Merhum yazarı ve eşsiz kitabını elimden geldiğince, dilimin döndüğünce bu yazıda anlatmaya çalışacağım. Kitabı bana tavsiye eden Harp Tarihi öğretim elemanı ağabeyim, eserin Büyük Ahmet Cevdet Paşa'nın yazdığı eserler kıvamında olduğunu, belki de emsali onlarca kitaba bedel olduğunu söylemiş. Fatih Kerimî ve “İstanbul Mektupları” hakkında şu güzel tespiti yapmıştı: “”¦500 senede kazandığımız, vatanımızın en değerli parçasını 3 haftada utanç verici bir mağlubiyetle kaybettiğimiz dönemin sosyal psikolojisini aydın bir dost kaleminden yansıtan, henüz daha yasını dahi tutmadığımız korkunç bozgunun hâlâ yapamadığımız ancak yapmak zorunda olduğumuz muhasebesine katkı sağlayacağına inandığım eser” Kitabı okuyanların ezici çoğunluğunun bu tespite katılacağını tahmin ediyorum. Kitap yalnız bir edebî kategoriye sığmayacak kadar büyüktür. Bu eserde birbirinden farklı alanların her birinin bir ya da birçok parçası bulunmaktadır. Kitabın ismine baktığınızda “Eser mektuplardan oluşmuş bir kitaptır.” dersiniz. Çağrı Yayınevi'nin sınıflandırmasına göre “seyahatname”dir. Balkan Savaşı ile ilgili sıcak gelişmelerin değerlendirmelerinin olduğu bir dönemde yazıldığı için “ardı ardına yazılmış güzel makalelerdir” denilebilir. Birçok yazar, siyasetçi, bürokrat, devlet adamı, gazeteci, komutan ve vatandaş ile birebir görüşmeler yapıp, merak ettiği soru(n)ların cevabını aradığı için eserde birbirinden güzel mülakat örnekleri vardır. Yazar günü gününe veya birer gün arayla bu yazdıklarını gazetesine göndermiştir. Bunun için “Usta bir gazeteci nasıl olunur?” sorusunun cevabını da özelde Fatih Kerimî ve İstanbul Mektupları çok güzel vermiştir. Yazmış olduğu yazılar bir milletin bir döneminin kültürel, ekonomik, sosyal ve siyasî fotoğrafını gösterdiği için bu kitaba çok iyi bir tarih ve hatıra kitabı da diyebiliriz. Kerimî, gördükleri, duydukları, hissettikleri, gözlemleri ve tespitlerini istisnalar dışında günü gününe, sistemli bir şekilde kâğıda döktüğü için ”˜bunlar Kerimî'nin günlükleridir' de diyebiliriz. Bunları belki daha da çoğaltabiliriz. Bu kadar değerli bir eseri tanıtmadan önce bu kadar güzel eserin “mimar”ını sizlere anlatmam gerektiğini düşünüyorum. Aşağıda Fatih Kerimî'nin özgeçmişini Fazıl Gökçek'in takdim yazısından derleyerek hazırladığımı hemen belirteyim. FATİH KERİMÃŽ KİMDİR? Fatih Kerimî, Tataristan'ın Sama eyaletinin Böğülme ilçesinin Minlibay köyünde 1870'de bir molla ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelir. Fatih Kerimî'nin babası İlman Kerimî, Çırçılı Medresesi'ndeki temel eğitimi sırasında başarılı bir öğrenci olarak dikkat çeker. Babası onu Çistay Medresesi'ne gönderir. Burada 7 yıl öğrenim görür. Buradaki eğitimini tamamladıktan sonra köyüne döner. Köyünde öğrenci yetiştirmek için bir medrese açar. Fakat bu medreseden istediği verimi alamayınca tam bu sırada İsmail Gaspralı'nın “usul-i cedid” adıyla başlattığı yeni öğretim tarzından haberdar olur. Hemen Gaspralı'nın yanına Kırım'a gider. Kendisiyle tanışır ve bu yeni öğretimin mahiyetini kavrar. Devrinin önemli bir aydını olarak yetişir. Bu öğrendiği usulü tatbik etmek amacıyla memleketinde bir mektep açar. Ve bunda da başarılı olur. Böylece, Fatih Kerimî'nin babası İlman Kerimî, İdil boylarında ceditçilik hareketini başlatan kişi olarak Tatar maarif tarihinde önemli bir yere sahip olur. Fatih Kerimî, on bir yaşına kadar babasının açtığı medreseye gider. Babası gibi Çistay Medresesi'nde öğrenimine devam eder. Bu medresede öğrenimini 11 yılda tamamlar. Bu eğitimini devam ederken aynı anda iki yıllık Rus Mektebini de bitirir. Rus edebiyatını takip eder. Rusçadan bazı tercümeler yapmaya başlar. Türkiye'deki kaynakların büyük çoğunluğunda İstanbul'da Abdülhamid döneminde açılan İstanbul Mülkiye Mektebi'nde okuduğundan bahseder. Biyografi.net sitesi ise Fatih Kerimî'nin kaynaklardakinin aksine İstanbul'da eğitim aldığını ya da yarım bıraktığını ama mülkiye mektebinde okumadığını belirtir. Bunu doğrulayacak şu verileri aktarır. Eserlerinin hiçbirinde özellikle de “Avrupa Seyahatnamesi”nde İstanbul'u tafsilatlı bir şekilde anlatmasına rağmen burada okuduğuna dair bir şeyden bahsetmediğini, Ali Çankaya`nın “Yeni Mülkiye Tarihi ve Mülkiyeliler” adlı eserinde Kerimi'nin kaydının bulunmadığını belirtir. İstanbul'daki öğrenimi sırasında Türk edebiyatını yakından tanıma imkânı bulur. Böylece medreseden geleneksel bilimleri, Arapça ve Farsçayı; Rus Mektebinden Rusçayı, İstanbul'daki okuldan da Osmanlı Türkçesi ile Fransızcayı çok iyi bir şekilde öğrenir. Bu dillerin edebiyatına da çok yakınlık duyar. Bir edip ve aydın olarak kendini yetiştirir. 1896'da İstanbul'daki eğitim hayatından sonra Yalta'nın Üzen köyünde iki yıl öğretmenlik yapar. 1899'da kendisi, babası ve ailesiyle birlikte Orenburg'a yerleşir. Burada çeşitli kültürel ve eğitim çalışmalarında bulunur. Arkadaşı Gani Hüseyinov ile birlikte bir matbaa satın alır. Çeşitli kitaplar basmaya başlar. Asıl gazete çıkarmak hedefine şartların zorluğundan, 1905'deki devrimin kısmi özgürlüğünden dolayı 1906 yılında ulaşır. Tatar matbuatının (basın) en önemli yayın organlarından Vakit Gazetesi Orenburg'da 21 Şubat 1906'da kurulmuştur. Kerimî, bu gazetede 1917 yılına kadar başyazarlık yapar. Bolşevik İhtilali'nden birkaç gün önce gazeteden ayrılır. Orenburg Cemiyet-i Hayriye'sinde aktif bir üye olarak görev yapar. 1906'da II. Devlet Duması milletvekili seçimlerinde delege olur ve Duma'ya seçilen Zakir Remiyev'in vekili olarak Müslüman mebusların danışmanlığını yapar. Bolşevikler ile başlangıçta bir sorunu olmaz. Moskova'ya gider, yeni açılan halk mekteplerinde ve öğretmen hazırlayan kurslarda ders verir. Bolşevik devriminden sonra Sovyetler Birliği halklarının merkez neşriyatında çalışır. Doğu Üniversitesi'nde Türkçe dersleri verir. 4 Ağustos 1937'de, cemiyet işlerinden ve halktan uzaklaştırılmış olan 67 yaşındaki Fatih Kerimî, 27 Eylül 1937'de askerî mahkeme tarafından, Türkiye casusu olmak, Stalin'i öldürme amaçlı bir terör grubuna üye olmak gibi bir takım düzmece iddialarla tutuklanır. İdama mahkûm edilir ve karar aynı gün uygulanır. Ancak 8 Aralık 1959'da Sovyetler Birliği Yüksek Mahkemesi Fatih Kerimî'nin suçsuzluğuna karar vermiş ve itibarı iade edilmiştir. Kerimî, Şehabettin Mercanî, Kayyum Nasırî ve Rızaeddin Fahrettin gibi Tatar Edebiyatı'nın kurucuları arasındadır. Kerimî'nin belli başlı eserleri şunlardır: Onun Komedya(1898), Hösid Baba(1895), Şakirt ile Student(1899), Cihangir Mehdümnin Avıl Mektebinde Ukuvı(1900), Salih Babaynın Öylenüvi(1897), Mirza Kızı Fatima(1901), Avrupa Seyahatnamesi, Kırım Seyahatnamesi ve İstanbul Mektupları'dır. İSTANBUL'A SAVAŞ MUHABİRİ Balkan Savaşları çıkınca Rusya'daki Tatarların çıkarmış olduğu Vakit Gazetesi savaş muhabiri olarak Fatih Kerimî'yi İstanbul'a gönderir. Kerimî, daha önce İstanbul'da okuduğu, İstanbul'u yakından tanıdığı, Türkçe ve Fransızcası çok iyi olduğu için bu göreve seçilmiştir. Memleketi Orenburg'den çıktıktan birkaç gün sonra İstanbul'a ulaşır. Burada yaklaşık 4 ay kalır. Orenburg'dan ayrıldığı 1 Kasım 1912'den, İstanbul'dan görevi bitip memleketine döndüğü gün 9 Mart 1913'e kadar gazeteye 70 yazı (mektup) gönderir. Bu yazıların 67'si Vakit, “İstanbul Teessüratı I, II, III” başlıklı üç yazısı da yine Orenburg'da çıkan Şura gazetesinde yayınlanır. 