Jorge Sampaoli kimdir? Galatasaray'ın yeni hocası Sampaoli mi? Jorge Sampaoli biyografisi hakkında merak edilen tüm soruların yanıtı haber46.com özel haberimizde sizleri bekliyor. Galatasaray'ın yeni sezonda takımın başına getirmek istediği Arjantinli teknik direktör Jorge Sampaoli kimdir? İşte merak edilen sorunun yanıtı bu haberde.

Galatasaray'ın büyük ölçüde anlaşmaya vardığı Arjantinli teknik direktör Jorge Sampaoli, Sarı-kırmızılı ekibin çok istediği bir yıldızı da beraberinde getireceğini iddia etti.

Inter forması giyen Gary Medel'i kendisinin ikna edeceğini belirten Jorge Sampaoli, Galatasaray'ın Inter ile anlaşmasını istedi.

JORGE SAMPAOLI KİMDİR? (YARI SAHA)

Şili, dünya futbolunda dönem dönem parlayan ve hiçbir zaman ön planda olamamış bir ülke. Ant Dağları ile Pasifik Okyanusu arasına sıkışmış bu ilginç ülkede son yıllarda belirgin bir gelişim yaşanmakta. Özellikle futbol stilleri, birkaç nesil daha böyle sürmesi halinde belki de birçok ekole ilham verecek kadar etkileyici ve eğlenceli. Kendine has futbol anlayışını sitemizde de incelediğimiz Marcelo Bielsa‘nın ardından Şili Milli Takımı, El Loco‘nun mirasını planlı bir şekilde sürdürmekte. Bu yazıda, büyük bir kesimin henüz tanımadığından emin olduğum ancak çok saygıdeğer, çok farklı ve kısa süre içerisinde adından çok söz ettirecek bir teknik adamı tanıtmaya çalışacağım. Profesyonel futbol oynamamış bu Arjantinli, Brezilya 2014‘te tüm hesapları değiştirebilir: Jorge Sampaoli.

ŞİLİ MİLLİ TAKIMI’NIN SON DÖNEMİ

Şili Milli Takımı’nı ilk kez 1998‘de ayrıntılı biçimde izlemiştim. Onun evvelinde River Plate ile Güney Amerika’nın altını üstüne getiren genç santrfor Marcelo Salas ve Real Madrid’den tanıdığım Ivan Zamorano dışında, Şili ile alakalı pek bilgi sahibi de değildim. Şubat 98’de İngiltere’yi Wembley’de 2-0 yenen Şili’de Marcelo Salas golleri kaydeden isim olmuştu. Çok sevimli bir Uruguaylı ‘amca’ olan Nelson Acosta‘nın çalıştırdığı Şili, 98 Dünya Kupası’nda defansif ve biraz da renksiz bir oyun sergilemesine rağmen gruptan çıkmayı başarmıştı. İkinci turda Fenomeno‘nun yıldızlaştığı (4-1) maçla da turnuvaya veda ettiler. Şili, 98’de 3-4-1-2 düzeniyle sahada yer alıyordu. O dönemin en iyi santrforlarından ikisine sahip olmalarına rağmen, orta sahadaki dörtlünün yetersizliği ve savunmanın yavaşlığı nedeniyle çok ilerleyemediler. 2007‘de milli takımın başına Marcelo Bielsa gelene kadar da bir Dünya Kupası göremediler.

BIELSA İLE GELEN DEVRİM

Bielsa, şurada Fırat’ın harika biçimde aktardığı, ilginç ve farklı bir futbol anlayışını temsil ediyordu. Bielsa’yı 3-3-1-3 ile sınırlandırmak haksızlık olur, onun sayısız numarası vardı ve bunları bazen fazlaca ısrar ederek uyguladı. 2010 Dünya Kupası Güney Amerika elemelerini ikinci sırada bitiren Bielsa’nın Şili’si, 98’de olduğu gibi gruptan çıkıyor ancak ikinci turda yine Brezilya‘ya 3-0 kaybederek eleniyordu. Bielsa’nın oynattığı oyun son derece dikkat çekici ve orijinaldi, 2015’e kadar da Şili’de kalacağı düşünülüyordu ancak 2011’de Jorge Segovia Şili Futbol Federasyonu’nun başına geçince, El Loco istifa etti. Bielsa’nın yerine, yine bir Arjantinli olan 64 doğumlu Claudio Borghi getirildi. Borghi, Colo Colo ile iki Şili Primera şampiyonluğu yaşamış, Boca Juniors‘u çalıştırmış bir teknik adamdı. Temel futbol felsefesi de önde baskı ve üçlü defans uygulamasıyla dikkat çekiyordu. Bielsa için iyi bir alternatif olabilirdi.

