Heredot'a göre hangisi doğumdan 5 yaşına kadar babalarına gösterilmeyen Persli erkek çocuklara 5 yaşından 20 yaşına kadar öğretilen 3 şeyden biri depildir?

Tarihçi Heredot’a göre, Eski Mısırlılar dünyanın en “dindar” insanlarıydılar. Ancak dinleri “hak din” değil, çok tanrılı sapkın bir dindi ve içinde bulundukları koyu tutuculuk sebebiyle bu sapkın dinlerinden bir türlü vazgeçemiyorlardı.

Eski Mısır kavmi, içinde yaşadığı doğal çevre şartlarından çok etkilenmişti. Mısır’ın doğal coğrafyası ülkeyi dış saldırılara karşı çok iyi koruyordu. Mısır’ın dört bir yanı çöllerle, dağlık arazilerle ve denizlerle çevriliydi.

Mısırlılar, bu doğal koşullar sayesinde dış ülkelerden soyutlandılar. Ancak geçen yüzyıllar, bu soyutlanmayı koyu bir taassuba dönüştürdü. Böylece Mısırlılar gelişmelere ve yeniliklere kapalı, dinleri konusunda son derece tutucu bir görünüm kazandılar.

Cevap: Gıybet etmemek

ANTİK YUNAN UYGARLIKLARI İLE İLGİLİ SIKÇA SORULAN SORULARIN CEVAPLARI

*Polis nedir?

Politika kelimesinin kökenini oluşturan polis (çoğulu poleis) eski Yunancada kent devletler için kullanılan bir terimdir. Antik Yunan dünyasında niçin bu kadar çok kent devlet vardı? Bu daha çok coğrafik şartlara bağlantılıydı. Önceleri birçok köy veya yerleşim birbirinde uzaktaydı ve aralarında çok az iletişim vardı. Bundan dolayı her küçük devlet kendi yönetimi oluşturuldu. Birbirlerinden izole olmalarına rağmen ortak bir dil, Yunanca onları birleştiriyordu.

*Neden Antik Yunan Krallığı veya imparatorluğu diyemeyiz?

Roma Devleti veya imparatorluğu gibi bir tek Antik Yunan İmparatorluğu hiçbir zaman var olmadı. Her Antik Yunan kent devleti kendi yağında kavrulup gidiyordu. Aralarında savaş yapmakla öylesine meşguldüler ki büyük bir imparatorluk kurmak mümkün olmamıştı. Bir Antik Yunan İmparatorluğu, Büyük İskender MÖ 330 da Yunan dünyasını birleştirmeye çalıştığında da oluşturulamadı; bir kentin vatandaşı kendisini her zaman Atinalı, Spartalı, Korinthli veya Giritli olarak görmüştür.  Ancak arlarında savaşsalar da dinleri, dilleri ve sanatları Antik Yunanlıların birleştikleri ortak noktalarıydı.

*Demokrasi nedir?

Eski çağlarda halkın yönetimde söz sahibi olması alışılmış bir şey değildi. Uzun zaman kabile prensleri, krallar kararları verir ve halkı yönetirdi. Atinalılar MÖ 5.yy da ilk demokrasinin adımlarını attılar. Bu bugünde yarına olacak bir şey değildi tabi ki, yıllarca sürecek bir gelişmeydi. Atina demokrasi günümüzün demokrasisinden farklıydı. Ancak bir devletin nasıl yönetileceği ile ilgili bu sistemin fikri esasen Atinalılardan çıkmıştı. Atina önceleri soylular tarafından yönetilirdi. Çoğunlukla çiftçileri borç içinde bırakıp kendilerine bağlı duruma getiriyorlardı. İlk olarak ünlü devlet adamı Solon çiftçileri bu durumdan kurtarıp demokrasiye ilk adımı atmış oldu.

Solon Reformları:  MÖ 640-561 civarında yaşayan Solon önemli bir düşünürdü, aynı zamanda Antik Dünyanın yedi bilgesinden biri olarak sayılırdı. Atinalı soylu bir aileden gelen Solon belki demokrasiyi bulmadı ama ona götüren yolu göstermiş oldu. Böylelikle Solon çiftçilerin borç yüzünden esir durumuna düşmesine son verdi ve toprak reformlarını gerçekleştirdi. Bu birçok çiftçinin ekebilecekleri toprağa tekrara sahip olması demekti. Solon’un yaşadığı zamanda çiftçiler fakirdi ve ailelerini besleyemiyorlardı. Solon yaptıklarıyla çiftçileri esirlikten kurtarmıştı.

*İyi tiran var mıydı?

Solon Atinalılar için demokrasiye giden ilk adımı atmış olsa da yine de tek hâkimiyet baskın geldi: Pesistratos MÖ 546/545 de Atina’da tiran olarak başa geldi. Tiranlar özellikle akıllı politika uyguladıkları zamanda halktan da destek gördü. En azında halkın çoğu tarafından iyi ve ılımlı bir hâkim olarak kabul edildi. Onun döneminde Atina kültürel anlamda bir parlak yükseliş yaşamıştı.

Filozof Aristoteles Pesistratos’ hakkında iyi konuşmuş, örneğin halkına baskı yapmadığından, barış ve huzur ortamı sağladığından bahsetmiştir. Bu yüzden Pesistratos’un tiranlığı için ‘altın çağ’ denilir. Pesistratos MÖ 528/527 yıllarında ölür ve yerine oğulları Hippias ve Hipparchos geçerler. Onların hakkında daha çok acımasız olduklarında bahsedilir. Fakat genel anlamda tiranlık insanların baskı gördüğü ya da haklarının korunmadığı en kötü yönetim biçimi olarak bilinir.

*Kleisthenes Reformları nedir?

Tiran Pesistratos’un oğulları Hippias ve Hipparchos, biri öldürülüp diğeri de sürüldükten sonra tiranlar güçlerinin azaldığını anladılar. MÖ 6. yüzyılın ilk yarısında soylu Kleisthenes halkın yanında yer aldı. Solon gibi aristokrat bir aileden gelen Kleisthenes halkın desteğini alarak halk meclisini kurdu, politik düzeni değiştirdi. Nüfus on phyle ye (eski Atina’da yönetim bölgeleri) ayrıldı. Her phyle 50 kişilik bir meclisten oluşuyordu. Böylelikle 500 meclis üyesi sadece soyluların elinde olan gücü devralmış olacaktı: yani kırsal kesim, deniz kıyısı ve Atina kenti civarından yaşayanların temsilcisi söz hakkına sahipti. Kleisthenes halkın yönetime katılmasını başarmıştı. Bu yeni düzenle demokrasi doğmuştu.

*Ostrakismos nedir?

Bir önceki sorunun bağlamında ‘ostrakismos’ kavramı karşımıza çıkıyor. Atinalılar tiranlığı engellemek için bir çeşit mahkeme kurdular: her Atina vatandaşı (kadınlar, yabancılar ve köleler bunun dışında) bir seramik kap kırığı parçasına tehlikeli gördüğü adamın (ostrakon)  ismini kazıyordu. Bu mahkemede kimin ismi en fazla seramik kırıklar üzerinde yazılıysa on yıllığına Atina’dan sürülüyordu. Sürgüne gönderilen kişi on yıl boyunca Atina’nın hâkimiyet alanına giremiyordu. Hatta bazen Atinalılar aynı yöntemle fazla güç kazanan iyi yöneticilerden de kurtuluyorlardı. Örneğin komutan Themistokles de ostrakismos mahkemesinden nasibini almış tanınmış kişilerden biriydi.

*Perikles demokrasi için neler yaptı?