1913'de Kerimî'nin yazmış olduğu yazılar, “İstanbul Mektupları” isimli kitap halinde Orenburg'da Vakit Matbaası'nda basılır. Rusya'da 1913'te basılan eser Türk okuyucusunun karşısına maalesef 88 yıl sonra keşfedilerek 2001'de çıkar. Kitap; 70 mektubun dışında, Çağrı Yayınevi'nin editörü Şaban Kurt'un ve eseri günümüz Türkçesine uyarlayan Fazıl Gökçek'in “Fatih Kerimî ve İstanbul Mektupları” isimli takdim yazısı, Rahmetli Fatih Kerimî'nin yazdığı Önsöz, Kerimî'nin Orenburg'a dönmesinden sonra Rıza Tevfik'in kendisine gönderdiği Türk dünyası hakkındaki duygu ve düşüncelerini ihtiva eden ilginç bir mektup ve yine Süleyman Nesib'in gönderdiği “Hakikâte Doğru” başlıklı bir şiir ve Kerimî'nin görüştüğü ve bahsettiği kişilere ait 53 adet fotoğraftan oluşmaktadır. DİRENEN ŞEHİRLER VE KAHRAMANLAR İLE DÜŞMANA DİRENMEDEN TESLİM OLAN HAİN GÜRUHLAR Birkaç yıl önce Amerikan ve İngiliz askerlerinin Irak'ı işgal etmesini hatırlayalım. Amerikan ve İngiliz askerlerinin Bağdat'a girdiğinde hiçbir direniş ve tepkiyle karşılaşmamış olmasına, Iraklıların düşmana karşı gerekli mukavemeti göstermemesine üzülmüştük. Iraklıların çok büyük bir kısmının özellikle de askeri birliklerin kurşun atmadan teslim olması da tarihe kara bir leke olarak geçmişti. Adeta düşmana hoş geldin dercesine yaklaşan Iraklıların türdeşlerinin bizim tarihimizde de olduğunu maalesef bu kitabı okuyana kadar bilmiyordum. Balkan Savaşları'nda birbirinden ilginç olayların yaşandığı, özellikle bizler için büyük derslerin çıkarılmak zorunda olduğu çok geniş bir laboratuar olduğunu düşünüyorum. Kerimî, Türk askerleri içinde çok fedakârane savaşanların bulunduğunu, subaylar arasında ne hamiyet-i diniye ve ne de hamiyet-i milliye ile muttasıf olmayarak yalnız kendilerini kurtarmaya çalışanlar olduğu gibi sadece kendi rahatını düşünüp, “Zaten bu memleket düze çıkacak değil bunun için kan dökmeye ne gerek var?” diyenlerin mevcut olduğunu da güvenilir kaynaklardan öğrenerek bizlere aktarır. Yazar, Türk ordusunun başta Edirne Kumandanı Şükrü Paşa'nın, Yanya kumandanı Vehip Paşa'nın ve İşkodra kumandanı Hasan Rıza Paşa'nın maiyetindeki asker, subayla göstermiş oldukları mukavemeti, Osmanlı askerinin namusunu kurtarmaya yetecek şanlı vak'alar olarak görür. Kırkkilise(Kırklareli) Muharebesi'nde subayların yüzde kırk beşinin şehit olduğunu söyler.(s.68) Bu şehirlerden Edirne dışındakilerin düşmanların zapt etmekten aciz kalmasına rağmen altı sefir tarafından imzalanan bir tabaka kâğıtla teslim edilmeye mecbur kalınmasının ne kadar feci bir manzara olduğunu belirtir. Kerimî, elinde elli bin askeri, yeterli erzakı, mükemmel silahları bulunduğu halde hiç direnmeden Selanik'i teslim eden Tahsin Paşa'ya halkın nasıl nefretle baktığını anlatır. Selanik'in kaybedilmesini gözleriyle gören bir Hilal-i Ahmer doktorunun Kerimi'ye ağlayarak Türk askerinin şan ve şerefini korumak için azıcık bile mukavemet edilmediğini, hemen teslim edildiğini, Selanik'i bu kadar çabuk ele geçirmeyi Yunanlılar bile akıllarına getirmediğini, Türk askerinin erzak ve mühimmatının mükemmel ve yeterli olduğunu, sadece ekmek değil hatta et ve pilavın dahi olduğunu söyler. (s. 68/9) Meclis ve Hükümet Edirne'nin Bulgaristan'da kalmasını ve Adaların Avrupa devletlerinin kararına bırakılmasını resmen onaylayınca halkın büyük bir çoğunluğunun böyle bir karara hazır olduğunu belirterek payitahtlık yapmış şehrin elden gitmesine fevkalade üzülenleri hüngür hüngür ağlayanları gözleriyle gördüğünü de vurgular. Hükümetin kararını okuyan bir büyük zatın durumunu şöyle anlatır: “'Bunun böyle olacağını ve başka çare kalmadığını önceden de biliyordum. Lâkin böyle resmî karar suretinde ilan edilmesi insana o kadar ağır geliyor ki tarifi mümkün değil' dedi gözlerinden yaşlar boşandı, sustu.” (s.182) Yazar, şehir hayatının iktisadi boyutunda Türklerin istenilen düzeyde olamadığını bunun sonucunda da doğal olarak Türklerin söz hakkının olmadığını belirtir. Bankalar, oteller, tiyatrolar, demiryolu işletmeleri, lokantalar ve hatta bakkalların bile ezici çoğunluğunun gayrimüslimlerden oluştuğunu belirtir. Müslümanların birbirlerini desteklemediğinden, azınlıkların ise buna karşın birbirlerini kolladığından bahseder. Avrupa devletleri ekonomisi bozulmaya yüz tutmuş “Hasta adam”a borç para vermekten çekinmeye başladığını, savaşın pahalıya patlamaya başlaması, kaybedilen şehirlerden gelen memurların ve muhacirlerin istihdam sıkıntısı, memur ve subayların maaş alamama durumu gibi birçok faktörün bir araya gelmesi hükümetin savaşı göze alamaması gibi bir sonucu doğurduğunu belirtir. SAVAŞTA MAĞDUR OLANLARA KARŞI GELEN İÇ VE DIŞ YARDIMLAR Yazar, Balkan Savaşları'na ülke içinden ve dışından insanların cepheye gönüllü bir şekilde gittiğinden ve savaş yardımı olarak para, altın, yiyecek, giyecek ve sağlık malzemelerinin geldiğinden bahseder. Hilal-i Ahmer'in Japonya, Hint Müslümanları, Mısır, İngiltere, Hollanda şubelerinden çeşitli heyetler gelerek hasta ve yaralıların tedavilerine yardımcı olduğunu bildirir. Hint Müslümanlarının çok fedakârlık yaptığından kurban kesmeyip paralarını İstanbul'a gönderdiğinden, Kanadalı, Kaşgarlı, Kırımlı, Yalta, Kafkas Müslümanların nakdi yardımlarından özellikle bahseder. Kafkaslardan hem nakdi yardımın, hem muharip gönüllülerin hem de en fazla gönüllü sağlık ekibinin geldiğini belirtir. Özellikle Bakülü milyonerlerden Şemsi Esedullayef Efendinin küçük oğlu Ali Beyin ve yazarın kardeşi Arif Kerimî'nin cephede savaştığını anlatır. Arif Beyin Çatalca Savaşı'nda dört defa çatışmaya girdiğini, elinden yaralandığını belirtir. İstanbul'da kendisiyle birlikte de az da olsa zaman geçirdiğini kitaptan öğreniyoruz. Kitabın yan kapağında Arif Kerimî'nin yaralı halde bir fotoğrafı bulunmaktadır. İstanbul'daki özellikle de İngiltere ve Rusya'nın sefirleri ve eşlerinin nakdi, hediye, yiyecek ve içecek yardımlarını muhacirlere dağıttığından bahseder. Almanya'da çıkmakta olan Frankfurter Zeitung gazetesi ile Hollanda'daki Tiyu de Curient gazetesinin kampanya açarak bir miktar para yardımında bulunduğundan bahseder. Hint Müslümanlarının gönderdiği yardımların içinde Mecusilerin de katkısının olduğunu vurgular. Kerimî, Harbiye Nezareti'ne gittiğinde bahçede, Anadolu'dan gelen takviye birlikler ile gönüllü askerlerin talim yapmaya çalıştığını bu gönüllülerinin kollarında “Kürt Gönüllüleri”, “Dağıstan Gönüllüleri”, “Erzurum Gönüllüleri” yazdığını belirtir. Darülfünun gönüllerinin burada yaptığı talimden bahseder. Kürtlerden birçok kadın ve erkeklerin gönüllü olarak geldiğini, bütün binanın içinin karınca gibi olduğunu söyler. Giyim kuşamlarının tarif edilemeyecek kadar farklı olduğunu kimisinin fesli, kimisinin kalpaklı, kimisinin sarıklı olduğunu, kimisinin alelade başlık, kimisinin kahverengi fes gibi püskülsüz şeyler giydiğini belirtir.(s..22) Yazar, -günümüzde olduğu gibi- bir dönem kahramanca mücadele ederek devletin, milletin ve vatanın âli bekası için çırpınan insanların, kahramanlığını yaşatamadığını, kahramanlığını gölgeleyecek hal, tavır ve davranışlarda bulunanlara ya da aynı anda hem kahraman hem de ahlaksız olabilecek kişiliklere İstanbul'dan bir örnek gösterir. Savaşın başlayacağı hesap edilerek Anadolu'daki Kürt Hamidiye Alayı'ndan birkaç bin askerin İstanbul'a getirilip Haydarpaşa'daki Selimiye Kışlası'na yerleştirildiğini, bunların şehre dolaşmaya çıktıkları zaman bazı uygunsuzluklar göstermeye başladıklarını, meselâ dükkânlardan bazı şeyler alıp parasını ödemediklerini veya lokantalarda yiyip içip ücretini vermediklerini, bu sebeple kışladan çıkmalarına yasak getirildiğinden bahseder.(s.180) YAZARIN TÜRKLERİN TEMBELLİK VE MİSKİNLİĞİ HAKKINDAKİ TESPİTLERİ Kerimî'yi ve diğer yolcuları getiren vapur, Kurban Bayramı'nın dördüncü günü İstanbul'a ulaşır. Birbiri ardına gelen top sesleri kendileri ve vapurdakileri tedirgin eder. Vapurda İstanbul'u tanıyan Rum ve Ermeni vatandaşları: “Korkmayınız efendiler Müslümanların Kurban Bayramı'dır. Bayram günü her namaz vaktinde top atarlar.” deyince endişe duyanlar biraz sakinleşir. Kerimî, “Hilâl-i Ahmer” de yaralı Türk askerlerini tedavi etmek amacıyla İstanbul'a gelen hemşehrisi, hemşire Rukiye, Gülsüm ve iki Meryem ile birlikte sohbet eder: “İstanbul'da hiç kimsenin kalmadığı, yediden yetmişe herkesin cepheye gittiğini, vatan savunmasında herkesin malını, mülkünü ve ailesini hiçe sayacak durumda olduğunu, herkesin ”˜ya namus ya ölüm” parolasını şiar eylediğini tahmin ederler. Vapurdan inip, iskeleye yanaştıklarında, -Ahmet Hikmet Müftüoğlu'nun “Turhan Nasıl Çıldırdı” hikâyesinin kahramanı Turhan'a dönerler. Hayallerindeki İstanbul, Türk, Osmanlı ve İslam âleminden esintilerin dahi olmadığını görünce tahmin ettikleri İstanbul'dan çok farklı bir İstanbul bulurlar. Yazar, bu manzarayı şöyle anlatır: “İstanbul gümrüğünden çıkıp Sirkeci ve Babıâli caddeleri boyunca yürüyerek Meserret Oteli'ne giderken caddenin iki yanındaki sayısız kahvehanelerde o kadar çok insan oturmakta idi ki- hiç birisinde ayak basacak yer yok. Kahvehanelerin sadece içleri değil, önleri de dolu. Kaldırımlara iskemleler koyup oturmuşlar, adeta geçilemiyor. Hepsi de gayet sağlıklı, genç, zinde Türkler. Gayet düzgün giyinmişler. Hepsi de gayet mütekebbirane oturuyorlar. İhtimal ki bugün bayramdır da onun için böyle oturuyorlar dedik. Lâkin her gün ve İstanbul'un her yerinde durumun böyle olduğunu gördük. Bunun sebebini sorduk: ”˜Ne olacak efendim, elhamdülillah bizim muntazam askerimiz çoktur, eğer erzak yetiştirilirse onlar da iyi savaşabilirler' dediler. (s.14) Yazar, İstanbul'da çıkan bir yangında Sultan Ahmet ile Ayasofya arasında birkaç yüz ev ve dükkânın yandığından bahseder. Bunların hepsinin Müslümanlara ait olduğunu belirtir. Türk toplumunun ne kadar kaderci, miskin olduğunu istihza sanatına başvurarak şöyle anlatır: “”¦Bunların tamamı sigortalı olduğu söylenebilir, lakin bilinen sigorta şirketlerine değil, Cenabı hakka sigorta edilmişti ve sigorta şirketlerinin bakır levhaları yerine bu evlerin tamamının üzerinde “Ya Hafız!”, “Ya Malike'l Mülk!”, “La havle vela kuvvete illa billah” yazılı ağaç levhalar vardı. Binaenaleyh evlerin bedellerini de doğrudan doğruya Cenabı Hakk' tan dua ederek istemek gerekecektir.”