Her şeyde bir hayır vardır diyerek gidip oradaki görevimi yürütmüştüm. Mardin'de gündüzleri iş-güç okul ziyaretleri, gelen ziyaretçiler ve toplantılar derken zamanın nasıl geçtiği bilinmiyordu. Ama Mardin öğretmenevinde akşamları yalnız kalınca ben niye buradayım, neden, niçin, nasıl, kim/kimler tarafından, acaba birilerinin tavuğuna/itine (af edersiniz) kışş/hoşt diyerek bir yanlış mı yapmış idim ki gibi yüzlerce sorularla zihnim meşgul oluyordu. Bilim adamlarının zihinsel geviş getirme diye nitelendirdikleri karşılaşılan durumu hazmedememe/sindirememe mücadelesinin yanı sıra birkaç kitap okuma fırsatı elde ettim. İşte bu kitaplardan biri ve önemlisi rahmetli Ali Ulvi Kurucu Hoca Efendinin hatıraları adındaki üç ciltlik kitap idi. M.Ertuğrul Düzdağ'ın merhum hoca Efendi ile değişik zamanlarda yapılan sohbetlerin kaleme alınması ve yayına hazırlanması ile 2007 yılında kaynak yayınları arasında yayımlanan geniş hacimli bu eserden bahsedeceğim. Ama önce çoğumuzun yakinen tanıdığı merhum Ali Ulvi Kurucu Hocayı kısaca hatırlatmak istiyorum. Merhum Ali Ulvi Kurucu Hoca Efendi; 1920 yılında şehrin meşhur âlimlerinden Hacı Veyis Efendi'nin torunu ve İbrahim Efendi'nin oğlu olarak Konya'da dünyaya gelmiştir. İlim, irfanla yoğrulmuş böyle bir çevrenin; alimi, ilmi yok sayan yeni bir döneme geçişte yaşadığı sıkıntılara şahit olmuştur. Ailesi, dindar ve ilim ehli bir aile olup kendisine örnek edindiği amcası, kâmil insan Hacıveyiszade Mustafa Efendi Konya'nın bir dönemine damgasını vurmuştur. İlk ve orta öğrenimini burada okuyan merhum hocamız, Kur'an öğretimine izin verilmediği sıralarda büyük gayretlerle hafızlığını tamamladıktan sonra 1938 yılında ailesi ile birlikte Medine'ye göç etmiştir. Yüksek öğrenimini Kahire Ezher Üniversitesi'nde tamamlamış ve Medine'de uzun süre Evkaf Dairesi'nin İnşaat ve Sicillat Emini olarak çalıştıktan sonra da 1953'ten 1975'e kadar merhum padişahlarımızdan Sultan Mahmut'un yaptırdığı Mahmudiye Kütüphanesi'nde, daha sonra da 1985 yılında emekli olana kadar Şeyhülislam Arif Hikmet Kütüphanesi'nde çalışmıştır. Bu görevleri sırasında ecdat yâdigârı olan on binlerce kıymetli eser elinden geçen Kurucu'nun iki erkek, bir kızı olmak üzere üç çocuğu vardır. Ali Ulvi Kurucu, Peygamberimiz'in (s.a.v) nezaket ve nezafetini sergileyen gönül dostu, Peygamber aşığı, âlim, fâzıl, edip ve şair bir kişi olmasından dolayı insanlar üzerinde ciddi tesirler bırakmıştır. Medine'de yaşamasına rağmen ülkesiyle irtibatını hiç bir zaman kesmemiştir. Ülkemize geldiği zamanlarda televizyon kanallarındaki bazı sohbet proğramlarına katıldığı da oluyordu. Dünyaya gelen ve bu dünyada ömrünü tamamlayan her insan gibi vadesi yeterek sevgililer sevgilisi Peygamberimiz'in (s.a.v.) nurlu beldesi olan Medine'de vefat etmiş ve merhumun cenazesi 05.02.2002 Mescid”“i Nebevi'de öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazından sonra Cennetü'l Baki'de toprağa verilmiştir. Allah Rahmet eylesin (Amin). Şimdi ise sizlere, kitaptan aldığım notlardan kısa bir demet sunmak istiyorum. Birinci cildin 132. ve 240. sayfalarında Peygamberimizden(s.a.v) iki dua yer alıyor. “Ey bütün