AYAĞA KALKAN SAKARYA Yağmur damlaları rahmettir. Yeryüzünde bulunan sulardan buharlaşarak gök yüzüne çıkarlar, oradan da Yüce Yaratıcı'nın lütfü ile toprağın bağrına tane tane düşerler. Ruşeymleri canlandıran bu rahmet taneleri aynı zaman da bir arayış içerisindedir. Damlalar bir araya gelerek dereleri; dereler bir araya gelerek akarsuları; akarsular da bir araya gelerek nehirleri oluşturur. Bir araya gelen bu damlalar topluluğu (nehirler) kendini doğuran anasını arayan çocuk gibi denizlere doğru koşarlar. Aylardan Temmuz, günlerden Salı, yıl ise 2008 diyordu. Bir sıcak yaz gününün erken saatinde; ana rahminden Anadolu'nun küçük bir ilçesi olan Göksun toprağına düşen öğrencilerimle beraberdik. Kuşlar dallarda bu gün adeta ayrı ayrı nağmeler okuyordu sabahın o sessizliğinde. Bu nağmelere, o geleceğin gönül işçilerinin de sesi karışınca insan adeta kendinden geçiyordu. Bir yönüyle buruk; bir yönüyle sevinçliydik. Uzun bir yolculuğa çıkacak olmamız bizi üzüyor, yeni arkadaşlar ve yerleri görecek olmamız ise sevindiriyordu. Bakanlığımızın hazırladığı “Gönül Köprüsü Projesi'ne” katılacak ve Sakarya İli'ne gidecektik. İlçemizin değişik okullarından öğrenciler ile İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü önünde toplanmıştık. Üzerinde renk cümbüşü olan muhabbet kuşları gibi öğrencilerim rengârenk giyinmişlerdi. Velileri ile beraber arkadaşlarını ararcasına cıvıldaşıyorlardı. Otobüslerimiz geldi ve ayrılık vakti dedik. Eskişehir'in Çifteler İlçesinden yola çıkan Sakarya Nehri gibi damlalar bir arada nehir olup, akacaktık gönül dostlarımıza. Gerçek dostuna kavuşmak için kafasını taştan taşa vuran akarsu olmuştuk. Önümüze çıkan küçük engelleri aşarak “Bana seni gerek seni” dercesine koşuyorduk. Çünkü, biliyorduk ki bu millet bu muhabbete aç ve susuzdu. Nehir olup gönülleri sulamak; büyük bir millet olmanın hazzını yaşamak için kurak kalmış ve şak şak ayrılıp susuz kalmış gönüllerimizi sulamak istiyorduk. Akıyorduk yollarda adeta. Karşımıza çıkan Erciyes dağı, bize şöyle sesleniyordu. Kalbi kardeşlik muhabbeti ile yanan ey gençler! Bahtınız açık olsun aşacaksınız, Maraşlı Şeyh oğlu aşamamışsa da bu dağı. O ihtişamlı görünüş buyurun, yolunuz açık olsun kardeşlik adına, muhabbet adına, büyük bir millet olma adına diyor ve bizi yolcu ediyordu. Yoksa bu milletin bağrı kamışlıktan kopartılan ney gibi dağlanmış, hatta göğsünde acımasızca birkaç da delik mi açılmıştı. Anlamakta güçlük çekiyordum. Otobüste okunan türküler ve şarkılar öğrencileri kendinden geçiriyordu. Öğrencim Fatma'nın gözlerindeki hüzün, Ebru'nun gözlerindeki nem bana bunları hatırlatıyordu. Öğrencim Dündar'daki dik duruş onlara bir cevap gibiydi. Boşa yorulmasınlar onlar bağrımızda delik açabilirler; biz de “surda bir gedik açtık”¦” diyor, adeta haykırıyordu. Anadolu'nun kalbi ve bu işin mimarı olanların şehrine varmıştık. Ankara'daydık. Her damla kendine çeki düzen veriyor ve bir teşekkür edası ile: Ey bu projeyi çizen gönül mimarları size teşekkür ediyoruz. Sizin göreviniz bu projeyi çizmek; bizden ise yıkılmak istenen ve hiçbir zaman yıkılamayacak olan Türkiye Cumhuriyeti binasını korumak ve ilelebet yarınlara taşımak vazifemiz diyordu. Üstat Beyatlı gibi İstanbul'a dönüşün hazzı içerisinde yolları kat ediyorduk. Vakit akşam olmuş karşımızdan gelen arabaların ışıkları arasından geçiyorduk ve menzile vardık. Girişte bizi karşılayan gönül dostları, ayağa