Diğerleri gibi Perikles de soylu bir aileden geliyordu. MÖ 490 da doğdu ve 429 yılında öldü. Atina demokrasisinin gelişiminde önemli katkıları olan Perikles Klesitehenes’in reformlarını devam ettirmiştir. Aynı zamanda iyi bir hatip olan Perikles bu özelliğini insanları etkilemede kullandı. İyi bir konuşmacı olmak, insanları ikna etmek politika yapan birinde aranan özelliklerdir. Bugün de hala olduğu gibi.

Perikles soylu olmasına rağmen aristokrasini gücünün sınırlanmasından yanaydı. İlk başta Aeropag’ın gücünün azaltmayı planlamış ve bu yüzden soylular ve liderleri Kimon ile karşı karşıya gelmiştir. Perikles zamanında ilk sefer Atina halk meclisinde memurlara, hâkimlere veya meclis üyelerine dieten denilen bir çeşit ücret, maaş verilmiştir. Böylelikle mahkemede görev yapan fakir vatandaşa ödeme yapılacaktı. Periklesi dönemi Atina demokrasisinin en parlak zamanıydı. Attika Deniz Birliği zenginledi, bu tabi ki Spartalıların diş bilediği bir şeydi. Perslerin yakıp yıktığı Atina’yı görkemli eski haline getirdi. Hem kültür, sanat hem de mimari o günlerin yükselişini yansıtır. Ancak Perikles kapıya dayanan Atina ile Sparta arasındaki Peloponnes Savaşı’nı engelleyemedi.

*Drakon Kanunları nedir?

MÖ 650 de doğmuş bir politikacı olan Drakon hakkında fazla şey bilinmese de Atina’nın kanunlarını değiştirerek adını verdiği cezaları yürürlüğe koyduğu tarihe geçmiştir. Günümüzde sert cezalara Drakon Cezaları benzetmesi yapılır. Kan davasını kaldırmak istemiş ve bununla bir kişinin cezalandırma hakkını kendi eline almasını engelleyerek mahkeme kararına, yani devlete itaat edilmesini sağlamıştır.

*Eski Yunan toplumunda hangi sınıflar vardı?

Çoğu antik dönem Yunan kent devletleri nüfusu sınıflara ayırırlardı. Bunlar vatandaşlar, metökler ve kölelerdi. Vatandaşlar toplumun en yüksek konumunu oluşturur ve politika hakkında söz sahibi ve mülkiyet hakkı olan tek sınıftı. Ancak sadece çok az bir bölümü bu haklara sahipti. Çünkü kadınların ve çocukların vatandaş haklarına sahip değillerdi. Kendi arlarında da büyük farklılıklar bulunuyordu: büyük arazi sahipleri ve az toprak sahibi fakir çiftçiler. Örneğin Archon mevkisine sadece üst kesimden zengin vatandaşlar ulaşabiliyordu. Vatandaşlar askere gitmek ve vergi ödemek zorundaydı. Vergiler direk ödenmez farklı yollarla devletin yararına kullanılırdı, örneğin bir zenginin bir savaş gemisinin donatması gibi.

Metökler yabancılardı, Yunan veya Yunan olmayabilir ve bir vatandaşın haklarına sahip değiller, mülk alamaz, mahkeme önünde kendilerini başka bir vatandaşın temsil etmesi gerekirdi. Fakat işletme açabilir, köle çalıştırabilir, pazar yerinde bir yer için ücret ve vergi ödemek zorundaydılar. Çoğu vatandaş işlerini metöklere yaptırılardı. Tüccar, zanaatkâr, doktor ve mimar olabilir hatta kimisi kent halkı arasında tanınmış zengin biri olup savaşa katılabilirdi.

Köleler sınıflamanın en alt sırasında yer alırdı. Genellikle farklı haklardan savaş esirleriydiler. Hiçbir hakları yoktu, en ağır ve en tehlikeli işlerde çalışır, bazen de metöklerin işlerini yaparlardı. Resmi yerlerde de köleler çalışırdı. Kölelerin öldürülmesi veya dövülmesi yasaktı. Kimisi aile içine öylesine yakınlaşırdı ki çocukların bakıcısı veya öğretmeni olup rahat bir hayat sürme fırsatını yakalamış olurdu.

*Spartalılar kimlerdi?

Dağlarla çevrili geniş bir vadide yer alan Sparta doğanın koruduğu bir kale gibiydi. Dorlar tarafından MÖ 10. yüzyılda kurulmuş ve sadece beş köyden ibaret olan ülke 8. yüzyılda Lakonia’nın alınmasıyla verimli topraklara kavuşmuşlar. Sparta’nın başında eşit güçte iki kral vardı: çifte krallık. Bunun yanında gerusia denilen yaşlılar meclisi de yönetime katılıyordu. Bu meclise seçilebilmek için bilgeliğin ve tecrübenin kazanıldığı 60 yaşında olmak gerekiyordu. Sparta’da vatandaş olmayan helotlar adı verilen yabancıların hakları yoktu ve çoğunu savaşlardan sonra ülkeye getirilen ve köle olarak çiftçilik yapan esirler oluşturuyordu.

*Spartalı çocukların yaşamı nasıldı?

Askeri yanı ile ön plana çıkan Sparta katı kurallar geçerliydi. Hastalıklı ve zayıf ve ilerde savaşçı olamayacağına inanılan kimi bebek daha doğar doğmaz annelerinden alınır ve yakınlardaki dağlara yalnız başına terk edilirdi. Bu acımasız yöntemle ülkelerini koruyan güçlü asker yetiştirdiklerine inanıyor olmalıydılar. Bedensel güçlü olanlar aileleri yanında büyüyor ve belli bir yaşa gelince evden ayrılarak askerlik eğitimine gidiyorlardı. Sert şartlar altında, ağır antrenmanlarla acıya dayanmayı öğreniyor, çıplak ayakla dolaşıyor ve pek de lezzetli olmayan tuhaf sirkeli çorba ile besleniyorlardı. Bunun yanında yakalanmamak şartıyla hırsızlığa ses çıkarmıyorlardı. Spartalılar böylelikle düşmana karşı dayanıklı ve sinsi hareket eden asker yetiştirmeyi hedeflemişlerdi. 18 yaşında Sapartalı gençler zor bir testi geçmek zorundaydılar. Bu bir hayatta kalma savaşıydı: çıplak bir şekilde düşman topraklarına yalnız bırakılıyorlardı. Testi yeterince güçlü olanlar hayatta kalarak geçiyordu. 20 yaşındaki Spartalı bir genç artık savaşçı sayılıyor, ancak çocukluğundaki şartlarda yaşamaya devam ediyordu. Otuzunda evlenmelerine izin veriliyor ama eşleriyle birlikte yaşayamıyorlardı. Sapartalılar niçin bu kadar acımasız olmaları kendi ülkeleri Lakonia dar gelmeye başlayınca Messenia gibi komşu ülkelerin topraklarına göz dikmeleriyle bağlantılı olabilir. Yaklaşık 13 bin Spartalının yaşadığı Sparta’da 100 binden fazla esir yaşıyordu. Ancak askeri katılıkla bu kadar insanı kontrol edebilecekleri umuyorlardı. Böylece tüm Sparta askeri bir koğuşa dönüşmüştü diyebiliriz.

*Spartalı kız çocuklar antik dünyanın en ayrıcalıklı çocuklarıydı denilebilir mi?

