyasal iletişim, yerel yönetimler ve kent çalışmaları! Söyler misiniz Gezi olayları size göre neydi, niye oldu? Bu kadar geniş bir toplumsal tepki bu kadar spesifik bir vaka üzerinden patlak verdi?

Eğer toplumsal muhalefetin merkezini bir veya birden fazla siyasi parti dahi temsil etmiyorsa, muhalefet partileri temsil yeteneğini kaybetmişse, toplumsal muhalefetin merkezi siyasi partiler dışında araçlar aramaya kalkmışsa böyle sonuçlar olabilir. Gezi olayları siyasal muhalefetin tasfiye edilmesi ve muhalefetin tabanının aktör haline gelmesidir. Taban Gezi olaylarıyla birlikte aktör haline geldi ve muhalefetin kullandığı siyaset dili toplumsal muhalefetin dilini enfekte etti. İktidara duyulan öfkenin kızgınlığın muhalefet tarafından bir siyaset diline dönüştürülmesi, siyaset dilinin tekrar dönüp oradaki öfkeyi ve kızgınlığı beslemesiyle öyle bir noktaya geldi ki bu taşınamaz oldu. Ve Gezi oldu.

MUHALEFETİ DE Mİ BİZ İNŞA EDELİM?

Çuvaldızı da kullanın lütfen. 

Tamam, kendimize batıralım. Bizim birçok yeteneğimiz var ama muhalefet inşa etme yeteneğimiz yok.

ğretti size?

Gezi çevre duyarlılığıyla başladı. Samimi duyarlılığı olan insanların kente, kent yönetimine ve çevreye hassasiyeti bir süre sonra bu duyarlılığın istismar edildiği bir Vandalizm'e dönüştü bize göre. Şunu gördük orada: 1) Kentle ilgili kararlarda kentte yaşayan insanların görüşlerinin dikkatle alınması ve karar süreçlerine dahili gerekiyor. 2) Güçlü bir muhalefetin bizim için vazgeçilmez olduğunu, dengeleyici unsur olduğunu ve siyasetin belli kesimler için umut olmaktan çıkmasının ülkeye vereceği zararların büyüklüğü görüldü.

FAŞİZM VE GEZİ 

Sokağa tek tek çıkan insanların duygularının, algılarının siyasi iktidar tarafından yatıştırıcı şekilde değil de toplumsal tepkiyi toplumsal bir kalkışmaya çevirmek isteyenlerce kullanılmış olması yani siyasi iktidarın o toplumsallığı yönetememesi gibi bir sonuç var mı muhasebenizde?  

Faşizm nedir biliyor musunuz? Faşizm kitlelerin taleplerinin herhangi bir siyasi filtreye uğramadan yönetime doğrudan yansımasıdır. Siyaset kurumu ne yapar? Kitlelerin taleplerini söylemlerini, öfkelerini alır, bir siyasi dile, bir siyasi projeye dönüştürür ve bunu yönetime yansıtır. Aşağıdaki kitle de temsilcisi aracılığıyla yönetimi paylaşır. Şimdi maalesef Türkiye'de tam da bu oldu. Kitleler iktidar kaybından doğan öfkeleriyle kızgınlıklarıyla hareket etti. ”“Ki, düşünün bir takımın taraftarı altı yıl şampiyonluk görmese koltukları sökmeye, stadı yakmaya kalkıyor. 11 yıldır iktidardan uzak olan siyasi partiler ve bu partilerin kendi tabanlarına yönelik sürekli kullandıkları bir dil var, bunlar ülkeyi satıyorlar, ihanet ediyorlar vb. Burada olayın yönetilmesini, psikolojiyi, polis şiddetini konuşurken oradaki Vandalizm'i, şiddeti de gözden kaçırmak istiyorlar. Birileri sokağa çıkan 20 bin ya da hadi diyelim ki 200 bin kişi üzerinden 21 milyon oy almış bir partiyi gayri meşru ilan etmeye ve müdahale meşruiyeti oluşturmaya kalktı Gezi'de. Ve CHP o darbe girişiminin arkasında durdu, 200 bin kişinin talebini meşru, 21 milyon kişinin oy verdiği demokratik meşru hükümeti gayri meşru ilan etti. 

SEÇİMLER RAHATLATIR 

Gezi olayları yatıştı ama muhalefet cephesinde değişen bir şey yok. N'olacak Türkiye bu gerçekle bu gerilimle yaşamaya mı alışmalı? 

Yo seçim sürecindeyiz, seçimler bir rahatlama getirecektir. Ben esasen Gezi'deki toplumsal muhalefetten, parklarda yapılan forumlardan siyasi bir akıl çıkmasını bile umdum hatta kişisel olarak tanıdığım gazeteci arkadaşlarla konuştum, parklardaki forumların medya tarafından desteklenmesinin iyi olacağını, bir siyasi akıl çıkmasına ilişkin temennimi dile getirdim. Bir demokrasinin başarısı, toplumsal sorunlarla baş edebildiği orandadır.


Gezi Türkiye'de demokrasiyi geliştirdi öyle mi?

Tabi. Demokrasimizin deneyimi arttı. Eğer demokrasimiz, demokrasi içinde kalarak böyle bir krizle başa çıkabildiyse bu önemli bir şeydir. Kimse demokrasi dışına çıkarak bir krizi aşmaya kalkışamaz. Kalkışırsanız bunun adı darbe olur.

KAÇIRACAK OLSAK GETİRİR MİYDİK? 

Bütçe görüşmelerinin nirengi noktası Sayıştay raporları. CHP lideri Kılıçdaroğlu bütçe meşru değil, Sayıştay da suç işliyor diyor. Ne oluyor niye getirmiyorsunuz Sayıştay raporlarını Meclis'e?

Allah aşkına kaçıracak olsaydık bunca değişimi yapar mıydık? Sayıştay raporları ilk kez bizim dönemimizde geldi Meclise, tüm kamu kurum ve kuruluşlarını Sayıştay denetimine aldık, kamuda denetim birliğini sağladık. Günümüzün ihtiyaçlarını karşılamayan 80 yıllık muhasebeyi umumiye kanunu kaldırdık Kamu Maliye Denetim Kanunu çıkardık, aynı zamanda Sayıştay kanunun çıkardık. Dolayısıyla ilk defa bağımsız bir kuruluş olan Sayıştay'ın doğru bir denetim yapmasını sağladık.

Ama Kemal Bey iki elinde iki raporla çıktı kürsüye ve dedi ki, neden bu kalın rapor değil de şu cılız raporu getiriyorsunuz, neyi kaçırıyorsunuz bizden? O kalın rapor niye kuşa döndü?

Onlar diyorlar ki denetçi taslakları Meclise neden gelmiyor? (gülüyor)

 Bu şöyle bir şey: Diyelim ki savcı iddianame hazırlıyor dava açmak için. Sonra bunu mahkemeye teslim ediyor. Mahkeme iddianameyi kabul ederse dava açılıyor değil mi? Sonra da dava süreci başlıyor. Denetçinin taslak raporu tıpkı savcının iddianamesi gibidir. Denetim paydaşları var, Sayıştay bu paydaşlardan sadece birisi. Denetim ekibi, denetim başkanı, Sayıştay kurulu, Sayıştay başkanlığı ve ilgili kurum. CHP diyor ki bu kurumların hiç birinin görüşleri alınmadan denetimi yapan denetçinin taslak raporu Sayıştay raporu olarak Meclise gelsin. Biz de diyoruz ki, olur mu yahu? Mahkemenin kararını değil iddianameyi mi esas alacağız?