””Hocam, hafta sonu sürekli seminerlere gidiyorsun, devamlı seyahat ediyorsun, hafta içi okulda öğretmenlik görevin var. Yorulmuyor musun? ””Hocam genelde hafta sonunda seyahatlerde yoruluyorum. Ama hafta içi okulda dinleniyorum. Aldığı cevapla iyice şaşıran meslektaşım beni hemen yargıladı: ””Aşk olsun hocam! Biz de sizi çalışkan öğretmen bilirdik. Hafta sonu seminerlere gidip okulda yatıyorsunuz ha! Valla yakıştıramadım size”¦ ””Hocam ben size okulda yattığımı söylemedim ki. ””E okulda dinleniyorum demediniz mi? ””Evet söyledim. ””Tamam işte. Daha niye inkâr ediyorsunuz ki? Dinlenmek için yatmak gerekir. Siz de yatıyorsunuz demek ki. ””Hocam sakin olun lütfen. Ben okulda dinleniyorum ama yatarak değil. ””Ya nasıl? ””Okula severek gidiyorum. Öğrencilerimi özleyerek gidiyorum. Eğlenerek ve eğlendirerek ders işliyorum. Ben de dinlenmiş oluyorum. ””O nasıl oluyor ya? ””Bakın hocam, işimi seviyorum. Öğrencilerimi seviyorum ve öğrencilerimin de beni sevdiğini hissediyorum. Güle oynaya ders işliyoruz. Ha üstüne bir de para veriyorlar bana. ””Ne parası? ””Hocam devlet bize yaptığımız işin karşılığında maaş vermiyor mu? İşte o paradan söz ediyorum. ””Yapmayın hocam Allah aşkına! Hem abartıyorsunuz hem de mazeret üretiyorsunuz gibi geldi bana. ””Ne için mazeret üretmişim ki? ””Yani anlayın işte”¦ Yani eğleniyorsunuz, yatıyorsunuz”¦ ””Hocam, eğlendiğim doğru ama yattığım doğru değil. ””Neyse hocam, yakında DPY sınav sonuçları açıklanacak. O zaman görüşürüz. Nasıl olsa ikimiz de beşinci sınıf okutuyoruz. Baktım ki meslektaşımın ikna olmaya niyeti yok. Ben de tartışmayı noktaladım: ””Öyle olsun hocam. O zaman görüşelim. Ve sınav sonuçları açıklandı. Başarıyı sadece sınav sonuçları ile ölçmüyorum ama benim sınıfımda DPY bursluluk sınavını kazanan öğrencilerim vardı. Hem de ilçe bazında, il bazında derece yaparak kazanmışlardı. Yorgunluğum bir kez daha hafiflemişti. Öğrencilerimle gurur duymuştum. Meslektaşım ne mi yaptı? Aslında ben aramızda geçen olumsuz diyaloğu çoktan unutmuştum. Ama o unutmamış. Sınav sonuçları açıklandıktan sonra yanıma geldi ve mahcup bir tavırla bana şunları söyledi: ””Hocam siz haklı çıktınız. Size göre daha merkezi bir okulda çalışmama rağmen benim sınıfımdan sınavı kazanan olmadı. Ama sizin sınıfından birden fazla öğrenci kazandı. Üstüne bir de derece yaparak kazandılar. Sizi kutluyorum. Baktım ki meslektaşım hem üzgün hem de pişman. Bana da onu teselli etmek düştü. “””Hocam önemli değil, abartıyorsunuz. Bir dahaki sefere siz derece yaparsınız.” dedim ve konuyu değiştirdim. Sizlerle paylaştığım bu anım geçen yıl mayısta başlayıp temmuzda noktalanan gerçekten yaşanmış bir hatıra. “Bu yazı biraz reklâm kokuyor.” diyebilirsiniz. “Neden sadece başarılarını anlatıyorsun?” diyebilirsiniz. Ama benim niyetim, reklâm yapmak değil. Gerçekten yaşadığım ve tecrübe ettiğim bu anımı sizlerle paylaşmaktaki amacım; işinizi, çalışma ortamınızı ve iş arkadaşlarınızı sevdiğiniz zaman başarıya ulaşmamak gibi bir alternatifiniz