Nerdeyse. O zamanın şartlarına göre ve Atina gibi kent devletlere bakıldığında kız çocuklar ve kadınlar daha fazla özgürlüğe sahiptiler. Yedi yaşında ders almaya başlıyor ve okuma yazma öğreniyorlardı. Yukarıda bahsedilen örnekteki erkek kardeşleri gibi barakalarda yaşıyor, jimnastik ve atletizim yapıyorlardı. Gelecekteki sağlıklı ve güçlü Spartalı savaşçıların annesi gözüyle bakılan bu kızlar da 18 yaşında evlenmeden önce bir testi geçmek zorundaydılar. Sparta’da kadınlar mal mülk sahibi olabiliyor, Atinalı hemcinslerine göre daha aktif yaşama katılıyorlardı: ev işlerine helot çalıştırabiliyor, spor karşılaşmalarına katılıyorlardı. Spartalı kızları kısa etekle gösteren canlandırmalar günümüze kalmış. Ayrıca kutlamalarda erkekler karşısında dans edebiliyor ve şarkı söyleyebiliyorlardı. Erkek çocuklar ise Eski Yunanda alışılan şekilde çıplaktılar.

*Spartalı savaşçılar niçin kırmızı giyiyordu?

Sparta vatandaşı erkekler nerdeyse tüm zamanlarını savaşta geçirirken toprağı ekip dikmeyle savaş esirleri helotlar yapıyordu. Belki düşman üzerinde korkunç bir etki bırakmak için, genç askerler saçlarını ve sakallarını uzatırlardı. Herodot savaşçıların her çatışmadan önce saçlarını ve sakallarını taradıklarından bahseder. Antik Yunanistan’ın en iyi ordusunu oluşturan Spartalı askerler çok iyi bir askeri eğitimden geçiyorlardı. Giysilerinin rengi ise kan lekelerini göstermeyen kırmızıydı. Sparta kentini savunma surları yoktu. Hem coğrafik korunaklı konumlarına hem de ordusuna güvenen Sparta daha çok içeriden, yani esir helotların isyanından korkuyorlardı.

*Attika Deniz Birliği nedir?

Attika Deniz Birliği (diğer adıyla Attika-Delos Deniz Birliği) Pers Savaşlarından sonra o zamanlar etkili bir deniz gücü olan Atina şehri tarafından MÖ 477 de kurulmuştu. Sparta’nın, Küçük Asya’daki (Anadolu) Antik Yunan kolonistleri korunmasına yanaşmaması nedeniyle kuruldu. Birliğe Anakara Yunanistan, adalar ve Anadolu, yani Küçük Asya’dan birçok kent üye kent katılmıştı. Bir kentin düşmanı ve dostu, müttefiki diğeri için de geçerliydi. Birlik toplantıları önceleri Delos adasında yapılıyordu. Attika Birliği kasası ise ‘hellenotamiai’ denilen on hazine kasası görevlisi tarafından yönetiliyordu. Ancak Atina başta askeri destek veremeyen üyeler birliğin kasasına ödeme yaparken zamanla her üye kent vergisi ödemek zorunda kalmıştı. Sadece Atian ve Samos gibi çok az kentin deniz gücü vardı. Böylelikle Attika Deniz Birliği Atina kentinin güç aracı haline geldi. Bu politika Atina ile Sparta arsındaki gerilimi arttırdı ve karşıt birlik Peloponnes Birliği kuruldu, ardından Peloponnes Savaşı geldi .  Atina, savaşın arkasından yenilgisiyle beraber Attika Deniz Birliği’ni dağıtmak zorunda kaldı (MÖ 377 de daha küçük bir 2. Deniz Birliği kurulsa da ömrü uzun olmadı.

* Antik Yunanlılar iyi denizciler miydi?

Atina’nın deniz gücü üç sıra kürekli gemilere bağlıydı, yani trieren. Gemini gövdesinde üç katta ayrılmış kürekçiler iş başındaydı. Aynı zamanda yelken de vardı. Savaş esnasında kıvrak manevralar için kürekler en uygun hareketliliği sağlıyordu. Trieren gemiler ince gövdeliydi ve her iki ucu sivrilerek bitiyordu. Ticaret gemileri ise çok daha farklı bir tasarım gösteririler: gövdesi taşınan mallar için daha geniş olmalıydı. Antik Dünyanın en yaygın ihraç malı amforalarla (pişmiş topraktan iki kulplu testiler) taşınan şarap ve zeytinyağıydı. Bu yelkenlilerin boyu 10 -30 metre arasında değişirdi. Kürekler ise ender olarak, dar yerlerden geçerken ve benzeri manevra gerektiren durumlarda kullanılırdı.

Aslında ilk büyük denizcilerin Fenikeliler olduğu söylenir. MÖ 600 civarında Afrika’yı doğudan batıya dolaşmışlar. Böyle bir deniz seyahati antik dönemde çok tehlikeliydi. Pusula ve deniz haritalarının bilinmediği bir zamanda fırtına, kayalıklar ve korsalarla bir dolu tehlikeye içine doğru yelken açıyorlardı. Odysseus boşuna yıllarca denizlerde dolaşmamış. Fakat Antik Yunanlılar MÖ 330 da İskoçya’ya kadar yelken açtıkları biliniyor. Bu maceracılar ayrıca Hindistan, Arabistan kıyılarındaki limanlara bile ayak basmıştır.

*Platon ‘Yunanlılar gölet etrafındaki kurbağalar gibi oturuyorlar’ diyerek ne anlatmaya çalışmıştır?

Antik Yunanlılar Karadeniz kıyılarından batı Akdeniz’de, Fransa ve İspanya’ya kadar 150 den fazla yerleşim kurdular. Ünlü filozof Platon ‘’kurbağalar gibi bir göletin etrafında oturuyoruz’ diyerek haklı sayılır. Gölet ile Akdeniz’i kast etmiştir. Bu insanlar her yere yelken açarak kolonilerine yer aramışlardır. Sicilya gibi doğal kaynakları zengin yerler özellikle dikkatlerini çekmişti. Uzak Karadeniz kıyılarına bile ulaşmışlar. Antik Yunan kültürü bu yolla bütün Akdeniz havzasına yayıldı. Koloniler ve geride bıraktıkları ana kentler arasında ticaret yapıldı, yakın ilişkileri korundu.

*Minoslular kimlerdi?

Ege’nin eski çağlarında, Girit Adası yüksek bir kültüre ev sahipliği yaptı: Avrupa’nın en eski yüksek kültürü sayılan Minos Kültürü adının efsanevi kral Minos’dan alır. Direk akrabaları olmasa da Minoslular Antik Yunanlıların ataları sayılırlar. Mikenler bildiğimiz en erken Antik Yunan kültürünü ana kara Yunanistan’da kurdular. Mikenler Minosluları tanıyorlardı ve onlarda bazı yeni şeyler öğrendiler.

Minoslular nereden gelmişti? Taş devrinin sonlarında, Kalkolitik’ten Tunç Çağa geçişte MÖ 3000 yıllarında Mİnoslular denizden gelip Girit’e yerleştiler. Tarım ve hayvancılık yaptılar. Yazıyı biliyorlardı. Ama ne yazık ki bugün bile hala bilim adamları Minos’un yazısını çözemediler. Biz bu yazıya Linear A diyoruz. Dışarıdan gelen bu göçmenler Yunanca konuşmuyordu. Deniz ticareti yapıyor ve büyük bir filoya sahiptiler. Sonlarının MÖ 1400 de geldiği zannediliyor. Girit’te saraylar yandı. Böylesine ileri bir kültürün niçin yıkıldığı bugün de hala sırrını koruyor. İşte Minosluların kültür mirasını Mikenler devralacak ve Girit’e yerleşeceklerdir.

*Mikenler kimlerdi?