JORGE SAMPAOLI KİMDİR?

Bielsa’nın doğduğu Rosario‘ya 45 km mesafede, El Loco‘dan 5 yıl sonra 1960 yılında bir bebek dünyaya geldi. Jorge Sampaoli, futbol aşığı bir delikanlı olarak yetişti ve amatör kümede oynadıktan sonra 17 yaşında-tıpkı Bielsa gibi-Newell’s Old Boys‘a katıldı. İkilinin yolları ilk kez burada kesişti. Bielsa Newell’s Old Boys‘un genç savunma oyuncularından biriyken, Jorge de kulüpte kendini ispat etmeye çalışan 17 yaşındaki bir altyapı oyuncusuydu. Jorge için işler iyi gitmedi. Kaval kemiğinden yaşadığı çok ciddi sakatlıkların ardından 19 yaşında pes etmek zorunda kaldı. Profesyonel futbolcu olma hayalleri suya düşmüştü. Okula döndü ve spor akademisine başladı. Bir yandan da amatör kulüpleri çalıştırmak istiyordu. 1996‘ya kadar önemsiz amatör takımları çalıştırdı ve akademiden mezun oldu. Artık daha ciddi işlerin peşindeydi. Ona kucak açan yine Newell’s Old Boys oldu. Ne ilginçtir ki, Bielsa da 25 yaşında futbolu bırakmak zorunda kalmış ve ilk profesyonel antrenörlük deneyimini Newell’s çatısı altında yaşamıştı. Aradaki tek fark, Bielsa’nın hayata daha hızlı atılmış olmasıydı. Sampaoli’nin 36 yaşında elde edebildiği ilk ciddi iş, Newell’s Old Boys’un genç takımı olmuştu. Burada çok başarılı oldu ve adını duyurmaya başladı.

42 YAŞINDA GELEN FIRSAT

Beklediği A takım teklifi ise hem geç hem de biraz uzaktan geldi. Peru‘nun Juan Aurich kulübü ile ilk üst seviye kontratını yaptığında 42 yaşındaydı. Juan Aurich’in ardından 5 sezon Peru’da görev yaptı. Juan Aurich’de berbat başlayan kariyeri (8 maçın ardından kovuldu), giderek iyiye gidiyordu. Peru’nun orta sınıf takımlarından Sport Boys ve Coronel Bolognesi‘de beklenenin üzerine çıktı ancak ortada bir kupa yoktu. Peru’daki son durağı, daha yüksek bir seviyenin takımı olan Sporting Cristal oldu. Peru’da iniş çıkışlarla geçen 5 senenin ardından, belki de ummadığı kadar ünleneceği ve sevileceği Şili‘den teklif aldı. Birkaç ay önce sitemizde bahsetmeye çalıştığım O’Higgins Sampaoli’nin yeni durağı olmuştu. Peru’ya göre çok yüksek ancak Şili için mütevazı imkanlara sahip olan O’Higgins‘de vasatın üzerine çıkmayı bildi. O dönemler play-off, hem de elemeli play-off sistemiyle şampiyonunu belirleyen Şili Primera’da Universidad de Chile‘ye elendi. 2009 başlarında ise peş peşe gelen kötü sonuçların ardından istifa etti. 2010’da Ekvador‘un en büyük kulüplerinden biri olan ve ileride değinmeyi çok istediğim Guayaquil ekibi Emelec‘in başına geçti. Emelec, Güney Amerika özelinde son derece iyi bir kulüptü ve Sampaoli ile geçen sezonu birinci sırada bitirdiler. Ancak 44 maçlık ligi birinci bitirmek, şampiyon olmaya yetmedi. Sezonu ikinci sırada bitiren başkent ekibi Liga Deportivo de Quito ile çift maçlı bir şampiyonluk turu oynadılar ve ilk maçı 2-0 kaybettikten sonra rövanşı 1-0 kazanmalarına rağmen kupayı kaptırdılar. Hatta Sampaoli maçtan sonra resmen çıldırdı ve Quito oyuncularına saldırdı. Bu üzücü finişe rağmen, Sampaoli’nin Emelec’i Copa Sudamericana ve Copa Libertadores vizesi almayı başarmıştı. Emelec‘in gollü galibiyetleri ve sürekli artan başarısı, 2010 yılının ortasında IFFHS‘nin düzenli olarak yaptığı en başarılı kulüpler listesinde zirveye ulaşmasını sağlamıştı. Nihayet-tatmin edici olmasa da-Sampaoli bir şeyler elde etmeyi başarmıştı. Emelec’de geçen başarısız bir Copa Libertadores deneyiminin ardından, 2011’de (51 yaşında) Universidad de Chile‘nin başına geçti. Artık yaşını başını almaya başlamış bu kısa boylu, kel kafalı adamın kariyerinde bir tane bile kupa yoktu ve La U gibi büyük beklentilere sahip bir kulüpte ne yapacağı belirsizdi. Sampaoli ile ‘neredeyse’ bir devrimin yaklaştığının farkında olanların sayısı fazla değildi.

