””Bilmeniz gereken bir şey var. Arkadaşım savaşta ağır yaralandı. Mayına bastı. Bir kolunu ve bir bacağını kaybetti. Gidecek hiçbir yeri yok. Onun da gelip bizimle kalmasını istiyorum. İlk teklifi memnuniyetle karşılayan aile, çocuklarının durumu açıklayan konuşmasından sonra farklı konuşmaya başladı: ””Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki onun kalacak başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz. ””Hayır, anne baba! Onun bizimle yaşamasını istiyorum. Oğullarının ısrarı üzerine baba açık konuştu: ””Oğlum, sen bizden ne istediğini bilmiyorsun. Onun gibi özürlü biri bize korkunç bir yük olur. Bizim kendi hayatımız var ve böyle özürlü bir insanın bizim hayatımıza engel olmasına izin vermeyiz. Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır. Babasının bu sözleri üzerine oğlan telefonu hemen kapattı. Ailesi ondan bir süre haber alamadı. Ancak aradan birkaç gün geçtikten sonra San Francisco Polisi'nden bir telefon geldi. Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler. Polis, bunun intihar olduğuna inanıyordu. Üzüntülü anne ve baba hemen san Francisco'ya uçtular ve oğullarının cesedini teşhis etmek üzere şehir morguna götürüldüler. Onu tanıdılar ve bilmedikleri bir şey daha öğrenince dehşete düştüler. Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı. İnsanları fiziksel ve zihinsel engelleriyle kabullenebilmek hatta davranış kusurlarıyla, hoşumuza giden ya da gitmeyen kişilik özellikleriyle sevebilmek gerçekten zor iştir. Çünkü kendi zihnimizde bir insan profili oluştururuz. Ve bu insanın nasıl davranacağına yönelik kalıplar kurarız kendi dünyamızda. Toplum normlarının yanı sıra kendi değerlerimizi, duygu ve düşüncelerimizi de ekleriz bu kalıplara. Ve belleğimizde insanları bu kalıplara hapsederiz. Kalıplarımızın dışına çıkanlara hoş gözle bakmayız. Yanlış yaptıklarını düşünür ve hor görürüz. İnsanları ve eylemlerini mevcut şekliyle kabullenmek yerine olması gereken şekliyle düşünürüz ve bizim düşünce eksenimizdeki kalıplara girdirebilmek için zorlarız. Sonra ne olur? Sonra bu zorlamanın etkisiyle hem sevdiklerimizi üzeriz hem de biz üzülürüz. Daha sonra ne olur? Daha sonra “Keşke!” deriz. Faydası olur mu? Geçmişi değiştirmeye yönelik faydası olmaz. Ancak geçmişten ders alınabilir ve hatalar tekerrür edilmezse bir kazanım elde edilmiş olur. Yazımıza konu olan öykümüzdeki anne ve baba da oğullarının cansız bedeni ile karşılaştıktan sonra eminim; “Keşke!” demişlerdir. ””Keşke oğlumuzun teklifini kabul etseydik! ””Keşke, oğlumuzun ne demek istediğini anlayabilseydik! ””Keşke bu kadar önyargılı davranmasaydık! ””Keşke yavrumuzu bir kez daha dünya gözü ile bir kez daha görebilseydik! ””Keşke! Lakin bu keşkeler, oğullarını geri getirmeye yeterli değildir. Yaşamı geri döndürmek ve yaşanmışı başa almak mümkün değildir. Bu sebeple ısrarla “Yaşadığımız hayatın provası yoktur, hayatını en güzel yaşa!” diyoruz. Peki, ne yapmak lazım hayatımızı en güzel şekliyle yaşamak için? Şu koca dünyada tek başımıza olmadığımızı; adına ister evren deyin ister kâinat deyin, mükemmel bir organizasyonun parçası olduğumuzun farkına varmakla işe başlayabiliriz. Kendi mevcudiyetimizi ve kapasitemizi keşfetmek iyi bir başlangıçtır. Ama yeterli değildir. Çevremizdeki insanları, olayları ve olguları da tanımak ve anlamak zorundayız. Çünkü tanımadan, anlamadan bir yargıya varmamız mümkün değildir. İnsanları