Mikenlerin bize bıraktığı en erken izler ünlü Miken Kral Mezarlarıdır. 19. yüzyılda arkeologların bulduğu taşlarla örülmüş mezarlarda zengin hediyelere karşılaştılar. Ölümden sonra yaşam olduğuna inanıyorlardı. Mezara bırakılan bu değerli eşyalar bunun içindi. Mikenlerde Minoslular gibi saraylarda yaşıyor ve bir kral tarafından yönetiliyorlardı. Duvar resimlerinden ve silah buluntularından yola çıkıldığında Mikenlerin  Minoslulardan çok daha savaşçı bir halk olduğunu söylemek mümkün. Sarayları görkemli surlarla korunuyordu. Mikenler Minos kültürü mirasından yararlandılar. Yazılarını alıp kullandılar. Lİnear B dediğimiz bu yazıyı çözmek için arkeologlar uzun yıllar uğraştı. Ta ki 1952 Michel Ventris isimli bir İngiliz çözünceye kadar. Linear B, Antik Yunancanın ilk şekliydi. Yunanca ve Çince günümüze kadar kesintisiz konuşan yegâne iki dildir. Miken Kültürünün sonu MÖ 1200 ler gibi gelmiştir. Nedenler belki bir deprem, kötü hasat, yani tam olarak bilinmiyor. Bu dönemler için Mısırlılar denizden gelen saldırılardan bahsediyor. Aynı dönemde Hitit Devleti de yıkıldı.

* Antik Yunanlılar neden göç ediyorlardı?

MÖ 8. Yüzyıldan beri Yunan dünyasında nüfus artmıştı. Sahip oldukları tarım alanları ve hasat yetmeye başladı.  Yunanlılar ticaret ve filoları için gemi yaptılar. Bunun için bolca ağaç kestiler. Ormanlar azaldı, topraklar verimsizleşti. Doğanın yok edilişi çok eskilerde başlamıştı. Ağaç köklerinin olamadığı toprak yağmurla akıp gitmişti. Çareyi yeni topraklar aramada buldular. Antik Yunanlılar, koloni denilen yerleşimler kurdular. Örneğin Byzans (İstanbul), Sicilya Adası’nda Syrakus ve Messane (Messina), Tarent, Napoli ve Paestum (Aşağı İtalya), Naukratis (Mısır), Kyrene (Libya) ve Massalia (Marsilya/Fransa). Sadece Milet’in (Batı Anadolu kıyısında) 90 koloni kenti vardı. Koloniler geldikleri ana kentlerden politik anlamada bağımsızdılar. 

*Coğrafya ülkeleri ve politikalarını nasıl etkilemiştir?

Yunanistan’ın en yüksek dağı kuzeyde yer alan tanrıların evi olduğuna inanılan ünlü Olympos’tur. Anaaradan Girit’e kadar bir dizi dağ ve ada buradaki en önemli iki coğrafi unsurdur: dağlar ve deniz. Koyları ve limanlarıyla bu kültürün gelişiminde denizin önemi rolü vardır. Bu nedenle Eski Yunanistan için deniz kültürü de denilir. İlk kavimler kıraç bir araziyle baş etmek zorundaydılar. Tabi ki arada verimli vadiler de vardı. Yazlar çok sıcak ve kurak, kışlar ise sert geçerdi. MÖ 2. bin yılda buraya ilk yerleşenler bu yüzden ılıman kıyı şeridine ve vadilerde kalmışlar içlerdeki insanlarla etkileşime geçememişlerdir. Ancak deniz yoluyla kıyıdan yüksek aşılmaz dağları geçebilirlerdi. Sadece kuzeyde, Makedonya ve Trakya’da hayvanlara uygun otlak düz arazi vardı. Yunanistan, Mezopotamya veya Mısır gibi uçsuz bucaksız düzlük topraklara sahip değildi. Bu büyüklü küçüklü biri birinden bağımsız kent devletlerin (poleis) oluşumuna yol açtı: Atina, Sparta veya Korinth gibi. 

*Antik Yunan’da korsanlar nasıl ortaya çıktı?

Yunanistan’ın dağlık coğrafyası yüzünden ticaret daha çok deniz yoluyla yapılıyordu. Zeytinyağı, şarap, seramik ve tahıl yanında balık ve papirus, yün ve fildişi de en çok ihraç edilen mallar arasındaydı. Ticaret ne kadar fazla deniz yoluyla yapılırsa o kadar da tehlikeli olmaya başladı. Fırtınalı kötü havaların yanında korsanlar gemilerin korkulu rüyası haline geldi. Ganimet peşinde Akdeniz’de dolaşan korsanlar yüzünden Atina’nın ticaret gemilerine sıkça savaş gemilerinin eşlik ettiği biliniyor. Ayrıca korsan kelimesinin modern dillerdeki karşılığı pirate Antik Yunanca’da saldıran anlamına gelen ‘peirates’ den gelir.

*Antik Dönemde niçin köleler çalıştırılıyordu?

Çoğu köle bir çeşit ganimet sayılan eski savaş esirleriydiler. Savaştan zaferle çıkan taraf yenilen tarafın halkını köleleştiriyordu. MÖ 6. yüzyılın başlarında erkekler isyan çıkarırlar korkusuyla canlı bırakılmıyor, daha çok kadın ve çocuklar köle yapılıyordu. Zamanla erkek gücüne ihtiyaçla köleler değerli mal gibi görülmeye başlandı. Köle pazarları kuruldu. Kadınlar ev işlerinde erkekler de ağır işlerde çalıştırılıyordu. Nerdeyse nüfusun üçte biri kölelerden oluşan Yunanistan’da ekonomi onların işgücü ile işliyordu. İlk demokrasi adımlarının Atina’da atıldığı düşünülürse köleciliği anlamak zor olacaktır. Fakat o zamanki kültürlerin düşünce yapısı günümüzden bir hayli farklıydı.

*Zeytin niçin önemliydi?

Yunanistan’da tahıl, sebze meyve dışında üzüm ve zeytin yetişiyordu. Perikles Dönemi’ne kadar çiftçiler iyi durumdaydı. Peloponnes Savaşları ülkeyi verimsizleştirdi ve tarıma darbe vurmuştu. Hatta Solon zeytinyağı dışında –ki o da bolca mevcut- tarım ürünlerinin ihracını durdurdu. Zeytin çok yönlüydü: mutfaktan kozmetiğe kadar kullanılan yağı bugün de doğal beslenmede ilk sırayı alıyor. Antik Yunanlılar zeytinin Tanrıça Athena’nın bir hediyesi olduğuna inanırlardı. Aynı üzüm gibi yamaçlara dikilen zeytinin kökeni Yunanistan dayanmaz. Verimli hilal denilen bölge, Ürdün, Lübnan, Suriye, Türkiye’nin güney doğusu ve Irağın kuzey doğusunu içine alan Mezopotamya ve etkileşim içinde olduğu komşuları içine alır.

*Antik Dönemde Yunanlılar çiğ balık yiyor muydu?

Balık yedikleri kesin ancak çiğ olarak mı bilmiyoruz. Birçok Antik Yunan kenti deniz kıyısında veya yakılarında bulunduğundan balık en önemli besin maddesiydi. Balık pazarları vardı. Denizi olmayan bölgelere balık ithal etmek için ilgin bir yol bulmuştu Yunanlılar: tuza yatırılmış balık.

*Çocuklar nasıl büyütülürdü?