kalkan o Sakarya'nın Gönül erleri: akşamın o geç saatinde “ ilimize hoş geldiniz Sütçü İmam'ın torunları” diyorlardı. Bu sıcak karşılamanın ardından arabamızı üniversite yurduna çektik. Öğrenciler ayrı ayrı odalarına, öğretmenler ise dinlenecekleri yerlere yerleşiyordu. Ailesini evinde bırakıp gelen o Sakarya'nın er oğlu erleri tek tek bizimle ilgileniyordu. Allah'ım bu ne büyüklük; bu ne fedakârlık diyor, daha ilk saatlerde muhabbet yağmuru altında ıslanıyor; içimden hemşerim, üstat N.Fazıl KISAKÜREK'in şu mısralarını okuyordum. “Sakarya, saf çocuğu, mâsum Anadolu'nun, Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!” Odalarımıza çekilmiş, yol yorgunluğu ile kendimizi yataklarımıza atmıştık. Güzel bir dinlenmeden sonra günün ilk ışıkları ile ayaktaydık. Öğrencilerimizi kaldırmış onlarla birlikte yurdun yedinci katından aşağı inmiştik. Akşam bizi karşılayan müdür ve görevli öğretmenlerimiz bizi ayakta yurdun önünde karşıladılar. Kahvaltıdan sonra Belediye başkanımızın da görevlendirdiği otobüs şoförleri ile birlikte her gurup kendine tahsis edilen otobüslerle yola çıktı. Planda Karasu ilçesi vardı. İlçeye giderken hep şunu düşündük. Allah'ım bu ilde yeşilden başka renk yok mu dedik. Görevli olduğum otobüste otuz dört kişiydik. Öğrencilere sordum. Arkadaşlar deniz görmeyen içimizde kaç kişi var? Aldığım cevap tam yirmi bir öğrenci. Karasu'ya vardığımızda işte deniz size dedim. Denizi gören öğrencilerimin o çığlıklarını hâlâ kulaklarımdan atamıyorum. Kara Deniz'in o haşin dalgaları gönüllerdeki pası kiri alıp götürüyordu sanki. Her dalga kilometrelerce öteden bizim gibi hasretini çektiği kıyıya doğru koşuyordu. Her kıyıya gelen dalga dostuna kavuşmuşluğun sevici ile köpürüyordu. Kıyıya vuran her dalga dile gelmiş: aç gönlünü ben geldim, hem de kilometrelerce uzaktan, diyordu. Orada bize Sakarya Nehri hakkında bilgi veren il Milli Eğitim Şube Müdürü Namı Değer Sayın Hamdi Baba'mız: Eskişehir'in Çifteler İlçesi yakınlarından doğan Sakarya Irmağı'nın kolları ile birlikte toplam uzunluğu 824 km.`dir. Ancak başlangıcında yer alan bazı kaynaklarının kuruduğu göz önüne alınırsa ırmağın uzunluğu 720 km kabul edilir. Sakarya il sınırları içinde ise 159,5 km koşarak ismini aldığı bu ilin, Karasu İlçesinde yani burada Sakarya Nehri gerçek dostu olan Kara Deniz'e kavuşur. Diyordu. Eskişehir İli, Kahramanmaraş ili; Çifteler İlçesi ise Göksun ilçesi olmuş adları değişmişti adeta. Kahramanmaraş ili Göksun ilçesi öğrencileri birer damla misali bir araya gelip nehir olup buralara akmıştı. Biz Sakarya Nehri olarak kendimizi adlandırırken; Sakarya ili adeta Kara Deniz olmuş bizi bağrına basmıştı. Eyvah, eyvah, Sakarya'm, sana mı düştü bu yük? Bu dâvâ hor, bu dâvâ öksüz, bu dâvâ büyük!.. Diyordum. Ben bu dizeleri okuyordum ama; Sakaryalı kardeşlerim benden çok öncesinden okumuş ve gereken mesajı almışlardı. Her davranışlarında, organizasyonun her noktasında bunu görmek mümkündü. Karasu'da öğle yemeğini yiyor, Poyrazlar gölüne doğru yol alıyorduk. Dağların arasında otobüsün camlarını açıyor oksijen depoluyorduk. O durgun görünüşlü göl ve doğa harikası kıyısından aldığımız dinlenmişlikle yurda kendimizi zor atıyorduk. Büyülenmiş ve kendimizden geçmiştik. İkinci gündü, yine kahvaltımızı yapıyor, Hendek İlçesine doğru yola çıkıyorduk. Bayrak tepe; Allah'ım o ne büyük ihtişam, ortada koskocaman bir Türkiye Cumhuriyeti Bayrağı her iki