yok. Ancak, kuru kuruya bir sevgi, başarı için yeterli değildir. Başarmak için terlemek gerek. Kendi kendimin reklâmını yapmadan âcizane olaya bakış açımı sizlerle paylaşmak istiyorum. Ben öğrencilerimi çok seviyorum, bu doğru. Ancak içi boş bir sevgi değil. Mecnun'un Leyla'yı beğenmeyenlere yönelerek: “O'na bir de benim gözümle bakın!” dediği gibi, öğrencilerime benim gözümle bakmanızı istiyorum. Her şeyden önce sınıfımdaki bütün öğrencilerim özeldir. Yani otuz kişilik sınıfta iki üç tane öğrenci ayrıcalıklı, özel öğrenci değildir. Otuz öğrenci varsa otuzu da özel öğrencidir. Öğrencilerim benim gözümde; birinci sınıftan ikinci sınıfa, ikinci sınıfta üçe, üçten dörde, beşe ve oradan da altıncı sınıfa geçirerek benim sorumluluk alanımdan çıkardığım ve unuttuğum çocuklar değildir. Benim öğrencilerim, geleceğin Türkiye'sini kuracak olan sanatçılar, iş adamları, bürokratlar ve bilim adamlarıdır. Çağdaş Türkiye'nin, aydın bireyleridir. Her biri, ayrı değerdir. Ve bu değerlerin özenle yetiştirilmesi, geleceğe hazırlanması gereklidir. Öğrencilerin değeri ile sınıftaki eğlence arasında nasıl bir ilgi vardır? Kendi çocuklarımdan farklı bir yerde görmediğim öğrencilerimin yetişmesi için gerekli bilgi ve becerileri yüklerken; genel anlamda Türk Milli Eğitiminin Genel Amaçları, özelde ise ilgili dersin müfredat programı bağlayıcı ve vazgeçilmez unsurdur. Bunun dışında farklı bir şey vermemiz mümkün değildir. Ama benim öğrenme ve öğretme yöntemim farklıdır. Eğlenerek öğrenirim. Eğlendirerek öğretirim. Bunun için derse gelmeden önce o günkü derslerle ilgili mutlaka hazırlık yapmak gerekir. Öğrenci gibi çalışmak ve hazırlanmak gerekir. Çünkü dolu olmayan bir şeyi boşaltamazsınız. Hepsi bu. Ben nasıl okula severek geliyorsam, öğrencilerim de severek okula gelmeliler. Okulda iken öğrenciler, kendilerini kafesteki kuş misali özgürlükleri ellerinden alınmış mahkûm gibi görmemeliler. Okulu, kendi evleri gibi benimsemeli ve okul yasalarını içselleştirmeliler. Okulu, öğretmeni ve öğrencileri sevmeliler. Ve öyle de oldu. Öğrencilerim, okulda ve evlerinde derslerine çalışırken; öğretmenlerinden ceza almamak için çalışmadılar. Öğretmenlerinin sevgisini ve güvenini kaybetmemek için çalıştılar. Çünkü öğretmenlerinin onlara duyduğu sevgi ve güveni korumak, alacakları ödül ya da cezadan çok daha önemli oldu. Şimdi size soruyorum. Gözünüzde bu kadar değerli olan öğrencileri yetiştirirken mutlu olmaz mısınız? Geleceğinizi yetiştirirken sevinip eğlenmez misiniz? Minik yüreklerle birlikte coşmaz mısınız? Yaptığınız işin önemi sizleri heyecanlandırmaz mı? Her sabah yeni bir güne başlarken, okula giderken kalbinizin orta yerinde ılık ılık bir şeyler akmaz mı? Öğrencileriniz, yavrularınız sizden yeni bilgiler öğrenmek isterken, yeni deneyimler kazanmak isterken, kendinizi kanatlanıp uçuyor gibi hissetmez misiniz? Okula giderken, okul yolundaki kuşların şarkılarına eşlik etmez misiniz? Yazın sıcağına, kışın soğuğuna aldırmadan coşkuyla o yolları yürümez misiniz? Kışın