Yedi yaşına kadar kız ve erkek çocuklar annelerinin yanında büyürlerdi. Zengin ailelerde anne bebeğini emzirmez bir sütanneye verirdi. Bu kişi bir köle veya halktan basit bir vatandaş olabilirdi. Sütanne aynı zamanda çoğun eğitimini de üstlenirdi. Çocuklar çarpık bacaklı olma korkusundan nerdeyse üç yaşına kadar kucakta taşınırdı. Kız çocuklar yedi yaşına geldiğinde sonraki yaşamlarına hazırlamak amacıyla ev işleri öğretilirdi: ip eğirme ve dokuma, kimisine okuma ve yazma da öğretilirdi. Çok az kadının babasından veya kocasından bağımsız bir hayat sürmesi mümkündü. İstisnalardan bir Lesbos’lu (Midilli Adası) Sappho’dur. Burada kızlar için yatılı bir okulda okuma, yazma, hesap yapma, dans ve müzik dersleri verilirmiş. Erkek çocuklarsa yedi yaşında okula gider ve spor dersleri alırlardı. Okuma yazma ve hesap yapmayı öğrenirlerdi. Fakat he çocuk bu olanaklara sahip değildi. Zengin ailelerin çocukları bu ayrıcalıklardan yararlanıyordu. Okula giderken bir çocuğa ailenin bir kölesi eşlik erdi. Homeros’un destanları İlyada ve Odysseia’nın ders programında yer aldığını biliyoruz. Müzik de öğrencilerin hayatında önemli bir yer tutuyordu. 13-14 yaşlarında spor erkek öğrencilerin yaşamının merkezini oluşturuyordu. Koşu, uzun atlama, güreş gibi kimi disiplinler mecburiydi. MÖ 4. yüzyıldan itibaren özel okulların yanında devlet okullarının varlığından haberdarız. Hitap sanatını (rhetorik ) öğrenmek de git gide önem kazanmaya başladı.

*Eski Yunanistan’da kadınların yaşamı nasıldı?

Kadınların günlük yaşamı erkeklerinkinden çok farklıydı. Bu hangi kent devlette yaşadıklarına bağlıydı. Sparta’da  katı kurallar geçerli olsa da kadınlar Atina’da hemcinslerine göre daha özgür ve daha fazla haklara sahiptiler. Atina’da zengin ailelerde kadınlar erkeklerden ayrı vakit geçiriyor, üst katta kendilerine ayrılan yerde (gynaikon) kalıyor ve yemekli davetlere katılamıyordu. Hiçbir şeye sahip olamıyor ve miras üstünde hakları yoktu. Tarihçiler kadının yeri hakkında fikir birliğe varamamışlardır: gerçekten önemsizler mi yoksa en azında evin efendisiler mi? Her halükarda dışarı kapalı evle sınırlı bir yaşamları vardı. Kızlar 13 ile 16 yaş arasında babanın seçtiği bir erkekle evlendiriliyordu.

*Antik Dönemde Yunanistan’da tüm yıl boyunca çeşitli bayramlar kutlanırdı. Normalde hayatları evle sınırlı olan kadınlarda bu bayramlara katılabiliyordu. Spor karşılaşmaları çok seviliyordu. Sadece ünlü Olympia Oyunları değil Delphi, Nemea ve Korinth şehirlerinin de kendi yarışmaları vardı. Doğum ve düğün kutlamaları yanında hasat zamanı da şölenler düzenlenirdi. Athena onuruna düzenlenen

Panathene bayramında şarkı, müzik ve şiir, hatta spor ile ilgili gösteriler yapılırdı. Tanrıça adına uzun bir alay ve sunular buna dâhildi. Sadece Athene için değil üzüm ve şarabın tanrısı Dionysos adına da bayramlar ve şölenler yapılıyordu.

*Eski Yunan modası neye benziyordu?

Zamanla değişen bir moda olsa da temelinde aynı prensibi kullanıyordu Yunanlılar: vücuda dolanan, omuza atılan veya tutturulan kumaş. Dikdörtgen büyük bir kumaş parçası farklı şekillerde katlanıp vücuda sarılıyordu. Bunların arasında hem kadınlar hem de erkeklerin kullandığı Chiton biraz işlem gerektiriyordu: omuzların üstünde dikilerek veya broşlarla tutturularak dökümlü zarif bir elbise ortaya çıkıyordu. Keten chitonun yanında peplos yünden oluşan kalın bir giysi parçasıydı. Kadınlar her iki giyside de kemerle bel kısmında zengin pileli kıyafet görünümü elde ediyorlardı. Chitonun üzerine giyilen peplos aynı zamanda tanrıça Athena’nın tipik giysisi sayılır. Erkekler soğuktan koruyan, kare dikdörtgen bir kumaşı bele sarıp bir kenarını sol omuz üzerine atarak, sağ kolu açıkta bırakan himation adını verdiğimiz bir çeşit manto kullanırdı. MÖ 5. yüzyıldan sonra chlamys denilen yine sağ omuz üzerinde broşla tutturulup, sağ kolu açıkta bırakan bir çeşit pelerin yaygınlaşır. Sonuçta Yunanlılar bu konuda çok da yaratıcı sayılmazlar. Fakat kumaşı katlayarak, dolayarak elbise yapma fikrinin Romalılara ilham verdiğini de unutamamalıyız. Giysilerle ilgili ayrıntılı bilgiyi uygarlıklar/Yunan giysileri kısmında bulabilirsiniz.

*Antik Dönem temizliği ve bakımı hakkında neler biliyoruz?

Hijyen kelimesi Yunanca hygieinos tan gelir ve anlamı sağlıklı demektir. Su ve sünger -ki bu da denizde bolca mevcut- ile yıkandıkları biliniyor. Kadınlar ve erkekler saçlarını uzatmaları alışılmış bir şeydi.  Kadınlar oldukça karışık görümlü ense topuzları yapar, köleler ise toplumda statüleri belli eden kısa saçla görünüyordu. Vücut yağları ve kokuları da çok sevilen kozmetiklerin başında gelirdi. Özellikle zeytin, badem ve fındık yağı oldukça yaygındı. Yağ ısıtılarak elde edilen kokusu hastaları tedavi kullanılırdı.

*Ünlü Antik Dönem yemek davetleri nasıl yapılıyordu?

Birçok şeyde olduğu gibi kadınların dışında tutulduğu yemek davetleri vardı. Onlar sadece aile yemek şölenlerine katılırdı. Köleler misafirleri karşılar, ellerini ve ayaklarını yıkanır sonra da yarı yatar şekilde divanda (kline) yerlerini alırlardı. Küçük masalarda yemek gelirdi. Çatal ve kaşık bilinmediği için o zamanlar elle yemek yerlerdi. Yemekte et çeşitleri yanında tatlı olarak meyve ve pasta-çörek menüde yer alıyordu. Yemek sonrası karşılıklı sohbet edilir, önemli konularda tartışılırdı: buna symposion diyoruz, günümüzde bile hala kullanılan bir terim.

*Homeros kimdir?

MÖ 8. yüzyılda yaşamış ozan Homeros İlyada ve Odysseia Destanları yazan kişidir. Kim ve nereli olduğu hakkında çok az bilgiye sahip olsak da Ionia’lı, yani Batı Anadolu’lu olduğu sanılıyor. İlyada’da 12. yüzyılda geçmiş olduğu sanılan ünlü Troya Savaşı’nı, Odysseia’da Troya Savaşı dönüşünde Akhalı kahraman Odysseus’un eve dönüş hikâyesini anlatmıştır. İnsanlık tarihinin en eski edebiyat örneklerinden birini oluşturan her iki destan da günümüzde edebiyat ve sanat eserine ilham kaynağı oluşturmuştur.

*Klasik ne demektir?

Arkeoloji bilimi dışında da sıkça kullandığımız bir kavram olan klasik (Latince classicus) öncelikle MÖ erken 5. yüzyıl ile 336 (B. İskender zamanına kadar) arasındaki dönem için kullanılan bir terimdir. Antik Yunan sanatının gelişiminin kusursuzluk, denge ve uyum öğeleri ile tanımlanarak, vardığı en yüksek noktanın Klasik Dönem sayılır. Bu aynı şekilde mimari ve kültürü içinde geçerlidir. Klasik kavramı ön plana çıkan, üst düzeyde sonraki dönemler için model, örnek oluşturmasıyla bilim diline girer: örneğin Augustus Dönemi klasistiği demek o zamanın en iyi anlatan, tipik olgusu demektir. Klasik kelimesi günümüzde modern dillerde farklı anlamlara karşımıza çıkar.

*Mermere işlenen güzellik Antik Yunan Sanatında nasıl yaşam buluyor?