VAMOS LA U!

Universidad de Chile, Şili’nin en büyük kulübü olarak bilinir. Sampaoli gelmeden önce de köklü bir tarihleri ve sayısız başarıları vardı. Ancak, 2011’e kadar kariyerinde kupa dahi olmayan bu adam ile ‘La U‘ çok farklı bir uyum yakaladı. Sonuçlara zaten değineceğim ama 2011 ve 2012’de Universidad de Chile’nin oynadığı oyunun bir eşini daha görmedim. Kazanma geleneği olan La U ile sürekli zaferin kıyısından dönen bu ufak tefek adamın birlikteliği, günümüzde Şili Milli Takımı ile sürmekte olan bir fırtınanın da başlangıcı oldu. Kadrosunda zaten iyi isimler bulunan La U, Sampaoli ile adeta şahlandı. 9 maçlık galibiyet serisiyle lige başlayan takım, o dönemler Apertura ve Clausura olarak  iki devreli oynanan ve liglerin ardından şampiyonun play-off sonunda belirlendiği uzun ve heyecanlı yarışta ipi göğüsledi. Ezeli düşman Catolica‘yı finalde 2-0’ın rövanşında 4-1 mağlup ederek aldıkları şampiyonluk, Sampaoli’nin de talihinin döndüğü andı belki de. 2011 Haziran’ında gelen Catolica ve Primera zaferinin ardından da, bir daha arkalarına bile bakmadılar. 2011’in kalan aylarında, Güney Amerika’nın ikinci kupası olan Sudamericana‘yı eze eze kazandılar. Sırasıyla Uruguay’dan Fenix ve Nacional, Ronaldinho’lu Flamengo, Arjantin’den Arsenal de Sarandi ve Brezilyalı Vasco da Gama‘yı eleyerek finale geldiler. Bu 5 turda oynanan 10 maçta sadece 2 beraberlik alıp, kalan 8 maçı kazandılar. Bu maçlarda da kalelerinde 2 gol gördüler. Finalde rakipleri, Sampaoli’yi Emelec’in başında çok üzen ve hayatının ilk kupasını kaldırmasına engel olan Liga Deportivo de Quito idi. Senaryo tekrarlanmadı, Bielsa’nın kaderini takip eden Sampaoli’nin ekibi, iki maçı da (1-0/3-0) kazanarak Sudamericana’nın sahibi oldu. Bu Şili’nin kulüpler düzeyinde kazandığı üçüncü Güney Amerika turnuvasıydı. Quito’yu Santiago‘daki rövanşta 3-0 yenen takım şu şekildeydi. Burada Sampaoli’nin genel olarak kullandığı dört formasyondan birini görüyoruz. Bunlar, sahte 9’lu 4-3-3, düz 4-3-3 ve sahte 9’lu 3-4-3 ile düz 3-4-3. 3-4-3’ün ‘sahte 9’ olmadan uygulanan hali bu maçtaki. Quito genelde çift forvet oynadığı için (Burada Bielsa yazısını anımsayalım) Sampaoli’nin çok tuttuğu bir savunmacı olan Marcos Gonzalez‘i eski model liberolar gibi kademeyi ve savunmada derinliği sağlaması için merkeze alındığını görüyoruz. Dörtlü savunmayı ise, genellikle rakip tek santrfor oynarken tercih ediyor. Sampaoli’nin ‘sahte 9‘ tercihi genellikle Charles Aranguiz veya Gustavo Lorenzetti oluyordu. Kenarlardan içeriye dalan atlet forvet rolünde inanılmaz başarılı olan Eduardo Vargas, Sudamericana’yı 11 golle bitirip, yüklü bir bonservis bedeliyle Napoli‘nin yolunu tutuyordu. Aslında ilk sezonunda Sampaoli’ye çok yardımcı olan 82’li Gustavo Canales, biraz ağır kaldığı için ikinci sezonda süre alamıyor ve yerini Junior Fernandes‘e bırakıyordu. Fernandes de kısa süre içinde Bayer Leverkusen’e