anlamak için öncelikle iyi bir dinleyici olmalıyız. Önyargılardan uzak bir şekilde dinlemeliyiz. Daha açık ifadeyle insanların bizi nasıl dinlemelerini istiyorsak biz de onları saygı ile dinlemeliyiz. Yani empatik dinleme eylemini gerçekleştirmeliyiz. Ayrıca yapacağımız bir icraatla ilgili olarak kendi bildiğimizi okuyup burnumuzun dikine gitmek yerine çevremizden gelen çözüm önerilerine karşı açık bir duruş sergilemeliyiz. Kendi bildiklerimiz her zaman bizi doğru sonuca ulaştırmayabilir. Duygusal konularda nasıl ki, yüreğimizin sesine kulak veriyorsak diğer konularda da çevremizin ve bilimin sesine kulak vermeliyiz. Okuma ve araştırma becerisi, sorgulama refleksleri çok fazla gelişmemiş bir toplumda yaşadığımızı unutmamalıyız. Bu sebeple okumaya, araştırmaya ve sorgulamaya ayrı bir önem vermeliyiz. Yaşamın ayrıntılarda gizli olduğunu hissederek satır aralarını atlamadan okumalı ve ciddi gözlem yapmalıyız. Karşılaştığımız sonuçların sebeplerini doğru analiz etmeliyiz. İnsanları değiştirmeye kalkışmadan, bir kalıba yerleştirme çabasına girişmeden olduğu gibi kabullenmek, kendi yaşantımızdan fedakârlık yapmayı gerektirebilir. Çünkü bizim zihnimizde oluşturduğumuz kalıplara uymayan insanları hazmetmek zordur. Engin bir hoşgörü gerektirir. Bu engin hoşgörüye sahip olmak ise her bireye nasip olmaz. Hoş göremediğimiz zaman ne olur? Çok kötü olur. Çevremizdeki insanların sözlerinde, davranışlarında ve tavırlarında bir “ben” aramaya başlarız. Bu öyle bir ben ki, insanın içini yakar, kavurur. ””Benim gibi düşünmüyor. ””Benim gibi konuşmuyor. ””Benim gibi davranmıyor. ””Benim gibi bakmıyor. ””Benim gibi dinlemiyor. ””Benim gibi giyinmiyor. ””Benim gibi”¦ Yeryüzünde yaşayan bütün insanlar benim gibi olsaydı dünyada yedi milyar ben olurdu. Böyle bir benliği kim düşünmek ister onu bilemiyorum. Oysa her birey, sadece kendisidir. Yani her insan özeldir. Her bireyi, kendisi yapan özellikleri ve değerleri vardır. Kendisini keşfeden insanlar, bu özelliklerini ve değerlerini muhafaza edebilmek için özel uğraş gösterirler. Doğuştan gelen yetenekler, sonradan elde edilen unvanlar ve özellikler, insanlar için mutlaka önemlidir. Önemli olduğu için de sahip çıkılır. Diğer insanların, yeteneklere, unvanlara ve özelliklere saygı duyması beklenilir. Çünkü bu yetenekler, unvanlar ve özellikler bireyi, diğer insanlardan farklı kılan ayrıcalıklardır. Şayet bu ayrıcalıklar benlik kavramı ile yoğrulacak olursa farklılık olarak değil üstünlük olarak algılanır ve yeni bir ben vakası ile karşılaşabiliriz. Yeteneklerimize ve niteliklerimize saygı gösterilmesini beklediğimiz gibi doğuştan getirdiğimiz veya sonradan kaybettiğimiz kabiliyetlerimize/kabiliyetsizliklerimize ve özelliklerimize insanların saygı duymasını ve hoş görmesini arzu ederiz. Unutmamalıyız ki, insanların bize nasıl bir yaklaşımda bulunmalarını istiyorsak, onlar da bizden aynı yaklaşımı bekliyorlar. Kişiler, kurum ve kuruluşlar tarafından, değişime zorlanmak bize zor geldiği gibi diğer insanlara da ağır gelir. Sonunda gelişim olmadığı halde sadece benlik davasına kapılarak değişime zorlamak ya da zorlanmak herkese zor gelir. Peki, bu durumda ne yapmalıyız ve kimi değiştirmeliyiz? Dünyada değiştirebileceğimiz tek bir kişi var. O da biziz yani kendimiz. Kendimizi değiştirdiğimizde bütün insanların değiştiğini göreceğiz. Yazara Mesaj: [email protected] www.yusufyesilkaya.net