Antik Yunan heykelleri klasik sanatın en iyi anlatıcılarıdır aynı zamanda. Tanrı, tanrıça ve kahramanları, sporcuları anlatan heykeller aslında insanın taşa işlenmiş en güzel görünümü olmalıydı. Arkaik Dönemde idealize edilen insan vücudu estetiği, uyumu, gençliği ve canlılığı sembolize ediyordu. Tanrılara hediye edilen heykeller olduğu gibi nekropoller (mezarlık) mezar anıtı olarak dikilenleri de vardı. Mermer en değerli malzemeydi hiç kuşkusuz. En ince detayına kadar işlenir ve renklere boyanırdı. Bugün müzelerde bu tip heykelleriyle karşılaşınca renk izlerinin tamamen solduğunu görürüz. Yunan heykellerini birçoğu zamanımıza ulaşamamış olsa da Romalıların yaptıkları kopyalarıyla onları tanıma fırsatı bulmuş oluyoruz. Antik Yunan sanatı dönemler gibi Arkaik, Klasik ve Helenistik Stil dediğimiz başlıklarda incelenir.

Kısaca özetlersek:

Arkaik Dönem heykelleri erken örnekler oldukları için daha basit ve katı duruş gösterirler. O zamanlarda Mısır ile yakınlaşan Yunan kültürü ilk etkileşimini almış olacaktır. Bu nedenle figürler doğalmış izlenimi vermezler. Genel duruş tipi öne atılmış bir adım ve gövdenin her iki yanına sarkıtılmış kollardır.

Klasik Dönem heykeltıraşları insan bedenini gerçekçi anlatmaya başlarlar. Kadın figürleri artık çıplak tasvir edilir. Arkaik Dönemde bu görülmez. Sanatçı yaşam ve canlılık katmaya çalıştığı heykelini en doğal görüntüsünü arar: yüz detaylarından giysi kıvrımlarına kadar. Klasik Dönemin en ünlü heykeltıraşlarından Phidias’dır. MÖ 500-432 yılları arasında yaşayan sanatçı dünyanın yedi harikası arasına giren 12 metrelik Olympia Zeus Heykelini yaratmıştır. Diğer önemli eserlerinden biri de Tanrıça Athena’yı canlandıran 11 metreyi geçen Athena Parthenos heykelidir. Orijinali günümüze ulaşamamış bu heykelleri Roma kopyaları sayesinde tanıyoruz.

Helenistik Dönem sanatçıları insanı en normal ve doğal haliyle betimlerler. Çocuk, yaşlı, komik figürler yanında ölüm ve yaşlılık konularının işlendiğini söyleyebiliriz.

*Tiyatronun kökeni nerdedir?

İlk tiyatro oyunları ve taş tiyatroların görüldüğü yer Antik Yunanistan’dır. Şarap tanrı Dionysos adına düzenlenen bayramlar başlayan şarkılı danslı kutlamalar ilk tiyatro oyunları sahnelendi. Başlarda en fazla 2-3 oyuncuyla sahnelenen oyunlarda farklı karakterler aynı oyuncular tarafından masleler sayesinde canlandırılırdı. Yunan sahnelerinde İki tür oyunun ön plana çıktığını görüyoruz: tragedya ve komedya. Bugün bile bu kavramlar hala kullanılıyor. İlk akla gelen Aristophanes (MÖ 450-380) komedya, Euripides (MÖ 485-406) ise tragedya yazarıydı.

*Tiyatro oyunları nerede sahneleniyordu?

İlk tiyatro oyunları agora gibi halka açık yerlerde halkın karşısına çıkmıştır. Taş tiyatroların yaygınlaşmasıyla 15 bin ile 18 bin arasında seyirci bir araya toplanabiliyordu. Yunan tiyatrosu bir açık hava tiyatrosuydu. Tiyatro mimarisi dört bölüme ayrılır: Theatron (oturma sıraları), orchestra (ortadaki koro için yuvarlak sahne), skene (dekorasyonun olduğu sahne binası) ve proskenion (sahne binası önündeki asıl oyunun gerçekleştiği, oyuncuların durduğu platform sahne). Antik  Yunan tiyatroları akustikleriyle ünlüdür. En yukarıdaki sıradan birisi orkestra veya sahneden her sesi rahatlıkla duyabilir. Bunu ülkemizde ayakta olan tiyatrolardan birinde, orkestrada yere bir madeni para atarak deneyebilirsin.

* Antik Yunan mimarisinde en önemli yapı hangisidir? 

Tabi ki hepsi önemlidir. Ancak tapınaklar diğer kamu yapıları ve anıtlar yanında büyük öneme sahiptirler. Tanrıların evi sayılan tapınaklar onların adına yapılırdı. Yani her tanrı veya tanrıçanın kendisine adanmış tapınağı vardı. İlk dönemlerde açık havada tapınım yapılıyordu. MÖ 9. yüzyıldan sonra önce ahşap sonra mermer tapınaklar yapıldı. Dikdörtgen planlı tapınak üç ana bölümden oluşur: üç basamaklı bir altyapı (yer altı dünyasını sembolize eder) , içinde cella denilen bir ana salonu vardır, burada tanrı veya tanrıçanın kült heykeli dururdu, Yapının etrafını çevreleyen sütun dizisi (ölümlülerin dünyası) ve çatı (tanrıların dünyası gökyüzü). Çoğu bina mermer veya kireçtaşından inşa edilmiş, çatıysa ahşap kirişler ve mermer ya da kil çatı kiremitlerinden oluşuyordu. Heykeller ve kabartmalar hem iç mekânı hem de dış cepheyi süslüyordu. Antik  Yunan tapınakların renkli boyandığını da unutmamak gerekir, bugün bu renk izlerini çoktan silinmiştir.

*Eski Yunanlılar yapılarında niçin sütun kullanmışlardır?

Sütunsuz tapınak düşünemeyiz. Çatıyı ve yatay taş blokları taşıması yanında görsel açıdan yapıya çok şey kazandırır. Tapınağın alınlıklı ön girişini vurgular, mekânın gövdesini estetik görüntüsüyle çevreler ve böylelikle ışık düz duvar yerine yuvarlak sütunların üzerinden binaya derinlik kazandırır. Yunalılar sütunları çok sevdiklerinden farklı sütun formları-stilleri kullandılar. Genel anlamda bir sütun üç parçaya ayrılır: tabanı ve ayağını oluşturan kaide (Dor sütununda yok) , sonra üzerine oturan uzun gövde ve son olarak başlık ki bu coğrafyaya göre çeşitlilik gösterir. Üç ana sütun tipi vardır: Anakara Yunanistan’da yaygın Dor, Anadolu’da yaygın İon ve daha sonra ortaya çıkan zengin akanthus yaprak bezemeli, Korinth. Biz bunlara stil veya düzen de deriz: Dor Düzeni gibi. Yunan mimarisin en önemli unsurlarında biri sütun modern mimaride sıkça kullanılmaktadır.

*Akropol nedir?