(s.253) Yazar, Türk ve İslâm âleminin üzerine serpilmiş ölü topraktan; yaşadığı, atalet ve tembellikten oldukça huzursuzdur. Bu huzursuzluğunu yer yer üzülerek, zaman zaman da umutsuzluğa kapılarak şöyle tasvir eder: “İstanbul'un beş yüz kahvehanesinde vasatî olarak ellişer kişiden yirmi beş bin kişinin ve bunlar cümlesinde sarıklı, cüppeli hoca efendilerin sabahtan akşama kadar kâğıt, dama, tavla oynayıp tembel tembel oturmaları, sokakta yürüyen erkeklerin rastladıkları Müslüman kadınlara laf atmaları”¦”(s.161) Bazen de huzursuzluğunu yukarıda belirtilen paragraftaki gibi istihza sanatıyla anlatmaya devam eder: “İstanbul'un içi rahat, son günlerde havalar güzel, parlak ve güneşli pencereleri gündüzleri açarak güzel havadan istifade etmek mümkün olduğu gibi kahvehane müdavimleri de kahvelerini kaldırımlarda içiyorlar ve nargileyi de burada çekip beşer altışar saat yerlerinden kalmaksızın huzur ve sükûnet içinde oturuyorlar. Bu da şarkın bir safası, bir rahatıdır ki Avrupa halkı bu lezzetten mahrumdur(!)”(s.88) Başka bir bölümde de bu kahvehane müdavimlerinin içtiği nargilelerinin dumanlarının camilerin ulu minareleri ile yarıştığından bahseder. Kerimî, 10 Ocak 1913 günü İstanbul'da yaşadığı bir zelzeleyi anlatır. Zelzele sonrası halkın bir kısmı, zelzelenin olmasını İttihat ve Terâkki Hükümeti'nin işbaşına gelmesine gazaplanan Allah'ın bir ikazı olduğunu söyler. Halk arasında birçok kişiden “Daha önce de bunlar işbaşına geldiğinde yangınlar çıkar, zelzeleler olurdu.” cümlelerini duyduğunu belirtir.(s.191) Günümüzde de “Ecevit ve Demirel ne zaman iktidara gelse ya kıtlık olur ya deprem ya sel olur” kanaatinin yaygın olduğunu gördükçe milletimizin kurmuş olduğu komploların bile yaklaşık bir asra yakın zaman geçmesine rağmen hiçbir değişikliğe uğramamış olması insanı üzüyor olsa gerek. YAZARIN TÜRKLERİN AHLAKÃŽ DURUMU HAKKINDAKİ GÖZLEMLERİ Kerimî, Türk toplumundaki ahlaksızlıklar hakkında da istemediğimiz kadar örnekler verir. Bu örnekler karşısında şaşırmamanız elde değil. Bugünkü yaşadığımız ahlak bunalımının köklerinin bu kadar derinde olduğunu bu eserle öğrendiğimde -dönemi çok iyi bilen ve kitabı okuyanları bilmem ama- açıkçası çok şaşırdığımı ifade etmek durumundayım. Kitabın birkaç yerinde İstanbul'da yolda giden kadınlara laf atanların, tacizde bulunanların azınlık vatandaşları değil de Türkler olduğundan bahseder. Kerimî, Sebilürreşat Mecmuası'nın yönetici ve yazarlardan Babanzâde Ahmet Naim Bey'in evinde bir akşam yemeğine katılır. Bu davette mecmuanın müdürü Eşref Bey, Naim Beyin Paris'te okuyan kardeşi Şükrü bey ve müstakbel İstiklâl marşı şairimiz Mehmet Akif Bey de bulunur. Birbirinden ilginç konulara değinerek sohbet ederler. Kadınların tesettürü meselesine gelince Akif Beyin Türk erkekleri hakkında düşünceleriyle Kerimî'nin gözlemleri ve düşünceleri çakışmaktadır. Kerimî, Mehmet Akif beyin bu konu hakkındaki düşüncelerini şöyle açıklamaktadır: “O, (Mehmet Akif'i kastediyor O.S.), kadınların cemiyete karışmasına muhaliftir. Erkeklerimiz edepsiz, terbiyesizdir. Böyle erkeklerin arasına kadınları çıkarmak nice rezaletlere sebep olacaktır, dedi.” (s. 305) Kerimî, İstanbul'daki esnafımızın ne kadar namuslu(!), düzenbaz, üçkâğıtçı olduğunun tespiti ve gözlemlerini memleketine gönderip Vakit Gazetesi'nde yayınlattığında bu yazıları okuyanlar yazara inanmak istemez, kendisine ağır eleştiriler getirerek, Türklerin böyle ahlaksız olamayacağını söylerler. Hatta kendisini yalancılıkla itham edenler bile olur. Günümüzde dahi Kerimî'nin yazdıklarına ülkemizde inan(a)mayacakların olabileceğini tahmin ediyorum. Yazarın İstanbul esnafı hakkındaki tespitlerinden bir kısmı şöyledir: “Buradaki tüccarlar arasında sahtekârlık ve hıyanetin çokluğu da diğer bir can sıkıcı durumdur. Ticarette aldatmak denilen şey, burada çok alelâde ve meşru bir iş sayılıyor. Piyasayı bilmeyenden üç kat fiyat istiyorlar. Ne kadar pazarlık edersen o kadar düşürüyorlar. Bilmiyorsan malın mutlaka sahtesini veriyorlar. Yağ alıyorsun, katkılı oluyor, süt alıyorsun yarısı su çıkıyor. Ekmek alıyorsun, gramajı azalıyor. Bez, mendil, alıyorsun ağarmış oluyor, bir kere yıkandığında dokumaları açılıp balık ağına dönüyor. Sokakta bağırarak koşan çocuktan gazete alıyorsun, eve gittiğinde bakıyorsun, dünkü veya eksik basılmış hatalı gazete olduğunu görüyorsun. Her şey böyledir. Sözünde durmak denilen şey hiç yok. Hülasa aldatmaktan hiç çekinmiyor ve hiç korkmadan buna devam ediyorlar. Emniyet hâsıl ederek müşteri kazanmayı düşünmüyorlar.” (s. 324) KERİMÃŽ'NİN DEVRİN AYDINLARI İLE GÖRÜŞMELERİ Kitabın cezbedici yanlarından birisi de birbirinden farklı cenahlarda olan ve hatta aralarında siyasi husumet bulunan devrin gazeteci, yazar, ulema, paşa, bürokrat, nazır, sadrazam, müderris, mebus, diplomat ve doktor gibi aydın ve mütefekkirlerle yapmış olduğu mülakat ve görüşmelerdir Yazar, Akçuraoğlu Yusuf Bey ve meşhur Tatar seyyahı Abdürreşit İbrahim'in yardımcı olmasıyla onlarca aydınla görüşür. Kerimî'nin satırlarından Enver Bey'e ve İttihat ve Terakki Fırkası'na sempatisi olduğu hemen göze çarpmakla birlikte İttihatçıları eleştirmekten de geri kalmayan bir üslubu dikkat çekiyor. Kitabı hazırlayan Fazıl Gökçek'e göre yazarın -İttihatçıların ileriki yıllardaki yanlışlarından- eleştiri oklarını daha da keskinleştirdiğinden bahseder. Hakikati öğrenmek için kafasındaki soru(n)lara cevap almak için neredeyse görev yaptığı süre zarfında İstanbul'da ulaşabildiği aydınların büyük kısmına ulaşır. Kimisiyle bir dost meclisinde, kimisiyle bir otelde, kimisiyle cezaevinde, kimisiyle bir toplantıda, kimisiyle makamında, kimisiyle köşkünde görüşmeler yapar. Duruma, zamana, görüştüğü kişilerin makam ve statüsünü de göz önünde bulundurarak bir kısmına daha önce hazırlamış olduğu çeşitli soruları yönetir. Bu soruların bir kısmı şunlardır: 1. İttihat ve Terakkî Cemiyeti bir vakitler dâhilde o kadar kuvvet ve nüfuza, hariçte o kadar hüsn-i teveccüh ve hayırhahlığa sahip olduğu halde bu mevkiini niçin koruyamadı? 2. Türk askeri Balkan Savaşı'nda niçin bu kadar kolay yenildi? Türkiye'nin devlet adamları bunun böyle olacağını önceden niçin kestiremedi? 3. Türkiye'nin, elinde kalan toprakları koruyabilmesi umudu var mıdır? Bundan sonra nasıl bir siyaset takip edilmelidir? Görüştüğü kişilerin entelektüel birikimini göre ve uzmanlık alanına göre birbirinden farklı konularda birbirinden ilginç soruları muhatabına yöneltiyor. Örneğin Babanzâde Ahmet Naim Bey'e bir hasbıhalde şu güzel soruyu soruyor: “İslâmiyet, medeniyete müsaittir diye her zaman söylüyoruz. Buna delil olarak eski Müslümanların terakki ve temeddünlerini misal gösteriyoruz. Lâkin bugün dünyanın neresine bakılsa Müslümanlar maarif ve medeniyetçe en gerideler. Hatta bir şehirde bile Müslüman Mahallesi diğer milletlerin mahallelerinden fakir, pis ve kötü durumdadır. Bu hal Kazan'da da, Fas'ta da, İran'da da, İstanbul'da da böyledir. Acaba sizce bunun sebebi nedir?” AHMET MİTHAT EFENDİ'NİN ÖLÜMÜ HAKKINDAKİ GÖZLEMLERİ Kerimî, 4 aylık görev süresince bahsettiğimiz aydınların dışında gazeteci, yazar Ahmet Mithat Efendi ve gazeteci Ebuzziya Tevfik Bey ile bu dönem vefat ettikleri için görüşemez. Özellikle de Ahmet Mithat Efendi ile görüşmeyi çok istemesine rağmen görüşemediği için çok üzülür. Efendi Baba'nın cenaze ve taziyesine katılır. 