soğuktan donan ellerini ısıtmanız için size uzattığında, o minik elleri ellerinizin arasına alıp, şefkatle ısıtmaz mısınız? Akan burnunu silmez misiniz? Üzüntüden ağladığında, gözünün yaşına mendil olmaz mısınız? Ödevlerine bakarken yanlışlarını gördüğünüzde, onun yanlışlarını kendi yanlışınız bilip hatalarını düzeltmek için seferber olmaz mısınız? Yırtık ayakkabısını, yamalı önlüğünü gördüğünüzde yüreğiniz burkulmaz mı? Bayram sabahı babasının elini öpemeyen yetiminizin gözyaşları, belki kahvaltı yapmamış, saçları taranmamış öksüzün soluk benzi boğazınıza kilitlenip yutkunmanıza dahi engel olmaz mı? Başarıya ulaştığında kanatlanıp uçuşa geçen eserlerinizle birlikte siz de uçmaz mısınız? Başaramadığı için kafasını önüne eğenlerle birlikte siz de başınızı iki elinizin arasına alıp kendi hatalarınızı sorgulamaz mısınız? Ben böyle bir iş yapıyorum işte. Her gün otuz ayrı dünya, bana yüreğini açıyor. Ve o yüreklere benim; sevgi doldurmam lazım. Saygı ve özgüven doldurmam lazım. Şefkat ve dostluk doldurmam lazım. İyi ve güzel adına ne varsa onları yerleştirmem lazım minik yüreklere. Çünkü onlar bana emanet. Hem de öyle bir emanet ki; anne ve babasının emaneti. Aziz milletimin emaneti. Allah'ın emaneti. Böylesine kutsal bir emanete nasıl kıyabilirim? Böylesine yüce bir emanete nasıl ihanet edebilirim? İşte bu yüzden benim işim çok kutsal. İşte bu yüzden bütün öğrencilerim çok özel. Ve işte bu yüzden hata yapma şansım yok. Kimin ne dediği hiç umurumda değil. Ben aşkla görevimi yapıyorum. Her sabah yeni bir güneş doğuyor. Her sabah yeni bir ders zili çalıyor. Öğrencilerim beni bekliyor. O yüzden benim koşmam lazım. Dünün başarıları ile yetinmeyip yeni başarılar yakalamam lazım. Gönüllerde saraylar, gökdelenler yapmam lazım. Benim ufkum, benim vizyonum bunu gerektiriyor. Başkası mı? Bilmem! Herkes kendi payına düşeni alsın. Tıpkı, Fransa'daki işçiler gibi. Fransa'da, ağır işçilerin işleri hakkında ne düşündüklerini incelemek üzere araştırmayı yürüten bir görevli, bir inşaat alanına gönderilir. Görevli, ilk işçiye yaklaşır ve sorar: -"Ne yapıyorsun?" -"Nesin sen, kör mü?" diye öfkeyle bağırır işçi. -"Bu parçalanması imkânsız kayaları ilkel aletlerle kırıyor ve patronun emrettiği gibi bir araya yığıyorum. Cehennem sıcağında kan ter içinde kalıyorum. Bu çok ağır bir iş, ölümden beter." Görevli hızla oradan uzaklaşır ve çekinerek ikinci işçiye yaklaşır. Aynı soruyu sorar: -"Ne yapıyorsun?" İşçi cevap verir: -"Kayaları mimari plana uygun şekilde yerleştirilebilmeleri için, kullanılabilir şekle getirmeye çalışıyorum. Bu ağır ve bazen de monoton bir iş, ama karım ve çocuklarım için para gerekli sonuçta bir işim var. Daha kötü de olabilirdi." Biraz cesaretlenen görevli üçüncü işçiye doğru ilerler. -"Ya sen ne yapıyorsun?" diye sorar. -"Görmüyor musun?" der işçi kollarını gökyüzüne kaldırarak. "Bir katedral yapıyorum." Bu hikâyenin enteresan tarafı her üç işçinin de aynı işi yapıyor olmalarıdır. Yazara mesaj: [email protected] www.yusufyesilkaya.com