Akropol aslında kale şehir ya da tepe üzerindeki şehir demektir. Çok eski çağlardan beri insanlar savunması kolay diye yüksek yerlere yerleşim kurmuşlardır. Çoğu kentin eğer coğrafyası da uygunsa bir akropolü vardır. Akropoller, yani yukarı şehir daha çok dini tapınak gibi yapılar, anıtlar ve kral ile ahalisinin yaşadığı sarayları barındırır. Akropol deyince ilk olarak aklımıza Atina şehrinin akropolü gelir. MÖ 480 de Pers Savaşları sırasında yağmalanıp tahrip edilen akropol tekrardan ayağa kaldırılır. Bu tarih, 480 sonrası, aynı zamanda Atina’nın sanat, mimari ve kültürel parlak döneminin başlangıcıdır. Akropolün en büyük yapısı mermer bir tapınak olan Parthenon’u Atinalılar şehrin tanrıçası Athena’ya adamışlardır. Yapının aslında çok önemli bir özelliği onu ağır taş hissiden kurtarıp hafiflik sağlamıştır: tapınağın uzun kenarının bir ucundan bakıldığında ortaya doğru kavis yaptığı görülür. Bu optik olarak yanılgı hissi ölçümlerle de doğrulanır: uzun kenarın ortaları köşelerden 12 cm daha yüksektir. Aynı şey kısa kenar içinde geçerli orta kısım köşelerden 7 cm daha yüksektir. Biz buna mimari dilde kurvatur diyoruz. Bu veriler ne anlama geliyor? Parthenon Tapınağı benzer başka matematiksel hesaplamaların kullanıldığı,  denge ve uyumun klasik mimariye yansıdığı en dikkati çekici örnek yapısıdır. Böylelikle antik Yunan mimarisi klasik güzelliğini tüm yalınlığıyla canlandırıldığını görüyoruz.

*’’Ne bilmediğimi biliyorum’’ Sokrates

Daha Yunanlılardan önce dünya üzerinde farklı coğrafyada insanlar doğa, dünya hakkında ve insanın kendisi hakkında kafa yormuş, sorular sormuşlardır. Cevapları tanrılarında ve bununla bağlantılı mitolojide aradılar. Felsefe kelimesi (philo-sophia) az çok bilgeliliği sevmek demektir. Bir filozof yaşamla, insanla ilgili sorular yöneltir: Yaşam nedir? Ölümden sonra ne olur? Hayal mi ediyoruz yoksa gerçeğiz mi? İyi veya kötü nedir? Benzer sorular aklımızdan geçmiştir hiç kuşkusuz. O zaman hepimiz birer filozof sayılmaz mıyız? Birçok soru var, bir o kadarda cevap. Filozoflar mantığın yardımıyla cevap aramaktan hiç vazgeçmediler. Din inanç, felsefe ve açıklamalardan yaşarken filozof herhangi bir şeye inanmak yerine mantıklı düşünce yardımıyla öğrenmek veya bilmek ister. Böylelikle Antik Yunandan Demokrit adında bir filozof düşünce yoluyla atomun varlığını buldu:  Eğer bir elma devamlı daha küçük parçalara ayrılırsa öyle bir an gelir ki artık daha küçük bir parçaya bölünemez. İşte bu ayrılamayan parçayı atom (atomos=bölünemeyen) olarak adlandırdı. Aslında felsefe çoğunlukla etrafımızdaki nesnelerin, şeylerin göründükleri gibi olup olmadığı ile meşguldür.

Antik Yunan Felsefesi üç bölüme ayrılır: 1. Sokrates öncesi (İonya Filozofları, yani Anadolu’da yaşayan Yunanlı filozoflar), 2. Parlak Dönem (Sokrates, Platon ve Aristoteles-bkz. Eski Yunan’dan Tarihi Kişilikler) ve 3. Yunan ve Roma Felsefesi 

*Hippokrates Yemini ne demektir?

MÖ 460 ile 36 arasında yaşamış Hippokrates Antik Dünyanın en ünlü doktoru ve tıp biliminin kurucusu olarak bilinir. Kos Adasında doğmuş ve babası da sağlık tanrısı Asklepios’un rahibiydi. Eski Yunanistan’da insanlar hastalıkları tanrıların gönderdiğine inanırlardı. Böylece hastaların tanrıya iyileşmeleri için yakarmaktan başka bir yol kalmıyordu. Hippokrates hastalarını iyileştirmek için tanrıları çağırmak yerine onları dikkatlice inceledi: nabız, ateşlerine baktı. Ayırca hastanın tedavisinde kendisini de bir şeyler yapabileceğini gördü: Sağlıklı beslenme, temizlik, ameliyat aletlerinin hijyeni, masaj veya güneşin yararları gibi. Hippokrates’in ünü günüme kadar ulaşmıştır. Doktorlar ‘’Hippokrates Yemini’’ ile hastaları hakkındaki bilgilerin gizliliğini korurlar. Fakat bu yemin Hippokrates’ ten mi çıkmış kesin bilinmiyor.

*Yazı niçin önemlidir?

Eski Yunanlılardan binlerce yıl önce Mezopotamya ve Mısır ya da Çin gibi yazıyı kullanan kültürler biliyoruz. Mikenler (MÖ 14.-12. Yüzyıl) Linear B denilen yazıyı kullandılar. Antik Yunan Alfabesi Fenike Alfabesi’nden çıkmıştır. Öncelikle yazı ticaret için önemliydi. Gemilere veya kervanlara yüklenen mallar listelenmeliydi. Bu da ancak yazının sayesinde mümkündü. Tüccar bir halkı olan Fenikeliler yazılarını 12.-11. yüzyıllardaki ‘‘Karanlık Çağlardan’’ bile koruyabildiler. Peki, Fenikeliler de kimler? Dersek: Antik Dönemde bugünkü Lübnan ve Suriye’nin Akdeniz kıyısı boyunca yerleşmiş Sami (semitik) kökenli bir halk. Ticaret yoluyla yazıları Yunanistan’a ulaşır. 

*Troya Atı gerçekte var oldu mu?

Her şey Troya Kralı Priamos’un oğlu Paris’in Sparta Kralı Menelaos’un eşi güzel Helena’yı kaçırmasıyla başladı. Menelaos boş durmayıp ordusunu topladı, müttefiklerini (Mykene Kralı Agamemnon, Ithaka Kralı Odysseus ve Myrmidlerin lideri Achilleus/Aşil ) yardıma çağırdı ve Troya’ya yelken açtı. Ege Denizi’ni geçerek Troya’yı kuşattılar. Savaş on yıl sürer. Ancak kazanan taraf olmamıştır. Her iki tarafda birçok kayıp verir. Paris’in ağabeyi Hektor Aşil’in mızrağıyla ölür, Aşil de Paris’in okuyla. Bundan sonrasın Troya Atı ile ilgili hikâye başlar: Yunanlılar (ya da Akhalılar) artık ne yapacaklarını bilemez durumdayken Odysseus’un aklına ahşaptan bir atı hediye gibi kente sokmak gelir. Tabi ki bu atın için savaşçıları içine alacak kadar yer vardır. Yunanlı savaşçılar bu dâhiyane fikirle kentin içine sızacaklardı. Troyalılar ise Yunanlıların savaştan vazgeçtiğini ve geri döndüklerini sandılar. Atı tanrıların hediyesi olarak içeri aldılar. Büyük bir kutlama düzenlediler. Gecenin bir yarısı Troya ateşe verildi, yağmalandı, kent halkı öldürüldü ya da esir alındı. Gerçekte bunlar olmuş mu, ya da Troya atı gerçekten var mıydı? Bilmiyoruz. Ünlü Ozan Homeros bize İlyada ve Odysseia adlı iki destanında her şeyi anlatıyor. Okuması size kalmış!

* Antik Yunan mitolojisinde yer altı dünyası neye benziyordu?

Tanrı Hades’in krallığıydı yer altı. Yunanlılar ölümden sonra ruhun yeraltına gittiğine inanırlardı. Burayı da Zeus’un kardeşi Hades yönetirdi. Çokta cennet gibi bir yer değildi: korkunç yaratıklarla doluydu, örneğin kanatlı yılan kafalı Erinys’ler gibi. Ölüler dünyası yeraltına girişi Zerberus adında üç başlı bir cehennem köpeği bekliyordu. Sadece bununla kalmıyor, bir deStyx denilen tehlikeli bir ırmağı geçmek gerekiyordu, çünkü geriye dönüş yoktu. Irmağın üzerinde Charon isimli bir kayıkçı ölüleri ödeme karşılığında karşıya geçirdi. Bu nedenle ölülerin cenaze sırasında ağızlarına bir sikke konurdu. Hades’in Krallığı umut vaat ediyordu aynı zamanda. Günahların hesabından sonra Elysion’a yani cennete, ölülerin huzur bulduğu yere ulaşılabiliyordu. Yer altı dünyasının en ünlü hikâyesi Orpheus ile karısı Eurydike’nin başına gelenlerdir hiç kuşkusuz. Bu da başka fırsatta anlatacağız.