insanları, şüphesiz mahşerde bir araya getirecek olan yüce Allah(c.c.), Ya Rabbi! Beni kaybımla birleştir. Kaybettiğim şeyi bana buldur. Meleklerine buldur ya Allah'ım(c.c.).” “Allah'ım(c.c.) amellerimizin en hayırlısı son amellerimiz olsun. Hüsn-i hatimeyle sana kavuşalım. Ömrümüzün en hayırlı zamanı da ömrümüzün sonu olsun. Gençliğimizde iyi insan olup ta yaşlandıktan sonra manevi servetini kaybeden müsriflerden olmayalım ve günlerimizin en hayırlısı sana kavuştuğumuz gün olsun.” Hz. Peygamberimiz'e(s.a.v) ilk vahiy geldiğinde Hz. Hatice Validemizle (r.a) birlikte ziyaret ettikleri Varaka Bin Nevfel kendilerine “Hiçbir peygamber, davasını kendi memleketinde yürütememiştir. Mutlaka hicret etmiş ve ondan sonra muvaffak olmuştur.” demiş olduğunu ikinci ciltin 48. Sayfasında görüyoruz. Yine aynı ciltin 80. Sayfasında Şeyhülislam Sabri Efendi'den bir Hadis yer alıyor. “Bir cemiyette, gayri meşru cinsi münasebetler ve zina çoğalırsa; o insanlar, daha önce dedelerinde hiç görülmemiş salgın hastalıklara yakalanırlar.” Aynı ciltin 84. Sayfasında Üstad Bediüzzaman Saidi Nursi'den(r.a) bir alıntı yapılıyor. “Akrabalık-hısımlık ancak insanın yüzündedir. Vücudun başka mahrem yerlerinde kime ait olduğunu işaret edecek özellik yoktur. Erkeğe başka kadınların vücutlarını hatırlatabilir. Bu ise insanlara manevi olarak eziyete sebep olur. Bundan dolayıdır ki kadınlar, nikah düşmeyen yakınlarının yanında bile kılık kıyafetlerine dikkat etmelidirler.” 190.sayfasında Abdülhakim Arvasi'den nakledilen ve miralay Sadık Sabri Bey'e(r.a.) ait bir tespit var. ”Müslüman insan yaşlandıkça Allah'a(c.c) daha yakın olmak istediği için sadece imanla değil amelle de yaşamak istiyor. İlim ve iman, amel ve takva, takva ve irfan gibi ilerlemelere sahip olmak istiyor. Böylelikle de yaptığı ibadetten feyz ve haz almak istiyor. İşte bu durumlarda tasavvuf devreye giriyor denilebilir. Çünkü tasavvuf, insanı insan eden bir ilimdir.” 257. Sayfasında ise Hasanül Benna'dan(r.a) bir alıntı var. “Ölüm olduğunu duyarız ve biliriz ki bu ilmel yakiyn olur. Komşumuz veya bir tanıdık ölür ki bu da aynel yakiyn olur. Sonra birinci derecedeki bir yakınımız ölür ki ölümün acısını tadar ve yüreğimiz yanar, bu da Hakkal yakiyn olur.” 312. Sayfasında ise merhum hoca efendi, orada yaşayan ya da ülkemizden Hac veya Umre sebebiyle misafir olarak bulunan dostları ile kurulan ilim ve sohbet meclislerinin çoğu zaman sabahlara kadar devam ettiğini ve çok verimli-unutulmaz olduğundan sık sık bahsediyor. Hatta bu meclislerin müdavimi olan merhum Mahmut Şakir efendi şöyle dua edermiş. “Ey gece uza, ey uyku gözümden silin, uykumuz gelmesin, ey tanyeri sen de ağarma, şafak atmasın gündüze daha çok var.” Çünkü diyor; Sohbetler ruhun ihtiyacı olup ruhlar sohbetlere doyamıyor. Aslında doyan, yorulan ve pörsüyen bedenimizdir. 316. Sayfada yine merhum şeyhülislam M. Sabri Efendiden bir tespit yer alıyor. “İslam her millete yakışmıştır. Müslüman olma şerefiyle müşerref olan her kavme de yakışmıştır. Fakat Osmanlı'ya daha çok yakışmıştır. Çünkü Osmanlı İslam'ı edebi ile birlikte almış ve benimsemiştir. Yine Osmanlı İslam'ı yaşamak aşkında erimiş, dinini bütün hayatına, hâl ve hareketine tatbik etmiştir. Adeta bu yolda fani olmuştur.” 