1910'da Rusya'da ölen Profesör Murmusof'un cenaze törenini ve daha sonraki günlerde Rusya kamuoyunu nasıl işgal ettiğini, ülke olarak yazarlarına nasıl sahip çıktığını ayrıntılarıyla anlatır. Buna karşılık İstanbul'da Ahmet Mithat Efendi'nin son yolculuğuna kamuoyunun, hükümet ve devletin ilgisizliğine adeta kahrolur. Cenazede Cemalettin Afgani'nin bir zamanlar kendisine söylediği: “İlim ve marifet karşısında diz çöküp hürmet göstermeyen milletlerin akıbeti hüsrandır. O, millet yaşayamaz, çünkü yaşamaya lâyık değildir.” sözünü hatırlayarak efkârlanır. Ahmet Mithat Efendi'nin vefatından sonra hakkında yazılan, basında çıkan yazılardan teker teker bahseder. Bu arada kendisi de devrin önemli mecmualarından Türk Yurdu'nda Ahmet Mithat Efendi üzerine bir yazı kaleme alır. Kendisi İstanbul Mektuplarında ”“ mütevazılığından olsa gerek- bu yazıdan bahsetmez. Bu incelemeyi hazırlarken tesadüfen okuduğum bir kitaptan Türk Yurdu mecmuasında bir makalesinin yayınlandığını öğrendim. YAZARIN KADINLARIN EĞİTİMİ VE MODERNLEŞME HAKKINDAKİ TESPİTLERİ Yazar kadınların eğitimsizliği, tesettür, giyim-kuşamı ve bunlarla ilgili sorunların çözümü ve entelektüel merakını gidermek için aydınların bir kısmıyla özellikle de kadın yazarlardan Fatma Aliye, Nigâr Hanım, Halide Edip Hanım ile yaptığı görüşmelerde kadınların sosyal hayattaki etkinliklerinin artırılması için neler yapılabileceği gibi konularda fikir teatilerinde bulunur. Hürriyetin ilanından sonra kadınların mektep, okuma, davranış ve giyim-kuşam konusunda hemen hemen hiçbir değişikliğin olmadığını belirtir. Hatta kapalılık ve giyim kuşam konusunda eskisinden daha yumuşak olması gerekirken daha katı hale geldiğini söyler. Sultan Hamid zamanında kadınların hiç olmazsa gözlerini açık bırakarak yüzlerine beyaz bir peçe örttüklerini şimdi ise sıkı kontrol altında olduklarını, Türk kadınlarının İran kadınları gibi oyalı bir kara çarşaf ile örtündüklerini, yüzleri ve gözlerinin görünmediğini belirtir. Meşrutiyetle birlikte alt ve orta tabakadan Türklerden bazılarının sokaklarda çok seyrek olarak karılarıyla birlikte dolaştığını belirtir. (s.156) Yazar, Meclisi Mebusan Reislerinden Ahmet Rıza Beyin İstanbul'da bir kız sultanisi mektebi açmak istediğini, bir takım ham softaların buna karşı çıktığını belirterek Adile Sultan tarafından hediye edilen binanın ilerleyen dönemlerde kız sultanisi olarak açılacağını belirtir. Kerimî, bu binayı görmek ister. Askeri okul olarak kullanılan bu binanın müdürü ile görüşür. Kadınların okullu, eğitimli olması gerektiğiyle ilgili fikirlerini buradaki okul müdürüne bahseder. Buradaki müdür kız çocuklarının okumasıyla ahlakının bozulacağı fikrini savunan tipik mutaassıplardan biridir. Burada ve -bu konuyla ilgili konuştuğu birkaç yerde- kadın hemşire, hasta bakıcı, doktor sıkıntısı yaşandığını dolayısıyla yurt dışından gelen özellikle de Müslüman olanların yetersiz olduğunu, bunun için bile kadınların okuması gerektiğini ısrarla vurgular. Kerimî, burada kadınların eğitimsizliğinin ne kadar acı, ağır, katlanılmaz faturalar çıkardığıyla ilgili fikrini beyan eder. Çok güzel bir tespitte bulunur. Türk paşaları, Türk sefirleri ve aydınları arasında Fransız, Alman, Rus, Yahudi ve Rum kızlarıyla evlenenlerin sayısının günden güne arttığını belirterek Türk kızlarının gayrimüslimler seviyesinde okutulmadığı için bu durumun ileride önlemi alınmadığı takdirde korkunç sonuçlar doğuracağını söyler. Yazar, görüştüğü ama ismini açıklamadığı bir kişinin, aşağıda anlatılan fikrini mantıklı ve tutarlı bulur. Balkan Savaşı'nda Türklerin yenilgisinin sebeplerini irdelerken, idealizm eksikliğinin ve askerlerin gözünün evinde olduğu için kaybettiğini buna karşın Bulgar askerlerinin nasıl daha başarılı olduğunu anlatır: “Bulgar askerleri rahatça savaşıyor, evi, ailesi, dükkânı, ticareti konusunda gönlü rahat. Kendisi savaşta ölüp gitse çocukları için o kadar kaygı duymayacak. Çünkü onun karısı gerektiğinde çift sürebilir, ekin ekebilir, ürünü toplayabilir veya ektirir, toplattırır. Dükkânı varsa eşinin yerine bunu kendisi çalıştırabilir. Çocuklarına bakar, onları okutur. Mekteplerin usullerini bilir, nizamlarından faydalanabilir. Hâsılı erkek gibi işini yürütebilir. Hâlbuki Türk askerlerinin bütün kaygıları evlerinde, köylerinde. Onların karıları çift sürmeyi de bilmiyor, ekin ekmeyi de, ürün toplamayı da. Ticaret de elinden gelemiyor. Gelse de Müslüman kadınına böyle işler uygun görülmüyor. Devletin kanun ve nizamlarından da yararlanamıyor. Çocuklarını yetiştiremiyor. Kocasız kaldı mı Müslüman ailesi perişan oluyor. İşte bu yüzden Türk askerleri ailelerini, köylerini düşünmekten savaşası gelmiyor, ölümü göze alamıyor. Binaenaleyh savaşta yenme ve yenilmenin sebepleri arasında sadece top ve tüfek değil kadınlar ve aile meselesi, kadınların yüzlerine örtülen çarşaflar da çok büyük rol oynamaktadır.”(s.216) Yazar, Amerikan Kız Koleji'nde son birkaç yılda okuyan Müslüman kız çocuklarının yaklaşık yüze ulaştığından bahseder. Bununla ilgili şu ilginç yorumu yapar: “Avrupalılaşmaktan korkan Müslümanların İngilizleşmekten korkmamaları, çocuklarını halis Müslüman terbiyesi veren bir mektepte okutmaktan korkan Müslümanların halis Hristiyan terbiyesi veren bir mektebe göndermekten korkmamaları taaccübe şayan değil midir?”(s.14) Yazar, kız çocuklarının okutulmamasının ne gibi aksaklıklar, sefalet ve sıkıntılar doğurduğuyla ilgili ilginç tespit ve gözlemde bulunduğunu belirterek kadınların okutulmasının ne kadar elzem olduğunu bakın ne güzel anlatır: “Bugünkü günde ticaret, sanat, iktisat cihetlerince Türkler Türkiye'deki Hristiyan milletlerin hepsinden daha geridedir. Çünkü Hristiyan milletlerin bütün gövdesi, yani erkekleri ve kadınlarının hepsi canlı, hepsi hareket halinde ve hepsi çalışıyor. Türk milletinin ise sadece yarısı, sadece erkekleri çalışıyor, sadece yarısı canlı. Gövdelerinin yarısı mefluç. Bir erkeğin kazancın beş on kişiden meydana gelen bütün bir aile tüketiyor. Diğerleri hiç para kazanamıyor. Çünkü şeriat mı diyeyim, âdet mi diyeyim, bunların önünü kapatıyor. Bunları kara çarşaflara sokuyor, ağızlarına temiz hava girmiyor. Bunları kafesli pencereler içindeki dört duvarın arasına tıkıyor. Yüzlerine güneş ışığı bile düşmüyor. Bunlar sadece kocalarının üzerinde ağır bir yüktürler. Hayatın acı dakikalarında bunlar kocalarının kaygılarını paylaşamıyorlar, eşlerine teselli vermiyorlar. Bin türlü tezellül ile hükümet memuriyetinde çalışan eşleri, babaları, çocukları bir ay hastalanıp maaş alamasa veya işinden çıkarılsa veya ölüp gitse bütün aile için kıyamet kopuyor, bütün aile sefalete mahkûm oluyor.” (s.216) YAZARIN İTTİHATÇI-İTİLAFÇI ÇEKİŞMESİ HAKKINDAKİ MÜTALASI Balkan Savaşları'nda mağlup olmamızın en önemli sebeplerinden birinin, orduya siyasetin karışması ve komuta kademelerinde fırkacılığın had safhada olması olduğu konusunda tarihçi ve tarih araştırmacılarının çoğunluğu hem fikirdir. Yazar bu konuda özellikle cephe gerisinde, İstanbul'da toplumun kamplaşmaları bölünmesini, her iktidar değişikliğinde sil baştan kadroların yenilenmesini şöyle anlatır: “İstanbul'daki iki yüz, üç yüz aydın ve siyasî beyefendiler hiç durmaksızın fırka oyunu oynuyorlar. Bir fırkanın biri üste çıkıp iktidarı eline alıyor bir diğeri. İktidara gelen fırka valiliklere ve bütün memuriyetlere kendi adamlarını atıyor. Bunlar iş yapmaya, bir şeyler düşünmeye çalışırken diğer fırka iktidara geliyor ve önceki memurların hepsini görevinden uzaklaştırıp kendi adamlarını getiriyor. Bugün İstanbul'da kaldırım taşı sayısınca sabık nazır, sabık vali, sabık mutasarrıf var. İşsiz güçsüz dolaşıyorlar.”