*Kral Minos kimdir?

Tanrı Zeus sıkça yaptığı gibi kendini bir hayvana dönüştürür. Boğa biçiminde Girit’ten Fenike’ye gider. Orada kumsalda Kral Agenor’un kızı Europa’yı (Avrupa) görür ve aşık olur. Sırtına bindirerek kızı kaçırır, Girit’te Minos adını verdikleri bir oğulları olur. Girit’in efsanevi kralı Minos’un hikayesi burada bitmez. Poseidon krala kurban etmesi için denizden bir boğa gönderir. Ancak Minos boğayı kurban etmeyince tanrı ceza olarak boğa başlı Minotaurus adlı yaratığı gönderir. Kral Minos mimarı Daidalos’a bir labirent inşa ettirir. Her yedi 7 yılda bir Atinalı 14 genç kız ve erkek bu yaratığa kurban edilir ta ki bir gün Theseus adında bir kahraman onu öldürünceye kadar. Bu zor görevde kralın kızı Ariadne’nin bir yumak ip yardımıyla kahraman Theseus’un labirentten çıkmasına yardım eder. Bu da anlatılmayı bekleyen ayrı bir öyküdür.

*Delphi Kâhinleri kimlerdir?

Antik Yunanlılar önemli bir karar aşamasında tanrıların yardımı için Delphi kâhinine (orakel) sorarlardı. Delphi Kutsal Alanı Tanrı Apollon’a adanmıştı ve antik dünyanın en önemli kehanet merkeziydi. Özellikle Spartalılar Delphi’ye en sık uğrayanlardandı. Kehanet Apollon’un rahibesi Pythia (burada eskiden python isimli dev bir yılan yaşardı) verilirdi. Bir tek o tapınağı girebiliyordu. Bilim adamlarına göre yakınlardaki bir kaya yarığından yer altı gazlarını dışarı sızarak etrafı dumanlı sise bürüyor ve ortama gizemli bir hava veriyordu. Kendini göstermeden yüksek bir taburede, perde arkasında Pythia’nın oturan söyledikleri anlaşılmıyordu ve rahipler tarafından çevriliyordu. Ünlü Delphi kehanetlerini merak ediyorsanız tarihçi Herodot en önemli kaynaktır. 

*Yunanlıların en ünlü kahramanı kimdir?

Antik Yunan mitolojisi kahramanlar ve maceralarıyla doludur. Bunların içerisinde en tanınmışı Herakles’tir (Latince Herkül). Tanrı Zeus ile ölümlü Alkmene’in oğlu Herakles özellikle insanüstü kuvvet gerektiren 12 işi ile bilinir.

* Antik Yunan Mitolojisi hakkında ne biliyoruz?

12 ana tanrı ve tanrıça Yunan mitolojisinin ve sanatında çok kez karşımıza çıkarlar. Onlar Yunanistan’ın en yüksek dağı Olympos’da yaşar ve yüksekten insanların yaptıklarını izlerlerdi. Baş tanrılar dışında da daha önemsiz birçok tanrı veya tanrıçaların yanında Herakles gibi yarı ölümlü yarı insan, doğaüstü güçleri olan kahramanlar halkın sevgisini kazanmıştır. Antik Yunanlılar tanrılarının insan biçimine girip yeryüzünde dolaştıklarını, evlendiklerini, çocuk sahibi olduklarını düşünürlerdi. Tanrılar adına düzenlenen bayramları unutmamak lazım: Açık havada, tapınak ve sunak önünde törenlerini yapar, yarışmalar ve tiyatrolar düzenlerlerdi. MÖ 776 dan beri yapılan Olympia Oyunları bunların içinde en bilinenidir.

*Atlantis nerede?

Atlantis’in adı duymayan yok gibidir. Efsanevi bir ada ülke olan Atlantis nerededir? Gerçekten var oldu mu? Kim bize ilk kez Atlantis’ten bahsediyor? Atlantis hakkındaki soruların sadece bir kaçıdır. İlk defa MÖ 5. yüzyılda yaşamış Yunan filozofu Platon denize gömülmüş bir ada devlet, Atlantis’ten bahsetmiştir. Bugün hala arkeologlar, Jeologlar, tarihçiler Atlantis gerçekten var oldu mu bilmecesini çözmeye çalışıyor. 15. yüzyılda Columbus Amerika’yı keşfettiğinde Atlantis’i bulduğuna inananlar bile oldu. Platon’un anlattıklarından bir deniz gücü olarak Atlantis’in görkemli yapıları, zengin hayvan ve bitki örtüsüyle bir çeşit cennete benzeyen bir yer olduğunu öğreniyoruz. Orada her şey farklıdır: insanları iki metre boyunda, alışılmamış güzelliktedir. Yaklaşık MÖ 9600 yıl önce birdenbire Atlantis sulara gömülüp kayboldu. Yani zaman tabelamıza göre Taş Devrinde bir kültürden bahsediyoruz. Tabi bu kadar eski bir dönemde böylesine gelişmiş bir kültür olabilir mi? Yoksa hepsi filozofların uydurduğu bir ütopya mıydı, fantezi miydi? Aslında bu ütopik ada insanoğlunun her şeyin güzel, kusursuz, cennetimsi dünya yaratma, hayal etme isteğini yansıtıyor. Batık ada Atlantis dünyanın değişik yerlerinde aranmaya devam ediyor.

*’Kharun gibi zengin’’ deyimi nerden gelir?

Dilimize Kharun olarak bilinen kişi Anadolu’da Lydia ülkesinini Kralı Kroisos’dur. MÖ 590/591 yıllarında doğduğu sayılan Kroisos hakkında ünlü tarihçi Herodot bahsetmektedir. Daha çok akıl almayacak kadar zengin olmasıyla tanınır. Bu gizemli bir zenginlik değildir aslında: Lydia toprakları altın ve gümüş madenleri sayesinde şanslıydı. Aynı zamanda akıllıca yürütülen ticaret ve ödemelerin değiş tokuş sistemi yerine değer biçilen madeni para, yani sikkeyi basmalarına kadar götürdü. Lydia parasının üzerindeki mühür bir aslan başıdır. Niçin bir aslan? Doğuda aslan gücün ve kudretin, kralın sembolüdür. İlk sikkeler MÖ 650-600 arasında ödeme şekli olarak ulanılmaya başlandı. Zamanla bütün Yunan dünyasında kent devletler kendi sikkelerini basmakta gecikmediler. Örneğin Atina kenti parasında Athena veya onun hayvanı baykuş ve Korinth kenti kanatlı at Pegasos’u kullanmışlardır.

Kral Kroisos’nun zengin olması ne yazık ki mutluluğunu garantilemedi. Delphi bilicilik (kehanet) merkezine gidip yapacağı askeri sefer için danıştığında ‘’Eğer Perslere karşı karşıya gelirsen büyük bir krallığı yıkacaksın!’’  cevabını alır ve güçlü düşmanı Perslerle savaşır. Büyük bir krallık yıkılır ancak bu krallık Perslerinki değil kendi krallığıdır. Kroisos o savaş sırasında öldü mü yoksa esir mi alındı bilmiyoruz. Fakat Kroisos kadar zengin dediğimizde farkında olmadan Lydia’nın son kralını anmış oluyoruz