transfer olacaktı. Sampaoli’nin kullandığı oyunculara çok dikkat edin, kronolojik olarak gittiğim için, günümüzde çalıştırdığı Şili’yi nasıl adım adım inşa ettiğini göreceksiniz. Sampaoli’nin La U‘daki ikinci sezonu da müthiş geçti. Güney Amerika‘nın kulüpler düzeyindeki en büyük turnuvası olan Copa Libertadores‘de fırtına gibi esiyorlardı. Grup aşamasında Kolombiya’dan Atletico Nacional, Arjantin’den Tigre ve Uruguay’dan Penarol‘ün (bir önceki sezonun finalisti) önünde birinci oldular. 1/16 aşamasında ise, sanıyorum La U‘nun tarihindeki en iyi maçlardan birini oynadılar. Sampaoli’yi geçmişte üzen Deportivo Quito, ilk maçta Universidad de Chile’yi 4-1 mağlup etmişti. Santiago’daki rövanşta resmen katliam yaptılar: 6-0 Korkunç bir baskı ve tamamen rakibi paralize eden bir tempoyla oynadıkları bu maçta Ekvador temsilcisini resmen Estadio  Nacional’e gömdüler. Quito, bu maçta La U kalesine isabetli veya isabetsiz tek bir şut bile atamadı. Burada Sampaoli’nin neler yapabileceğini gerçek manada gördüm. Üçlü savunmanın sol tarafına Mena‘yı dikip, Lorenzetti’yi sahte 9 gibi kullanan Sampaoli, baş döndürücü biçimde sürekli evrilen ve hareket eden bir 3-3-1-3 oynatmıştı ve Quito’nun 4-4-1-1‘ini parçalamıştı. Burada elbette önce oyuncu kalitesi, sonra da stadyumun atmosferi çok etkiliydi ancak Sampaoli’nin prensipleri de en az o kadar etkili oldu. Şimdi Sampdoria‘da forma giyen sağ kanat oyuncusu Matias Rodriguez‘e tüm kanadı teslim eden Sampaoli, Junior Fernandes ve Henriquez‘i (ileride görünürdeki ikili) sürekli kenarlardan içeri sokarak Mena ve Rodriguez‘i öne çıkardı ve aslında 2-3-5’e dönüşen bir şablon uyguladı. Görsel ile anlatırsak: Diziliş çok sürpriz görünmüyor ama oyucu tercihleri ile oyunun biçimini değiştiriyor burada da. Bielsa’yı 3-3-1-3 ile açıklamak ne kadar sığ bir bakışsa, Sampaoli’yi de ‘Bielsa Taklidi‘ olarak görmek de o kadar yanlış. Quito’ya hiç unutamayacağı bir ders veren La U, çeyrek finalde Paraguay’dan Libertad‘ı penaltılarla eleyerek Boca Juniors‘a rakip oluyordu. Bu eşleşmede Sampaoli’nin sisteminin açıklarını ve mağlubiyetini göreceğiz. Bence daha da açıklayıcı olacak. İlk maç Buenos Aires‘deki kült stadyum La Bombonera‘da oynandı. 2-0. Boca’nın ilk maçı içeride oynaması, elbette onlar adına bir avantajdı. Sampaoli’nin tercihleri de Arjantin ekibinin işine yarıyordu. Boca Juniors’un o dönemki teknik adamı Falcioni, 4-3-1-2’den fazla taviz vermeyen biriydi. Zaten elinde Riquelme olunca da fazla alternatif kalmıyor. Sampaoli’nin La Bombonera’ya tedbirlerle dolu bir takımla çıktığını görüyoruz. Gustavo Lorenzetti‘nin sahte 9 gibi oynadığı bir 3-4-3 görümünde olsalar da, Mena ve Rodriguez ile kanatları kapatmaya çalışıp, savunmada beşli veya kaymalarla en az dörtlü kalmayı düşünüyorlardı. Boca’nın La U‘ya verecek cevabı vardı. Çok ama çok ağır iki stopere sahip olan Boca, arkaya adam kaçırması halinde kesinlikle