(s.200) Kerimî'nin İstanbul'da kaldığı kısa süre zarfında dahi birkaç iktidar değişikliği olmuştur. Her iktidar değişiminde rakip fırkanın siyasetçi ve yazarının taciz edildiği, tevkif edildiğini, karşı tarafın gazetelerine sansür uyguladığını özellikle belirtir. Örneğin Ağayef Ahmet ile görüşmesini cezaevinde yapmıştır. Yazar, Babıâli Baskını'nı yaşayanların arasında bulunmuştur. Bunları bütün ayrıntısı ile anlatır. İttihat ve Terakki Fırkası işbaşına gelince muhalefet aktörlerinden İkdam muharriri Ali Kemal, sabık Maliye Nazırı Abdurrahman Bey, Dâhiliye Nazırı Reşit Bey, Kamil Paşazade Sait, Şeyhülislamzâde Muhtar Bey, sabık mebus Rıza (Nur) Bey gibi yazar ve aydınların soluğu Avrupa'da aldığını belirtir. Kamil Paşa sadrazam olunca Tanin Gazetesi yazarı ve sabık mebus Hüseyin Cahit (Yalçın), Maliye Nazırı Cahit Bey, İsmail Hakkı Bey, Asım Bey, Meclisi Mebusan'ın eski Reisi Ahmet Rıza Beylerin rakipleri gibi Avrupa'ya kaçtığını anlatır. Böyle kara günde, enerjilerini düşmana değil de birbirlerine kullanmalarına yazar çok üzülür. Çıkan yangınlardan, olan zelzelelerden dahi fırkaların birbirini suçladığını belirtir. Fırkaların birbirine karşı düşmanlığı o kadar fanatizm boyutundadır ki yazar bakın nasıl anlatır: “Gerçekten parti ihtilafı o kadar ileri derecededir ki, söz gelişi şimdi İttihat ve Terakkiciler işbaşına gelince bütün düşman askerlerini hudutlarının dışına atacağı apaçık malum olsa bile, buna muhalif parti mensupları razı olmazlar. İttihat ve Terakkiciler vasıtasıyla kurtulmaktansa Balkan Islavları tarafından yutulmayı tercih ederler.”(s. 20) İSTANBUL'DA MEŞRUTİYET'İN İSTİSMARI II. Meşrutiyet' in ilanından sonra devrimin sloganlarından “Hürriyet, Müsavat, Adalet” kavramlarının çoğunluğunun gayrimüslimler ve bir kısım Türkler tarafından nasıl istismar edildiğinden ve popüler hale getirildiğinden Kerimî, şöyle bahseder: “Bu parlak ve güzel sözler burada o kadar çok istimal edildi ve edilmektedir ki, nereye baksanız bu sözler gözünüze ilişir. Sokağa çıkmanla birlikte karşına çıkar. Lokantaya gidersin, “Meşruiyet yemeği” var. Rum dükkânına “Adalet Bakkaliyesi” adını verilmiştir. Ermeni, “Uhuvvet-i Osmaniye Berberi”nde Türklerin sakallarını keser. Bulgar sütçünün dükkânının kapısı üzerine “İttihad-ı Anasır Sütçüsü” diye yazılmıştır. Tepebaşı'nda “Bristol Oteli”nin altında “Kanun-i Esasi Birahanesi”, Galata' da “Adalet Oteli”, yanında “Adalet Lokantası” ve “Hürriyet Birahanesi”nin tabelaları yan yana dizilmişlerdir. Nikelden yeni basılan Türk paralarının bir yüzüne de “ Hürriyet, Müsavat, Adalet” yazılmıştır. Sandalye, porselen eşya ve tabaklara kadar her şeyin üzerine bu sözler nakşedilmiştir. Şişli Caddesi'nden Kâğıthane yoluyla İstanbul' un dışına çıkınca gayet büyük ve güzel bir yerde Bulgar Papaz Okulu ve hastanesinin yanında Hürriyet-i Ebediye Tepesi de var. Güzel bir bahçe yapılıp etrafı çevrilmiş. Bunun ortasında 31 Mart Vak'ası'ndan sonra İstanbul'a gelip hürriyeti yeniden kazandıkları sırada şehit olan fedakâr subayların kabirleri var. Bunun üzerince mermer taştan güzel ve büyük bir kaide ve onun üzerine de yine mermerden top gibi büyük bir şey yapılmış. Bu mermer sütunun dört yanına Türkiye'de hürriyetin ilan edildiği tarih ve Sultan Mehmet Reşat Han hazretlerinin ismi nakşolunmuş. (s. 152) Bilindiği üzere Balkan Savaşları öncesi Osmanlı Devleti, Trablusgarp Savaşı sonucunda Kuzey Afrika topraklarından çekilir. Kerimî, bu toprakların elimizden çıkmasına karşılık halkta hiçbir tepkinin, üzüntünün olmamasından çok etkilenir. Bu toprakların kaybından dolayı yüreği yanan hiçbir kişiyle karşılaşmamış olması yazarı çok şaşırtır. Bu konu hakkında şu gözlem ve değerlendirmelerde bulunur: “Trablus Müsalahası, yani Trablus'un Türkiye'nin elinden çıkması buradaki Türklere hiç tesir etmedi. Bunu düşünen de, konuşan da yok. Sanki Trablus Savaşı hiç olmamış, Trablus elden çıkmamış. Ben buna fevkalade şaşırdım. Hatta renkli kartpostallar yaptılar, bunlarda İtalya Kralı ile Padişahın resmini yan yana koydular. Bir Arap kızı suretinde olan Trablus İtalya Kralına baş eğip temenna etmektedir. İtalya Kralı ile Padişahın başları üzerine barış alameti olan yeşil ağaç dalları konulmuş ve altına da “Mesalih-i umumiyenin hüsn-i cereyanı için Trablus Müsalahası akdedilmiştir.” diye yazılmış. Bu kartpostallar kitapçıların vitrinlerine konulmuş, satılıyorlar. Bunların niçin Türklerin yüreklerini sızlatmadığını aklım almıyor. Şimdi Bulgar Müsalahası da, Trablus Müsalahasından çok farklı olmayacaktır. “Mesalih-i umumiyenin hüsn-i cereyanı için” diye yazıp asarlar.”(s.37) GAZETE VE MECMUALARIN DURUMU Kerimî, İstanbul'da yayımlanan gazete ve mecmuaların çok güzel tahlillerini yapar. Her gazete ve mecmuanın muharrir kadrosu, yayın politikası, iktidarla ilişkisi, tirajı hakkında geniş bilgiler sunar. Genel olarak gazetelerin içerik olarak asıl gündem ile ilgilenmediğini, yalan-yanlış haberlerin ağzına kadar dolu olduğundan, halkı uyutacak, yanlış yönlendirecek ve aldatacak tarzda yazdığından bahseder. Düşmanların payitahtın eşiğine kadar geldiği, her yandan kuşatıldığı, barış istemeye Türkleri mecbur eylemeye çalıştığı bir dönemde Türk gazetelerinin, Manastır'ın kaybedildiğini ısrarla saklamakta olduklarını, Selanik'in tekrar elimize geçtiğini, “Muzafferiyat-ı mütevaliye-i Osmaniye” manşetleri atarak halkı kandırmaya çalıştıklarını anlatır. Özellikle cepheden gelen haberleri abartarak, kendi lehimize göstererek ve yalanlarla süslemelerine hükümetten bile yasak geldiğini, bu tarz haberlerin, yayınların had safhada olması sonradan halkın ümitsizliğe düşmesine ve gerilimin artmasına sebep olmakta olduğunu söyler. Kerimî, Türk halkının Avrupa'daki manasıyla matbuatının olmadığını, Ermeni, Rum, Yahudi hatta Arap gazeteleri bile kendi ideallerine, kendi menfaatlerine hizmet ederken Türk gazetelerinin herhangi bir idealinin olmadığını gazetelerinin daha fazla satması ve gazetelerinin kapanmaması için ne lazım gelirse onları yazmaya çalıştıklarını bahseder. Türk gazetelerinde Anadolu'nun vilayetlerinin ahvali hakkında haber bulmanın çok zor olduğunu gazetelerinde Türk siyaseti, Türk ideali, Türk fikri, Türk ahvali hakkında çok az haberlerin olduğunu yahut hiç yer olmadığını özellikle belirtir. Buna karşın Avrupa siyasetinden, en ehemmiyetsiz haberlerin çarşaf çarşaf yer bulabileceğini Bursa'nın köylerinde kışın soğuklarında halkın yakmak için evlerinde odun getirmediğini ormana gidip, ağaçları yakarak ısındıklarını, Kışın kar yağınca Erzurum ve Van vilayetlerinin şehirleri arasında otuz gün posta işlemediğini gazetelerden öğrenmenin mümkün olamayacağını söyler. Bu haberi başka bir şekilde duyulabileceğini ama gazeteler kanalıyla duyulamayacağını söyler. Hükümette kim bulunuyorsa Türk gazetelerinde onların fikirlerinin tervic edildiğini belirtir. Türk gazete ve mecmuaların bir devlete meddahlık ederek, Türkleri kuyruğuna bağlamaya çalıştığını bir devlete yaranmaya çalışırken Türk menfaatlerini savunan bir kamuoyunun olmadığını söyler. Türk Yurdu mecmuasını bahsettiklerinden istisna olduğunu şöyle açıklar: “..Mesela Sabah gazetesi yıllardan beri İngiltere'yi methediyor. Kâmil Paşa zamanında İkdam da İngilizciydi. Şimdi başmuharriri Cevdet Bey, Viyana'da ve Almanları övmeye başladı. Tanin Fransızları methediyor. Yeri ve zamanı gelince Ruslara da çanak tutar. Tercüman-ı Hakikat, Tasvir-i Efkâr sürekli Arnavut, Kürt, Arap “kavm-i necip” lerinden ve bunların hilafet-i muazzamaya olan sıkı “merbutiyet”inden bahisle biçare Türk kavmini iğfal edip dururlar. Sebilürrşat filan gibi mecmualar ise göklerde uçarlar. Onlar nazarında “Türk menfaati” şeklindeki sözler ihanettir, “İslam menfaati” demelidir. Türk'ün kaygısıyla kaygılanan, sadece iki haftada bir çıkan Türk Yurdu mecmuasıdır.” (s.297) Yazar, Türk gazete ve mecmuaların baskı altında olduğunu, başka milletlere ait olanların daha muhtevasının geniş olduğunu, Türkiye'nin sorunlarının tartışılamadığını ve dogma halinde kaldığını şöyle açıklar: ” Şunu da söyleyeyim ki, İstanbul'da siyasî, içtimaî, dinî ve ahlak hatta ebedî cihetlerden en ziyade baskı altında bulunan gazete ve mecmualar Türklere ait olanlardır. Diğer dillerdeki ve başka milletlere mensup matbuat hiç şüphesiz Türklerinkinden daha hür, muhtevaları ve muhakemeleri daha geniş ve canlıdır. Bunun sebebi çok açık. Türk halkındaki fikri seviyenin düşüklüğü ve hükümetin asıl Türk halkına baskı yapmaktan ve cebretmekten çekinmemesidir. Meselâ Türk gazetelerinde alfabenin ıslahı hakkında yazmaya başladılar mı, ulemadan veya cüheladan biri şeyhülislama müracaat etmekte ve “Aman efendim, ehl-i İslâm arasına tefrika sokuyorlar. Hurufat-ı Arabiyeyi kaldırmak dine karşı bir cinayettir. Bu hususta icap eden tedbirleri alınız yoksa ahali galeyan eder.” diyor. Tesettür meselesi gündeme geldiğinde de aynısı oluyor. Resim, müzik meselesinde de durum aynı. Tasfiye-i lisan meselesi de böyle. Medreselerin ıslahı, mektep programlarının düzensizliği, hülasa hepsi buna benziyor. Diğer konularda da dahiliye nezaretine, hariciye veya mezahip ve adliye nezaretlerine veya meşihata müracaat ediyorlar ve “Ahaliye fena tesir edecek” diye bahsi hemen kapattırıyorlar. Böyle “efkâr-ı umumiyeyi galeyana getirecek, örf, âdât-ı İslâmiye ve anane-i milliye muvafık olmayan ahvali” yazmamaları için gazete idareleri uyarlıyor. Bu uyarı ise burada kat'i bir kanundur. Fakat Hristiyan ve ecnebi gazetelerine hükümet böyle muamele edemiyor. Bu sebeple Türk gazetelerine baskı, diğerlerine göre çok fazladır. Siyasî haberler ve fikirler hususunda da durum aynı. Hristiyan ve ecnebi gazeteleri siyasî haberleri ve fikirleri açıkça ve önceden yazıyorlar. Türk gazeteleri ise çoğunlukla onlardan alarak bu haberleri ertesi gün yazabiliyorlar.”