Bu hafta da bu dizi kapsamındaki başka bir kitabı tanıtmak istiyorum.[2] İngiliz yazar ve gazeteci Maurice Baring, 1909 ve 1912 yıllarında kısa süreli olarak Türkiye'de bulunur. Türkiye ile ilgili izlenimlerini ilk geldiği zaman Morning Post gazetesine, daha sonra geldiğindeki tespitlerini ise The Times'a mektup olarak gönderir. Memleketine gönderdiği toplam 9 mektuptan oluşan çalışma daha sonraki zamanlarda kitap halini alır. Yazar, Meşrutiyet'in meyveleri olan eşitlik, hürriyet, anayasal düzen kavramlarının Türkiye'deki anlamlarının Batı'dan farklı anlaşıldığını ve Türkiye'nin altyapısının sağlam ve sağlıklı olmadığı için Meşrutiyet'in Türklere istenileni verimi getirmeyeceğini iddia eder. Bu konuyla ilgili Osmanlı ve Rusya Devleti'yle ilgili iki fıkra anlatır. İlki Temmuz İnkılâbıyla Anadolu'da görev yapan bir vali, bulunduğu şehrin vatandaşlarını toplayarak hürriyet çağının başladığını, artık hürriyetlerinin verildiğini söyler. Valinin dediğinden rahatsız olan bir köylü öne çıkarak şöyle der: “Ne demek şimdi bu? Şimdiye kadar köle miydik sanki?”(s.45) İkincisi de Rusya'dan, Çar anayasal beyannameyi bildirdiği vakit devrin bir valisi yöresindeki yaşlıları toplatarak hürriyetlerinin verildiğini söyleyerek bunun aynı zamanda güzel şeyler yapmak, akıllıca davranmak anlamında bir hürriyet olduğunu, kötü şeyler yapma konusunda hür olmadıklarını söyleyince Vali, bir gariban mırıldanarak “aynen geçmişte olduğu gibi majesteleri.”(s.46) cevabını verir. Savaş sırasında Balkan Savaşları'nın galiplerinden Bulgaristan'da bulunan Baring, Bulgarların milli ruhlarının diriliği ve zindeliği karşısında oldukça şaşırır. Şehirde neredeyse dükkânların tamamının kapalı olduğunu, çocuk, kadın ve yaşlıların dışında kimsenin olmadığını belirtir. Yazar bu durum karşısında cümlelerini şöyle sıralar: “Bulgaristan'da kaldığım süre zarfında, Bulgarlarla olan ilişkilerimde beni tamamıyla etkileyen şu olmuştur. Milli mefkûreleri ve uğruna bütün kalplerin şiddetle çarptığı vatanperverlikleri. Vatanperverlik adeta onların dini, sanatı, tutkusu, eğlencesi, meşguliyeti, manevi dünyası haline gelmişti. Spartalılar ile Japonlar gibi iliklerine kadar işlemiş bir ülküleri vardı ve bütün arzularını, tutkularını, hislerini bu tek ülkünün emrine bırakmışlardı.”(s.21) Ayrıca Sırplardan farklı olarak kahramanlık ve başarılarını konuşmaktan özenle kaçındıklarını bildirir.(s.63) Yazar, Türkiye ile ilgili görüş ve tahlillerini başlamadan önce yakın doğu ile ilgili fazla bir malumatının olmadığını söyler. Birkaç yerde Sir Charles Eliot'un “Avrupa'daki Türkiye” isimli eserine atıfta bulunarak yorum yapmaya çalışır. Belki Balkan ülkeleri ve Türkiye hakkında çok sağlıklı denebilecek bilgileri olmayabilir. Ancak kendisinin edebiyatçı olması, daha önce de Rusya'da savaş muhabiri olarak görev yapması şüphesiz eserin daha edebi kıvamda olmasına neden olur. Yeşilköy'deki salgın hastalıklardan heba olan insanları ustalıkla anlatır: “İşte tam da burada ömrümde gördüğüm en dehşet verici manzarayla karşılaştım; bu manzara herhangi bir savaş meydanından veya yaralı insan manzarasından daha kötüydü. Yeryüzünün bu parçası ölen ve ölmekte olan insanlarla doluydu. Meydana bin bir türlü paçavra, çöp, pislik yayılmıştı ve her yer surların altı, çimenlerin üstü, yol kenarları, yolların üstü koleranın