yanında diğer on altı Büyük Türk Devletlerinin bayrakları yan yana, omuz omuza vermiş ne de güzel dalgalanıyorlar. Hem de düşmanlarımızı çatlatırcasına. Sanki Hendek İlçesi güzellik yarışmasında birinci olmuş genç bir Türk Kızı başına taç yapılmış bayraklar. Taç yapılan inci, yakut, elmas taşı da nedir ki dercesine nazlı nazlı salınıyor o güzel kızın başında. Yaz okuluna katılan o minik çocuklar bu Türk Kızı'nın kucağında bir anaya gösterilen muhabbetle “gölgende bana, bana da yer ver” diyordu adeta. Vakit akşam olmuştu. Otobüslerimize binerek tekrar yurdumuza döndük. Üçüncü gündü sırada Sapanca vardı. Yine otobüslerle yoldaydık. Her iki tarafta mısır tarlaları vardı. Mısırlar bile omuz omuza vermiş kendisine emek veren insanlara, karşılığını verebilmenin gayreti içerisindelerdi. Kendilerini toprağa atan, kök salsın, yeşersin ve büyüsün diyene karşılığını vermeliydi. Bir ot da olsalar. Bir mısırda bu düşünce varken; Anadolu toprağında doğan yetişen ve en önemlisi akıl sahibi olup bir mısır bitkisi kadar olamayanlara ne demeli. İşte bu proje böyle düşünenlere ve bakar kör olanlara bir hitabeydi. Aç gözünü, omuz umuza ver, bu gemi batarsa hepimiz batarız, diyordu. İndik Sapanca Gölü kenarına. Koskoca bir göl; yok değil tatlı su denizi. Berrak mı berrak; temiz mi temiz bir su. Bilmiyorum ama, öğrencilerimizle olan son gezi günü burası özenle seçilmiş olmalıydı. Göl adeta işte Sakarya insanı “bu” diye mesaj veriyordu. Kırkpınar beldesine geçişimiz, o gözü, gönlü hatta kendisi de çok zengin olan saçlarına ve bıyıklarına kar yağmış belediye başkanımızın öğle yemeğindeyiz. Tertemiz bir çevre harika manzaralar ve temiz kalmasına hayret ettiğim Sapanca Gölü. Bunların yanında Kuzuluk Kaplıcalarındaki lunapark sefası, gezdiğimiz müzeler, o çalışkanlığın ve güler yüzün, hoş görünün her yönü ile hüküm sürdüğü Sakarya Üniversitesi; gözyaşını hep içine akıtan Beş Köprü hepsi insana ayrı bir sevinç ayrı bir hüzün veriyor. Hüzün dedim de o deprem müzesinde gördüğümüz resimler, o yıkılmışlık o sürünmüşlük, Allah'ım nôlur bu millete böyle felaketler bir daha verme demeden geçilmiyor. Binaların üst üste yığılmış olmaları, minare ve kubbelerin yerde yatması aman Allahım bu olayı resimlerde gördük de kendimizden geçtik ve ürperdik “Ya yaşasaydık, ya da yaşayanlar”¦.!” Üstat Necip Fazıl yıllar önce Sakarya ili ile kurduğu gönül köprüsünde ve yazdığı “Sakarya Türküsü” şiirinde sanki bu günleri ilerde Sakarya İnsanının yaşayacağını biliyor gibiydi. Sen ve ben, gözyaşıyle ıslanmış hamurdanız; Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız! Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya: Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk, Sakarya! Ey Büyük Üstat, Hemşerim! Senin ruhun şad olsun, sen yıllar öncesinden bu günleri görerek onlara mesaj verdin. Biz şahidiz almışlar ve kabul etmişler. Sakarya insanı seni tanıyor, seni biliyor ve senin sözlerine kulak veriyor. Senin temelini attığın köprüleri daha da artırıyor ve kuvvetlendiriyor. Göz yaşlarıyla hamurunu yoğursa da, rengini kandan ve çamurdan alsa da; yolun sahibine, bütün varlığın sahibine inanarak ve gerisini hep gereksiz düşünerek; sürünse de, yüz üstü düşse de ayakta dimdik hemşerilerini karşıladılar. Onlara minnettarız, onlara sonsuz teşekkürlerimizi sunuyoruz. Gittik gördük. Yıkılan ama, “Ayağa Kalkan Sakarya” var. Ramazan KOCA K.Maraş/Göksun Anadolu Lisesi Müdürü