(s.238-239) SAVAŞIN DİNEMOSU OLAN SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI Savaşta halkın milli bilincini yükseltmek, savaştaki yaralı ve hastaların tedavisine yardımcı olmak, cepheye gönüllü asker sevkiyatına yardım etmek, Balkanlardan gelen muhacirlerin sıkıntılarına yardım etmek, bütün bunları aşmak için gerekli finansmanı sağlamaya çalışmak amacıyla birçok kurum ve kuruluşlar hükümete yardımcı olmuştur. Eserde Hilal-i Ahmer Cemiyeti, Türk Ocağı ve Müdafaa-i Milliye cemiyetlerinin yaptığı hizmetlerden bahseder. Yazar, Türk Ocağı ve Müdafaa-i Milliye'nin etkinliklerine katılarak yakından müşahede fırsatı bulur. Türk Ocağı'nın nizamnamesine uygun olarak çeşitli toplantılar, konferanslar yapıldığını Darülfünun müdürü Sami Bey, Akçuraoğlu Yusuf Bey, Ünlü hatip ve yazar Hamdullah Suphi(Tanrıöver), Ağayef Ahmet, Selim Sırrı, Doktor Akil Muhtar, Kazım Nami Bey gibi aydınların konferansına iştirak edip, sohbetlerde bulunduğunu, Şair Mehmet Emin (Yurdakul), Şair Celal Sahir(Erozan) ”˜ın burada şiirler okuduğunu belirtir. Kerimî, Müdafaa-i Milliye'nin düzenlemiş olduğu konferanslara değinir. Yusuf Akçura'nın vermiş olduğu bir konferansından bahsederken çok önemli bir tespitini bizlere anlatır. Bu tespit aradan 96 yıl geçmesine rağmen hâlâ geçerliliğini koruyor. Çok uzun bir dönem de koruyacak gibi görünüyor. Akçura şöyle konuşur: “Günümüzde savaş sadece iki ordu arasında değil, iki millet arasında ve iki milletin tacirleri, muallimleri, mektepleri, talebeleri, kadınları, fikirleri, at ve arabaları, yolları, sabanları arasında olmaktadır. Bunların hepsi de, maatteessüf, bizde, düşmanlarımıza nispetle zayıf ve kötüdür. Bu yüzden yenildik. Şayet bunlara ehemmiyet vermezsek, bunları düzeltmek için köylere dağılıp halka yardım etmezsek yine yeniliriz. Rumeli gibi Anadolu da elimizden gider.” (s.209-210) KADINLAR MİTİNGİ Hilal-i Ahmer hastanesinde görevli Rusyalı dört Müslüman hemşire Müdafaa-i Milliye Cemiyeti'ne kadınlar arasında yardım toplamak, kadınlardan fırkalar teşkil ederek savaşa göndermek, kadınları aydınlatmak, kadınlardan bir heyet göndererek Padişahın savaş bölgesine gitmesini istemek amacıyla bir dizi etkinlik yapmak ister. Bu isteklerini Müdafaa-i Milliye Cemiyeti kabul eder. Ayasofya Camii'nde kadınlara yönelik bir vaaz verilir. Darülfünunda kadınlara yönelik bir toplantı daha doğrusu miting tertip edilir. Yazar, bu mitingin içeriği hakkında geniş izahatlı bilgiler verir. Tamamı kadın olmak üzere binlerce vatansever kadın bu etkinliğe katılır. Gazi Muhtar Paşa'nın hanımı Prenses Nimet Hanım açılış konuşması yaptıktan sonra Cevdet Paşa'nın kızı Fatma Aliye, Petersburg'daki yüksek mekteplerden riyazet fakültesi talebelerinden, Hilal-i Ahmer'de görev yapan Gülsüm Kemalova Hanım, Fehime Nüzhet Hanım, İdadi Kız Mektebinin Müdiresi Nakiye Hanım ve son olarak da Halide Edip(Adıvar) kürsüde duygu yüklü milli bilinci zirveye tırmandıran konuşmalar yapar. Daha sonra müzakereler yapılarak şu kararlar alınır: 1. Türk kadınları adına savaş meydanındaki askere telgraf çekilecek. 2. Hindistan, Mısır, Fas, Tunus ve diğer yerlerdeki Müslüman kadınlarını Rumeli'nde Balkanlılar tarafından işlenen cinayet ve zulümlere karşı izhar-ı nefret ve müdafaa-i milliye ianesi iştirake davet eden telgraflar çekilecek. 3. Avrupa kraliçelerine telgraf çekilerek Balkanlıların Müslümanlara yaptığı cebir ve zulümler protesto edilecek ve bu zulümlerin önlenmesi için yardımlar istenecek. Bu kararlar alındıktan sonra yardım toplanmaya başlanır. Kadınlar küpe, bilezik, yüzük, kolye, saat, para ve kıymetli eşyalarını burada bir kutuya koyar. Bu değerli eşyalar paraya çevrilir. Daha sonra Müdafaa-i Milliye merkezine teslim edilir. Burada Hilal-i Ahmer Başkanı Besim Ömer Paşa Petersburg'dan bir Müslüman kızının gönderdiği bileziği toplantıya katılanlara gösterir. Burada satır arasında ilginç bir bilgi aktarır yazar. Orsk şehrinde Trablusgarp Savaşı'nda Müslüman bir kadın Türklerin yenilgisine duyduğu üzüntüden intihar ettiğini söyler. Yukarıda bahsettiğim miting ve toplantıyı tertip edenlerin amaçlarından birisi de kadınlardan bir heyet oluşturularak Padişahın savaş bölgesine gitmesini istemekti. Bu amacın gerçekleştirilip gerçekleştirilmediğini bilmiyoruz. Ama bu dönemlerde Halide Edip (Adıvar) Hanım Padişah'a (Sultan Reşat ve şehzadelere) açık bir mektup yazar. Bu mektup Türk Yurdu Mecmuası'nda yayınlanır. Mektubu okuyan vicdan sahibi beyinlerin takdir edebileceği gibi o dönem itibariyle Padişah ve şehzadelere böyle hakikati haykırmak yürek ister. Mektubun edebi dilinin de estetik içerik taşıdığını okuyanların kolaylıkla görebileceğini söyleyebilirim. Türk'ün Ateşle İmtihanında varını-yoğunu, mal varlığını, yüreğini, beynini, kalbini ve kanını ortaya koyan bu kalemimizi rahmetle anarken mektubun biraz makaslanmış halini yazar, kitapta sunar. HALİDE HANIM'IN PADİŞAH'A YAZDIĞI AÇIK MEKTUP “Padişahım! Atalarımızın mübarek kanıyla alınmış olan İstanbul'umuzun kapısı önüne düşman dayandı. Büyük Türkiye'nin, muazzam tarihinde emsali görünmeyen hakanlar yetiştirmiş Âl-i Osman'ın taç ve tahtı Türk milletinin namus ve istikbali bugün tehlike altındadır. Dünkü bahçıvanlarımız bugün balçıklı ayaklarıyla altı yüz yıllık tarihimizin şan ve şerefini, din ve izzetini çiğnemeye kalkıştılar. Türk askerinin top ve tüfeğini alıyorlar. Büyük ordusunu ve altı yüz yıllık kahramanlığını lekeliyorlar. Türk'ün izzetinin böyle ayaklar altına alınmasını önce Avrupalılar şaşkınlıkla seyrediyorlardı. Şimdi bize istihfaf ile bakıyorlar. Mazisiz ve tarihsiz Bulgarların izzetli ve cesaretli Türkleri yenmesine alkış tutuyorlar. Bulgarlar yeni ve parlak bir tarih yapıyorlar, biz ise tarihimizi gömüyoruz. Padişahım! Bu utanç karşısında kadınlarımız bile korkuyu unuttular. Topraklarımız, evlerimiz ağlamaktadır. Minarelerimiz- ihtimal yarın Müslümanları Allah'ın huzuruna çağıran ezan sesleri kesilecek diye-ağlaşıyorlar. Çocuklarımızı gelecekte yurtsuz bırakmak bir suç ve bir lekedir. Hepimiz dünyada görünmemek için bir deliğe girmek istiyoruz. Padişahım, bugün bizi bir kâbus gibi saran utançtan ve umutsuzluktan kurtarmak için bir mucize bekliyoruz. Tarih yok olmaya yüz tutan milletlere böyle mucizeler göstermiştir. Hâlbuki bizim top, tüfek ve askerimiz çoktur. Sadece askerin kalbinde Türklük izzetini koruyan köşe kapanmıştır. Bunu açmak ancak Âl-i Osman' dan beklenir. Padişahım, Türk kulların yalvararak ellerini Âl-i Osman'a açmışlardır. Ordumuza Sultan Fatih'in celadetini, Sultan Murat'ın fedakârlık ve gayretini şimdi padişahımız ve şehzadelerimizden bekliyoruz. Bugün Fatih Sultan Mehmet'in ruhu İstanbul için ağlıyor ve sana: “Kalk ey Mehmet Reşat! Yanına Âl- i Osman”˜ın evlatları olan genç şehzadelerini al! Tüfeklerini omuzlarına atıp atlarını askerin ortasına sürsünler. Din için, memleket, izzet ve namus için askeri vazifeye çağırsınlar. Korkakları cezalandırsın, gayretleri mükâfatlandırsınlar. Âl-i Osman tacını taşıyan şehzadeler arasında genç fedakâr eller, büyük ve şeci ruhlar kalmadı mı? Unuttular mı ki tarihte Âl-i Osman adını taşıyan şehzadelerin hepsi gazada ordunun başındaydılar. Ey Sultan Mehmet Reşat! Atınla, tüfeğinle atalarının