golü yiyecekti. Junior Fernandes de süratiyle bu golü atmaya en yakın isimdi. Ancak Boca’nın stratejisi bu maçta işe yaradı. Dikkatinizi çektiyse, her görselde merkezde bulunan Marcelo Diaz (FC Basel’e gitti), bu takımın ana unsurlarından biri. Savunma üçlü veya dörtlü olsa da, onun yeri hep orası ve ilk topları alan isim genellikle o. Savunmanın ortasını iki kişi ile tuttukları anda üçüncü stoper olan da Diaz, dörtlü savunmanın arkasına zaman zaman ‘libero’ gibi kademe yapan da Diaz, ilk topları çıkaran ve frikikleri kullanan da Diaz. Boca’nın özellikle Erviti ve Somoza ile sürekli Diaz’ın üzerine çıkması ve hatlarını blok halinde ileri taşıması, La U’nun ilk yarıda hiçbir şekilde oyun kuramamasına neden oldu. Yeşil alan, Boca’nın oyunu yığdığı alanı simgeliyor. Diaz’ın üzerinde kurulan baskı, oyun alanının kısalmasına ve sahte 9 Lorenzetti’nin orta sahada sıkışmasına sebep verdi. Oyunu iyice dar alana yıkan Boca, Mouche ve özellikle sol bek Sanchez Mino‘yu da kanatlara koşturarak üçlüden dörtlü ve beşliye dönüşen La U savunmasını kenarlardan geçmeye çalıştı. Özellikle Rodriguez’in kötü oyunu neticesinde, sağ kanattan çok açık verdi Şili ekibi. Diaz‘ın kaptırdığı topta sağdan gelen Boca, Silva ile öne geçti. Maçın genelinde bu senaryo yaşandı. Boca’nın sol beki Sanchez Mino‘dan yedikleri gol öncesine bir göz atalım: Burada topu kaptıran yine Marcelo Diaz. La U’nun üçlü savunması tamamen dağılmış durumda ve sağ kanatta kimse yok. Walter Erviti kaleye vuruyor (siyah çizgi), kaleci çıkarıyor ama sol bek Mino yetişip tamamlıyor ve 2-0 oluyor. Sampaoli’nin Boca’yı çift forvetli olarak görmesinden ötürü üçlü kurduğu savunma, beklenmedik açıklar vererek Arjantin‘den ayrılıyor. Burada, ikinci maçta çok daha net anlaşılacak olan Mouche faktörü de önemli. Mouche’nin kenar oyuncusu gibi oynayabilmesi, zaten çok diri ve baskılı Boca’nın Silva‘yı yem olarak kullanıp, fazla mobil olan La U savunması arasına birçok sürpriz adam sokmasına neden oldu. Rövanşta bir mucize olur muydu? Santiago’daki maçta da değişen bir şey olmadı. Boca, oyunu daha geride kabul ederek hatlarını yakın tuttu ve Silva’yı yine yem olarak kullanarak Mouche’yi ileride gezdirmeyi düşündü. 0-0 biten maçta La U üstünlüğü vardı denemez. Riquelme’nin ara toplarıyla en az 5 defa Mouche’yi kaleciyle karşı karşıya bıraktılar. Sampaoli bu defa dörtlü savunma ve ileride üç net forvet oyuncusu kullanmıştı. 4-3-3 karşısında yine Boca’nın 4-3-1-2’si vardı. Burada Sampaoli’nin çok riskli oyun tarzının iyice kontrolden çıktığını gördüm. Silva’yı ileride tek bırakıp, arkasında Mouche’yi gezdiren Boca, özellikle sarıyla belirttiğim bölgelere kolayca boş adam çıkardı. Böylece oyuncu öne yıkmayı başaran La U, geride çok fazla açık verdi ve high-line savunma hattı da adeta denize döküldü. Mouche’nin beceriksizliği nedeniyle 0-0 biten maçta Sampaoli’nin sisteminin defoları açıkça görüldü.