bütün safhalarından muzdarip insanlarla doluydu. Onlara ne yardım edecek birisi vardı ne de bakacak, yani onlar için yapacak hiçbir şey yoktu. Çoğu ölmüştü zaten ve bükülmüş şekillerdeki siyah bal mumu heykeller gibi ürkütücü şekilde uzanmış yatıyorlardı. Kimisi hareket ediyor, çabalıyor kimisi de yaşamlarının son nefeslerini alıp veriyordu. Bir tanesi su kabını tutmak için son bir çaba harcıyordu. Ve bu manzaranın ortasında, evlerin duvarları altında çökmüş, bir yandan yemek yiyip bir yandan da sabırla bekleyen insanlar vardı. Çıt çıkmıyordu. Hamsstead Heatha(Londra'nın en büyük ve köklü parkı)'te tatil yapan bir kalabalığın birden bir salgına yakalandığını hayal edin, böylece manzaranın vahameti hakkında bir parça fikir edinebilinirsiniz. Gustave Dore(Fransız heykeltıraş)'un, Dante'nin İnferno resminden tekinin ahlâksız ve batmış bir sanatkâr tarafından bir tabloya çizildiğini hayal edin. Eski İncildeki, İsrail oğullarının çöle düşüp ümitsizce ellerini Arsız Yılan'a uzattığını resmeden gravürleri düşünün.”(s.77/8) DEĞERLENDİRME Yazarın mektupları gönderdiği dönem Osmanlı Devleti'nin siyasi ve sosyal gelişmelerin çok yoğun yaşandığı Meşrutiyet sonrası ve Balkan Savaşları dönemine tekabül eder. Baring, 1909 yılında 5 hafta kadar İstanbul'da kalır. İlk bölümdeki mektuplar daha ziyade Meşrutiyet'in Osmanlı vatandaşlarınca nasıl algılandığını, Meşrutiyet'le birlikte gün yüzüne çıkan demokrasi, anayasa, hürriyet, eşitlik gibi kavramların İstanbul'daki yaptığı çağrışımları, modernleşme-din ilişkisini irdeler. Devrin siyasi iktidarı Jön Türkler ve İttihat Terakki hakkında birçok yargıda bulunur. İkinci kategorideki mektuplar 1912'nin muhtelif tarihlerini içerir. Balkan Savaşları çıkınca gazete yönetimi kendisini savaş muhabiri olarak gönderir Osmanlı topraklarına. Baring, sadece savaşın nabzını başkent İstanbul'da tutmakla yetinmeyip Bulgaristan ve Sırbistan'a gider. Savaşın Balkan devletlerince nasıl göründüğünü anlatmaya çalışır. Balkan Savaşları'nda salgın hastalıkların özellikle de Türk tarafında yaptığı tahribata özellikle değinir. Salgın hastalıklara karşı misyoner, yabancı gönüllülerin ve Kızılhaç'ın yaptığı samimi gayretleri yakından müşahede fırsatı bulur. Baring'in edebiyatın hemen hemen her türünde eserler veren bir kalem olması ayrıca Rusya-Japonya Savaşı'nda (1905) Rusya'daki tecrübesi, bahse konu olan dönemde yazdığı mektupları sıkıcı olmaktan çıkarıp edebî lezzeti olan bir çalışmaya dönüştürür. Gözlemlerini anlatırken tarihi birçok olay ve kahramana atıfta bulunur. Osmanlı Devleti'nin sonunun yaklaştığı Meşrutiyet sonrası ve Balkan Savaşları sırasındaki devrin siyasî olaylarının dışında İstanbul ile ilgili gündelik hayatla epey malzeme sunar. İngiliz Baring'in her ne kadar Balkan devletlerinin Osmanlı Devleti'ne başkaldırmasına alttan alta sevinse de Türklerin yaşadığı bütün sefalete rağmen ağırbaşlı, haysiyetli, misafirperver ve nezaketli mizaçları karşısında neredeyse saygıyla eğilir. Türklerin devletinin yok olma sürecine gitmesine gönlü razı değil gibidir. [*] Eğitimci- E-posta: [email protected] [1] Verney Lovett Cameron, Türkler Arasında, Tercüme: Sema Özgün, 126 s., 2008, İstanbul, Dergâh Yayınları [2] Maurice Baring, İstanbul'dan Mektuplar: 1909”“1912, Tercüme: Mahmut Muku, 93 sayfa, 2008, İstanbul, Dergâh Yayınları