namus ve izzetini, milletlinin, toprağının hukukunu korumak için ordunun başına geç. Bir Sultan Mehmet' in aldığı toprakları yabancılara kaptıran Sultanın adı da Mehmet olmasın. Hayır, bu böyle olmasa gerekir. Türklüğün altı yüz yıllık ruhu seni çağırmaktadır. Tarih seni çağırıyor. Eski büyük ataların ve kahramanların seni çağırıyorlar. Asırlardan beri ordumuzun hakiki atası padişahtır. Gayretli şehzadeler, büyük ve hakiki komutanlar idiler. Bugün ordumuz yetimdir padişahım. Topraklarının ve mülkün ruhu atalarının toprak altında kaynayan kanlarıyla feryat etmektedir. Son ümit sende kaldı padişahım. Şayet padişah ve eli silah tutan şehzadelerden bu son savlet gelmezse Türk kavminin başına kara bir örtü kapanacaktır. Padişahım, bir an önce savaşa katıl. Padişahlarını bekleyen askerlerin yanına koş. Hiç olmazsa kadınların namusu için git padişahım. O zaman Bulgar'ın ayağı altında kalsak mukaddes ve pâk namusumuzu ordu koruyamazsa, ölsek de namusumuzu korumak için şehzadelerimiz ve padişahımız düşmanla son dakikaya kadar savaştılar diyerek gönül rahatlığıyla Allah'ın huzuruna gidebiliriz. Padişahım, ancak o zaman büyük bir iman ve samimiyetle önünde diz çökerek cesaretinden dolayı seni affedebiliriz. Kim bilir belki tarih namusumuzun halâskârı bir padişah olarak genç ve yaşlılarımız atının altında bayram ederiz. Şimdi hayalimde şecaatiyle ve büyük sülalesinin bütün evlatlarıyla ordusunun başında bir padişah görüyorum. Belki bu Fatih Sultan Mehmet'in mübarek hayalidir. Belki de onun aldıkları toprakları tarihe gömmemek için askerleriyle birlikte düşmanla savaşan senin hayalindir padişahım.” Kerimî, yukarıda Halide Hanım'ın Padişah'a yazdığı açık mektuptan sonra Padişah ve veliahdın Ayasofya' ya gidip halka; savaş bölgesine gidip askere, moral verme gibi bir düşüncelerinin olmadığını belirtir. Ama Şehzadelerden Abdulhalim Efendi'nin savaşa gidip Gelibolu'da yaralanıp döndüğünü de bildirir.(s. 276) Kitabın birkaç yerinde sosyo-ekonomik durumu iyi olan insanlarda ümitsizlik ve yeisin daha fazla, alt ve orta sınıf halkda savaşmaktan yana ve galip geleceklerine inancın daha fazla olduğunu belirtir.(s.176) Zengin sınıfın pek fedakârlık yapmadığını fakir, garibanların ise yaptığı unutulmaz gayretleri Kerimî şöyle anlatır.”İstanbul'un zenginleri, paşaları yardım verme konusunda hiç de acele etmiyorlar. Daha çok fakir fukara son kuruşlarını verip memleketteki fakirlerin sayısını arttırıyorlar.”(s.209) Askerlerin için de dahi birçok kişinin “Bir an önce barış gerçekleşse de memleketime döneyim.” dediğini; Esnafın bir kısmının, savaş yüzünden ticaretin durduğunu, işlerin bozulduğunu, Bulgarlarla savaşmanın Türkiye için bir fayda getirmeyeceğini, Türkiye yense dahi Avrupalıların Hristiyanları kollayacağını söylediklerini belirtir. Özellikle binlerce Darülfünun gençliğinden yüz küsur gencin cepheye gittiğini, bunun dışındakilerin kendi memuriyetlerini düşündüğünü söyler. Bu çerçevede yaşlı anamın yıllar önce anlattığı bir hikâye aklıma geldi. Köyde evin birine bir falcı uğrar. Tabi ailenin durumu gayet iyi olup, işlerini tutmaya yarayan azapları bile vardır. Falcı kehanetlerini anlatmaya başlar. En çarpıcısını çekinmeden söyler: “Bu evden iki cenaze çıkacaktır.” Bu sözün üzerine herkes azaba bakınca azap dayanamayıp cevabı yapıştırır “Yahu biri ben olmaya benim de peki ya diğeri”¦” Bu ülkenin can, namus ve güvenlik sigortasını acı, gözyaşı, ter ve kan ile bağlayanların kahir ekseriyeti neden azap, sessiz, rütbesiz, statüsüz Türklerden oluşur? Bu soruyu tuzu kuru, sol hümanist yazarlar bile sormaya, sorgulamaya başladıysa ülkenin yaşaması için gerekli kanı sebil edenlerin, ülkesini, dününü, değerini karşılıksız sevenlerin tamamının sorması gerektiğini düşünüyorum. ERMENİ SORUNU HAKKINDA YAZARIN ÖNGÖRÜSÜ Ermeni sorununda tehcire giden sürecin son aşamalarında malumunuz Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı Doğu Anadolu Vilâyetlerinde yapılması gereken ıslahatların bir karara bağlanması için Büyük Devletleri temsilen Rusya”˜nın İstanbul Büyükelçiliği ile Osmanlı hükümeti arasında 1913 Eylülünden 1914 Şubatına kadar devam eden temaslar sonucunda 8 Şubat 1914'de Sadrazam Said Halim Paşa ile Rusya'nın İstanbul büyükelçisi Gulkevic, Yeniköy Antlaşması'nı imzalar. Bu antlaşmaya göre Doğu Anadolu, Erzurum, Trabzon, Sivas, Van; Bitlis, Harput ve Diyarbakır olmak üzere iki bölgeye ayrılacak, her birinin başına bir yabancı genel müfettiş atanacak. Genel müfettişler kendi bölgelerindeki idaresini, adliye ve jandarmasını denetleyecek, emniyet kuvvetlerinin yetmediği yerlerde askerî kuvvetler de genel müfettişlerin emrine tahsis edileceklerdi. Genel müfettişler gerektiğinde valiler ve memurlar hakkında takibat yapabilecek, toprak meselelerini bir çözüme kavuşturabilecekler. Kanun, nizamname ve resmî bildiriler bölgelerde mahallî dillerde de yayınlanacak, herkes askerlik hizmetini kendi müfettişlik sınırları içerisinde yapacaktı. Mahkemelerde ve devlet dairelerinde herkes kendi dilini kullanabilecek, Hamidiye Alayları, yedek süvari birliklerine dönüştürülecek. Vilayet meclisleri için yapılacak seçimlerde azınlıklar da temsil edilecekler ve genel müfettişlerin uygun görüp görmemelerine bağlı olarak zabıta ve jandarmaya eleman almada Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında eşitlik ilkesi uygulanacaktı. Antlaşmanın imzalanmasından sonra Norveçli Binbaşı Nicolas Hoff ve Hollandalı Westenenk genel müfettiş olarak seçildi. Bu müfettişlerle birlikte çalışacak elemanlar belirlendi. 1914 yazında söz konusu bu müfettişler Türkiye'ye geldi. I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte bir ıslahat hareketine girişilmeden vazifelerini bırakmak zorunda kaldılar. Kerimî, bu müfettişlerin gelmesinden yaklaşık bir buçuk yıl önce 21 Aralık 1912'de, Balkan Savaşları'ndan sonra Türkiye'nin başını ağrıtacak en önemli iki sorun olduğunu vurgular. Bunlardan birisinin Cebel-i Lübnan diğerinin de Ermeni meselesi olduğunu söyler. Bu sorunun baş ağrısından kangren haline nasıl geleceğini, yukarıda bahsettiğimiz olayların kahir ekseriyetinin nasıl gerçekleşeceğini, nasıl basiretli bir aydın olduğunu, adeta gözümüzün içine sokarak gösterir: “Anadolu'nun altı vilayetindeki Ermenilere “ıslahat” uygulanması, otonom Ermenistan'a yol açılması demektir. Çünkü bugünkü ıslahat layihasına binaen oraya tayin edilecek umumi bir müfettiş, Türkiye tarafından değiştirilemeyecek bir zat olacak. İhtimal ki bunun Hristiyan olması şartı da getirilecek. Yanındaki müşavirler de ecnebi Hristiyanlardan (İngiliz) olacak. Ermenistan'da görevlendirecek memurları onlar tayin edecekler. Ermenistan'dan toplanan vergilerin çoğu bu vilayetlerin kendi ihtiyaçlarına ayrılacak. Mahkemelerde mahallî dil geçerli olacak. Jandarma ve polis tedricen mahallî halktan teşkil edilecek”¦ vs. “(s.129-130) Kerimî'nin, aşağıda bahsettiği kallavi değerlendirmelerin uzun cümlelerden oluşması da kendisinin büyük bir edebiyatçı olduğunun emarelerinden biridir dersek herhalde yanlış olmaz: “Bir milletin aydınları, kendilerine köpek diyerek söven ahmak ve edepsiz bir Fransız profesörüne “doğru söylüyor, böyledir” derler, askerleri “Bizim vatanımız Edirne, Selânik, Manastır vilayetleri değil, biz Konyalıyız, Diyarbakırlıyız, o vilayetlerin insanları kendi vatanlarını kendileri korusunlar” derlerse ve Lüleburgaz'dan Çatalca'ya kadar geri çekilmek emredilince sevinçlerinden, “Şayet daha fazla burada bırakmayıp Çatalca' ya gönderilirse üç dört gün aç kalsak da tahammül ederiz.” derlerse; subayları hükümete kendilerinin istemediği fırka geçince ağırdan alarak veya istifa ederek görevlerini yapmazlarsa; Paris'lerde, Londra'larda okuyan milyoner Mısır prensleri veyahut Rus Darülfünun talebeleri kendi ihtiyarlarıyla gelerek ve her tehlikeyi göze alarak savaş meydanına atılırken o ülkenin askere çağrılan gençleri askerlik hizmetinden kurtulmak için her türlü çareye başvurur ve kurtulunca “Elhamdülillah, bir yıl da olsa geciktirdik” derlerse; o milletin kadınları hukuk ve hürriyete kendileri karşı dururlarsa ve ecnebi dört Müslüman'ın teşvikiyle harekete geçip iki kez toplandıktan sonra dağılıp birbirini çekiştirmeye başlarlarsa; “Aman böyle havada açık arabayla sokakta nasıl dolaşmalı?” diyecek derecede nazik ve kibar olurlarsa; o milletin zenginleri hükümete böyle zor zamanlarda dilenci sadakası kadar da yardım etmeyerek paralarını ve bütün kıymetli şeylerini yabancı bankalara, yabancı tahvillere yatırırlarsa; vatanın böyle tehlikeli zamanında o milletin en büyüklerinden olan Kamil Paşalar, Sabık Şeyhülislam Cemalettin, Nuradungyan Efendiler, Şerif, Reşit, Abdurrahman Paşalar, yabancı memleketlere kaçarlarsa ve Mısır' da toplanıp Arap Halifeliği tesis etmeye çalışır. Suriye, Yemen, Bağdat, Mekke ve Medine'yi buna katarak İngiltere'nin ekmeğine yağ sürerlerse nasıl edip de gönül ferahlığını korumalı, nasıl edip de mutlu olmalı?”