ŞİLİ MİLLİ TAKIMI VE SAMPAOLI

Bielsa’nın 2011’de istifa etmesinin ardından, milli takımın başına Claudio Borghi getirildi. Borghi de Arjantinliydi ve ofansif oyunu benimsiyordu. Ancak 2014 Dünya Kupası elemeleri başlayınca olumsuzluklar su yüzüne çıktı. İlk üç maçta 10 gol yiyen takım, savunmada yaptığı hatalarla şaşırtıyordu. Sırasıyla Arjantin’den 4, Peru’dan 2 ve Uruguay’da 4  yiyen Şili’de, Borghi’nin sisteminin işlemediği açıkça görülüyordu. Borghi, tipik bir high-line 3-4-1-2 oynatan ve tecrübeli oyunculara inanan bir teknik adamdı. Savunmadaki tercihleri (miadını doldurmuş Waldo Ponce gibi) ve takımın çok sabit oynaması, sürekli savunma arkasına adam kaçırmasına ve etkin bir oyun oynamaya çalışırken edilgen tarafa dönüşmesine neden oluyordu. Biraz daha açmak gerekirse, üçlü savunmayı öne çıkardıklarında, önündeki orta dörtlüde transition oyuncusu olmayan iki ‘tam’ defansif orta saha ve iki kenar adamı, onların önünde bir eski usul 10 numara ve çakılı iki santrfor bulunuyordu. Orta ikilide genellikle Carmona ve Vidal gibi iki güçlü oyuncu kullanmalarına rağmen, öncelikle ileri uçtaki Suazo-Pinilla-Valdivia gibi tembel oyuncuların baskı zaafı nedeniyle yer kaybetmeleri kaçınılmaz oluyordu. Saydam bir hale gelen Şili ikinci bölgesinin rakip alana bakan kısmı aşıldığında, öne çıkmaya çalışan savunmanın arkası da ‘açık şehir‘ görünümü alıyordu. Borghi’nin ikinci hatası da temposuz ve yavaş oyuncular kullanmasıydı. Sürekli öne çıkmaya çalışan ama tempo yapamayan bir takımla, içeride alınan ‘kalite farkı’ galibiyetlerinden başka bir şey elde edemediler. Santiago’da Kolombiya ve Arjantin‘e, Quito’da da Ekvador’a peş peşe kaybeden Şili’de Borghi dönemi bitiyor ve Brezilya hayalleri de neredeyse rafa kaldırılıyordu. Çare belliydi. Aralık 2012’de Jorge Sampaoli‘nin Şili Milli Takımı‘nın yeni teknik direktörü olduğu açıklandı. Universidad de Chile‘de geçirdiği 23 aylık süreye 3 lig şampiyonluğu ve bir de Copa Sudamericana sığdırmıştı. La U’daki son kupasını da, Bielsa’nın Şili Milli Takımı’nda yardımcılığını yapmış olan O’Higgins teknik direktörü, eski Arjantinli savunma oyuncusu Eduardo Berizzo karşısında kazanmıştı. Kupaların ve sonuçların dışında, birçoğu önemli ekiplere giden sayısız genç ve yeni oyuncuyu sahaya sürmüş ve son derece farklı ve heyecan verici bir oyun stili yaratmıştı. Şili Milli Takımı’nda bu oyunun bir benzerini uygulamak için müsait bir ortam vardı. İlk maçını Güney Amerika eleme grubunun en kötü takımı olan Peru ile deplasmanda oynadı Sampaoli’nin Şili’si. Jefferson Farfan‘ın golüyle 1-0 kaybettiler ancak oynanan oyun çok iyiydi. Jean Beausejour, Humberto Suazo, Waldo Ponce, Jorge Valdivia gibi yavaş oyuncuların artık ilk tercih olmayacakları ortadaydı. Oyunu hızlandırmak, dikine oynamak, sahaya iyi yayılmak ve sıkı baskı uygulamak ilk amaçlanan