314. sayfasında da merhum İbrahim Sabri Efendi'den bir yorumu okuyoruz. “Selçuklularda tekamüle başlayan ve Osmanlı ile devem eden Türk'ün ilmi ve edebî sanat dili o hale gelmiştir ki Arapça ve Farsçadan daha zengin olmuştur. Çünkü Arapça ve Farsçada yalnızca kendi dilinin kelimeleri mevcutken Türkçede kendi dilinin yanı sıra Farsça ve Arapçadan ahenkli ve en lüzumlu kelimeleri de alınarak üç dilin en güzel kelimeleri ile güzeller güzeli bir lisan teşkil etmiştir ve biz bu lisana Osmanlıca diyoruz. Türk şairleri de bu kelime ve kafiye zenginliğine kavuşmuştur.” 3.ciltte de tespitler yapılıyor. Şöyle ki bir hac mevsimine Nijeryalı hacılardan hamile bir gelin, diğer kadınların halka şeklinde onu sıtır etmeleri ile doğum yapmış olduğunu 32. sayfadan öğreniyoruz. Daha önce bahsettiğimiz sohbetlerin yanı sıra Lâtifelerin de yapıldığı belirtiliyor. Hoş sohbet ve hazır cevap olan merhum Zekai Hoca bir gün sütle yoğurt mayalıyor ve yoğurt tutmuyor. Kendisine takılmak isteyen sütü getiren arkadaşına “Mayanın kabahati yok, senin sütün bozuk.” diyerek dinleyenleri güldürmüştür. Yine 55. Sayfada Şeyh Abdulgafur Efendi'nin dergahında köpüren salatayı yiyen Suriyeli bir derviş “Hocalarının niyetlerinin deterjandan daha tesirli olduğunu söyleyerek biz içimizi dışımızı yıkamaya geldik” diyerek bir lâtife yapmıştır. 62. ve 65. Sayfalarında Ali Ulvi Kurucu merhumun, aynı şeyh Efendi'ye son on beş yılın Ramazan aylarının son on günlerinde hatimle teheccüt namazı kıldırmış olduğunu; yine Abdülgafur Efendi'nin, yedi defa Medine'den yürüyerek Hacca gittiğini ve giderken de lisanını bilmediği kafilelerin içinde yürümeyi tercih etmiş olduğunu, bu tercihini de yol arkadaşları ile sohbet ederek tezekkür ve tefekkürden ayrı kalmamak için yapmış olduğunu öğreniyoruz. Aynı cildin 79. sayfada bir tespit okuyoruz. “Tarikat, şeriat hudutlarını korumak için konulan bir muhafızdır. Gayesi Allah'ın(c.c) hükümlerine el sürdürmemektir.” 83. Sayfada ise “Medine'de yaşayan saat ustası merhum Şaban Efendi, yanında yetiştirdiği kalfası Osman Efendiye hitaben: ”Oğlum işte kalfa oldun. Yanımda çalıştırırken sana tam olarak hakkını vermek için fazla ücret vermeye nefsi emmarem razı olmaz. Az verirsem de hakkın kalır ki sana yazık olur. Gel ortak olalım da beni bu manevi sıkıntıdan kurtar” dediğini öğreniyoruz. Yine Saatçi Şaban Efendi'den çok anlamlı bir tespitini kitabın 120. sayfasından okuyoruz. “Şu insanlara hayret ediyorum. Semalar kadar geniş hüsn-i zan dururken iğne deliği kadar dar olan su-i zan'a girmeye uğraşıyorlar. Böylelikle de üstünü başını parçalıyorlar.” Evet büyük emeklerle hazırlanmış olan ve yerine göre bir hatırat, tarih ve vaaz kitabı olarak niteleyebileceğimiz üç ciltlik kitaptan çok az bir kısmını sizlerle paylaşmış oldum. Kitaptaki diğer güzellikleri de eğer okumadı iseniz, okumak için mutlaka bir fırsat oluşturarak gönüllerinizde ferahlık oluşturmanızı tavsiye ediyorum. Okumuşsanız veya okumanız halinde tavsiyemizdeki haklılığımıza hak vereceğinizi düşünüyorum. Selam ve dua ile”¦