değişimlerdi. Universidad de Chile’de bu oyunun adeta kitabını yazmışlardı, üstelik bu defa elinde Medel, Isla, Alexis, Vargas ve Vidal gibi üst düzey adamlar da vardı. Gelişim için fazla beklemediler. Marcelo Diaz, Eugenio Mena, Eduardo Vargas, Charles Aranguiz gibi tanıdığı ve oynatmak istediği oyunu bilen oyuncuların üstüne 4-5 üst seviye oyuncu koyunca, işler Şili lehine gelişmeye başladı. Uruguay‘ı Santiago’da darmadağın ettikten sonra durmadılar. Kalan 5 eleme maçında 4 galibiyet ve bir beraberlik aldılar. O beraberlikte de, Kolombiya deplasmanında 3-0 öndeyken yakalandılar. Grubu 3. sırada bitiren Şili, artık imkansız denen bir anda ayağa kalkıp Brezilya vizesini almayı başarmıştı. Hazırlık maçlarıyla da iyi gidişleri sürdü. İngiltere ve Brezilya ile üç gün içinde oynadıkları maçlar, bize Sampaoli ve Şili‘nin neler yapabileceği konusunda ipuçları verdi. Şili’nin son iki maçındaki görünümü şöyleydi: Şubat 98’de Marcelo Salas‘ın iki golüyle İngilizleri Wembley‘de yıkan Şili, bu defa da Alexis‘in dublesiyle güldü. Tek stoperle Wembley’de maç kazanmak cidden çok büyük olay. Kadroda Jara, Rojas gibi stoperler varken, ayağı düzgün ve ‘ziyadesiyle’ sert bir defansif orta saha olan Medel‘i savunmada kullandı. Rakip İngiltere’de Rooney ve kenarlarda Jay Rodriguez ile Adam Lallana oynadığı için, Bielsa’nın da uyguladığı ‘ekstra boş adam‘ yani örneğin üçlü savunmadaki kademe ve derinlik yapan adamı kullanmamıştı. Mena‘yı çok öne çıkarmadan, Beausejour’un çizgideki etkinliğine güvenmiş ve Alexis ile Mati Fernandez‘i ‘trailer’ olarak ceza alanına sürmeyi düşünmüştü. Plan tıkır tıkır işledi. Beausejour (kendisi Sampaoli ile O’Higgins’te birlikteydi) ortaladı, Alexis kafayla golü yaptı, sonra da ani bir atakla yine Alexis işi bitirdi: 0-2. Brezilya maçı, Kanada/Toronto‘da oynandı. Bu maçta çok daha farklı bir anlayışla sahaya çıktılar. Savunmayı üçleyen Şili, Felipe Gutierrez’i de orta alan ile hücum arasındaki geçiş alanında bir istasyon ve sürpriz koşu ve pasların muhtemel adresi olarak belirlemişti. Alexis ve Vargas gibi birbirine benzer stildeki iki oyuncuyla, hem hücumdaki genişliği hem de arzu edilen dikine ve hızlı oyunu oynayacaklarını hesap ettiler. Medel ve Diaz odaklı kurulan oyun, ilk dakikalarda işler göründü. Sürekli ileriye dikine sert toplar atan Şili, Fuenzalida ve Alexis‘in kanadından rahatsız edici denemeler yaptı. Ancak Marcelo Diaz‘ın henüz 6. dakikada sakatlanması, Şili’nin planını bozdu. Diaz’ın yerine sol kanat oyuncusu Jean Beausejour oyuna girdi ve Alexis sağ taraftan Felipe Gutierrez‘in bölgesine, Gutierrez de Carmona ile defansif göreve geçti. Bu kargaşada Marcos Gonzalez elinde patlayan bir topu (yani etrafta pas verebileceği fazla oyuncu yoktu) ileri dikmeye kalkınca Oscar topu kaptı ve Hulk‘a golü attırdı. Brezilya’nın 4-2-3-1’ine üçlü savunma ile cevap vermeyi düşünmüşlerdi. Ancak sakatlık sonrası çok dağıldılar. Alexis’i bir süre sahte 9 olarak oynattıktan sonra (elbette işe yaramadı) Fuenzalida’yı çıkarıp Valdivia‘yı oyuna sürdüler. Bu dakikadan sonra sahte 9’lu bir 4-3-3’e döndüler diyebilirim. Maçın devamında çok iyi oynamamalarına rağmen Eduardo Vargas ile eşitliği de buldular. Ancak son sözü (yine sağdan sola kesilen bir topta) Robinho söyledi. Şili uzun bir süre sonra mağlup olurken, yine de verdiği mücadele kötü değildi. Şimdi bütün bunların Sampaoli ile ne alakası var? Bir defa daha üzerinden geçelim: Artık (Türkiye hariç!) tüm ekiplerde atletik özellikleri güçlü oyunculardan fazlaca var. Şili’de de durum böyle. Temposuz oyuncuları kenara alarak işe başladı Sampaoli. 3-4-3 ve 4-3-3’ün iki türevini temel olarak benimseyen Arjantinli teknik adam, ofansif ve baskılı oyunu ezberletti. Fizik kalitesi yüksek ve tempo yapabilen oyuncularla oldukça esnek, kompakt ve agresif bir oyun oynatmaya çalışıyor. Bielsa ile kıyaslanmasına neden olan tarzı, aslında El Loco‘dan zaman zaman çok daha çılgınca bir hal alabiliyor. Tek stoperle Wembley’e çıkmak gibi. Rakibin durumuna göre savunmayı üçleyen veya dörtleyen Sampaoli, savunmanın önünde ilk topları alan ve dağıtan adam olarak Marcelo Diaz‘ı düşünüyor. Onun yokluğunda Medel veya Aranguiz de bu işi yapabilir. Juventuslu Mauricio Isla ve Santoslu Eugenio Mena da kenarlardaki ilk tercihleri. Kanatlarını tek başına kullanabilecek güce ve alışkanlığa sahip bu iki ‘lokomotif’ ile gerektiğinde hücumda ekstra adamla oynama avantajına da sahip oluyor. Orta saha kurgusunda Vidal’i veya Aranguiz’i merkezde kullanabiliyor. Vidal’in gol şansı da var, bu sayede sabit bir santrfor kullanmadan Alexis-Vargas ikilisi ile de oynayabiliyor. Temel prensipleri dikine oyun, yüksek tempo, mobil oyuncular ve anında sağlam baskı. Bu oyun tarzı riskli olduğundan, kaptırılan topu anında geri alabilmek çok önemli. Borghi döneminde çuvallayan Şili ile Sampaoli’nin takımı arasındaki en büyük fark da bu. Çok yüksek tempo ve ağır baskı. Eğer rakip de dişlerine göre çıkarsa, hayal bile edemeyeceğiniz seviyede güzel bir oyun oynuyorlar. Şili’ye çok ama çok dikkat edin. 50 yaşına kadar neredeyse hiçbir şey başaramamış bu ufak tefek adamın, şimdilerde kıyaslandığı Bielsa’nın yakınına bile gelemediği yerlere ulaşmak için elinde büyük bir fırsat var. Birkaç yıl öncesine dek, yalnızca ‘güzel kaybeden’ biriydi. Şimdilerde ise La U’dan tanıdığı evlatlarıyla tarih yazabilirler. Bu adam bunu çok hak ediyor. Eğer beklenen seviyenin yakınlarında bir oyun sergileyebilirlerse, Brezilya 2014’den sonra hakkında kitaplar yazılacak biri olabilir Sampaoli. Ofansif ve korkusuz oyunun tüm temsilcilerinin dahi üzerine çıkabilir…

Jorge Sampaoli kimdir? Galatasaray'ın yeni hocası Sampaoli mi? Jorge Sampaoli biyografisi haberimizde sizleri bekliyor.