(s.280) BA'SÜ BA'DELMEVT(ÖLDÜKTEN SONRA YENİDEN DİRİLME) Kerimî, barış müzakerelerinin yeniden başladığı günlerde İstanbul'dan ayrılır. 9 Mart 1913'te memleketine gönderdiği “Ba'sü Ba'delmevt” isimli son yazısı adeta kitabın özeti ve değerlendirmesi diyeceğimiz tahlillerle son bulur. Balkan Savaşları'nın sonucu sayılabilecek antlaşma imzalamadan önce yazar şu öngörülerde bulunur: Edirne'nin elden çıkacağını, Adalar Denizi'ndeki adaların Avrupa devletlerinin gözetimine bırakılacağını, şayet Türkiye harp tazminatı ödemek mecburiyetinde kalmazsa, Bulgarlar Marmara sahillerine inmezse yukarıdaki bahsedilen şartlarla kurtulursa iki tarafında bunu başarı olarak addedeceğini söyler. Bundan sonra Türkiye'nin bir Avrupa devleti değil bir Asya ülkesi sayılacağını söylemekle birlikte Osmanlıcılık, İslamcılık fikrinin resmen çürüdüğünü milliyetçilik ipine sarılmaktan başka kurtuluşun olmayacağını belirtir. Eski imtiyazlarla siyasî ve iktisadî cihetlerden Türkiye'nin Avrupa devletlerinin elinde esir oluşu, umum Türk halkında uyanış ve maarif bulunmayışı, dini taassubun güçlü olması, Türklerin kendi ellerinde ticaret, sanat bulunmayışı, ziraat işlerinde çok geride kalmaları, Avrupa'daki manasıyla milli hissiyata sahip olmamaları ve yabancı devletlerin menfaatlerinin Türkiye'nin istiklâl ve kuvvetini yok etmekte olması gibi faktörleri dikkate alarak Osmanlı Devleti'nin müstakil olarak yaşamasını ve istiklâlini korumasını imkânsız olarak görür. Balkan Savaşları'ndan gerekli derslerin çıkartılmadığını, muhtemel sorunlara karşı soğukkanlı hareket edilmediğini ve sorunu yok farz ederek yaklaşıldığını, Arnavut ve Makedonya meselelerinin yerine Ermeni, Kürt, Arap, Yemen ve Boğazlar meselesinin çıkacağını bunda da aynı metotların izleneceğini bunun sonucunda Avrupa devletlerinin müdahale edeceğini söyler. Fransa Suriye bölgesinden, İngiltere Basra Körfezi ve Mezopotamya civarından kendilerine hisse alacağını, İtalya Trablusgarp'ın üzerine Adalar Denizi'nde birçok adayı alacağını, Haydarpaşa- Bağdat Demiryolu'na ve muhtemelen Boğazlara da Almanların hâkim olacağını Belirtir. Son olarak şunu söyler: “İşte bunları düşününce “ba'sü ba'delmevt” akla geliyor. Hint, Mısır, Rusya Müslümanlarının dirilmeye başlamaları kendi devletleri yıkıldıktan ve yabancı devletlerin idaresine düşerek bir müddet ezildikten sonra başladığı gibi Osmanlı Türklerinin de bu halden müstesna olmamaları büyük ihtimaldir ve benim hususi fikrim de budur.” (s. 354-5) DEĞERLENDİRME Yazar, İstanbul'da kaldığı 4 ay gibi kısa sayılabilecek bir zaman diliminde hem savaşın fotoğrafını, hem de Türk toplumunun cephe gerisindeki psikolojisini, yaşadığı bozgunu çok iyi yansıtmaya çalışır. Bu fotoğrafın net çıkması için; cepheye gidip askerlerin arasına girer. Onların ruh halini yansıtır. Cephe gerisindeki vatandaşın arasına katılarak halkın nabzını ölçer. Savaşın yükünü kaldırmaya çalışan günümüzdeki anlamıyla “sivil toplum örgütleri”nin yaptığı gayretleri yakından müşahede etmek fırsatını bulur. Hastanelere giderek yaralılardan bilgi almaya çalışır. Birbirinden farklı cenahlarda bulunan politikacı, mebus, gazeteci, paşa, ulema, bürokrat ve aydınlarla mülakat yapar. Bunlara savaşın muhtemel sonuçları ve savaş sonrası Türkiye'nin durumu hakkında çeşitli sorular yöneltir. Türk Devleti ve toplumunun temel sıkıntılarının nasıl aşılacağı ile ilgili ”“kendisini çok rahatsız eden- soru(n)lara cevaplar almaya çırpınır. Yabancı uyruklu, Türk (Tatar) gazeteci kimliğini de kullanarak savaşın seyri hakkında sağlıklı bilgilere ulaşır. İstanbul Mektupları, bir savaş muhabirinin kallavi gözlem, tespit ve değerlendirmesinin dışında Türklerin günlük içtimai hayatından onlarca örnekler sunar. Özellikle de Balkanların elimizden nasıl çıktığını bizlere çok güzel anlatır. Düşman işgalinin, devletin başkentine ulaşmasına sadece 45 km kaldığı, Yunan askerlerinin top seslerinin İzmir'den 7 mil öteden duyulduğu bir dönemde, milletimizin gerek cephede gerek cephe gerisindeki acizlik, kahramanlık, ahlaksızlık, gaflet, tembellik ve hainlik hallerini yansıtan onlarca ibretlik olayı bizlere anlatmaya çalışır. Bu yazarı ve eserini farklı kılan en önemli özellik ise Kerimî'nin inanmış, eğitim sevdalısı, kadınların eğitimsizliğinden adeta sürekli sancı duyan, modernleşmeci ve katıksız Türk Milliyetçisi ve batılı Oryantalistler standardında da kültürlü, işinin ehli birisi olmasıdır. Bizim göremediğimiz hata, yanlış ve zaaflarımızı -soğukkanlı biçimde, korkmadan, üzerine giderek- çok net bir şekilde önümüze koymasıdır diye düşünüyorum. Kerimî; Osmanlı, Türk ve İslâm âleminin düşmüş olduğu duruma karşı, içinde çok büyük fırtınalar kopan, yüreği yangın yerine dönmüş bir aydındır. Karşılaştığı kişilerden birine -yüreğindeki yangının dumanı sayabileceğimiz - şu soruyu sorar: “Peki efendim, bir yıl içinde iki kıtadan çıkarıldınız, Afrika'dan çıkarmışlardı şimdi Avrupa'dan da çıkarıyorlar. Niçin endişelenmiyorsunuz? Böyle fevkalade zamanlarda niçin fevkalade fedakârlıklar göstermiyorsunuz? Kesilecekleri zaman koyunlar bile biraz olsun çırpınırlar. Rumeli'deki Müslüman ailelerin, kadınların ve çocukların kanlı gözyaşları sizin yüreğinize hiç mi tesir etmiyor?”(s.170) Kerimî, toplumsal olarak yaşadığımız felâket ve bozgunları o devrin en az kahramanları ve fisebillahı kendisine şiar eyleyenler kadar içselleştirerek yaşamaktadır. Yazdığı yazılarda kullandığı mürekkebin hammaddesinin gözyaşı ve acı olduğunu şu cümlelerinden anlıyoruz: “İnsanın yazmaya eli varmıyor. Zihin işlemiyor. Kalem duruyor. Yazılacakların hepsi kara, hepsi kötü, okuyucularımızın zaten yaralı olan yüreklerini daha da yaralayacak haberler. “Yeter, artık, bırak!” deseler hakları var. Onların gönüllerini rahatlatacak surette yazmak istesek mutlaka bir takım hayaller ve faraziyeler yazmak, onları aldatmak gerekecek. Gönül bunu da istemiyor”¦. Muhterem bir aile babasının zalim düşmanlar tarafından dövülerek öldürüldüğünü görmek ve bin türlü azap içinde can verdiğini tasvir etmek ne kadar zor ve yürek dayanmaz bir şeyse, bir Müslüman ve Türk gazetecisinin de bugünkü Türkiye'nin vaziyetini yazması o kadar zor ve yürek yakıcıdır.”(s.172) Balkanlardan gelen Müslüman muhacirlerin durumunu anlatırken: “Bu muhacirlerin hali o kadar acıklı ve dehşetlidir ki yazmak için kaç kez elime kalemi aldığım halde yazmaya kalbim dayanamadı. Gözümden yaşlar boşandı, kalemi bıraktım. Mamafih yazıp gönderiyorum çünkü yüreğimize taş basarak bu acıları soğukkanlılıkla yazmadıkça buradaki durum hakkında doğru bir fikir edinmek mümkün değildir diye düşünüyorum.”(s.51) Eserin dili hakkında şunları söyleyebilirim. Gaziantep Fen Lisesi üçüncü sınıfta öğrenim gören, akranlarına göre Türkiye ortalamasının biraz üzerinde kitap okuduğunu tasavvur ettiğim bir yakınım da bu kitabı okudu. Bilmediği sözcüklerin anlamlarını, sözlükten bulmak için not alıyordu. Anlamını bilmediği sözcük sayısının 133 olduğunu söylemişti. Bu küçücük araştırmaya dayanarak bu eser için, bu dönem ile ilgili tarih ve hatıra kitaplarını okumayı seven kişilerin, rahat anlayabileceği, akıcı bir eserdir diyebilirim. Kerimî, bir dönemi beyni, kalbi ve kalemiyle adeta Türk toplumu ve devletinin zaaf, hata ve yanlışının röntgen haritasını, canlı fotoğrafını kamerayla çekerek bizlere sunmaya çalışmıştır. Bahse konu olan dönemdeki Türk toplum ve devletinin kangrenleşmiş ve kronikleşmiş, sorun, sıkıntı ve şiddetli hastalıklarının geçen 90 küsur yıla rağmen çok büyük bir kesiminin devam ettiğini söyleyebilirim. Bu sorunlu hastalıkların en azından bir kısmının tedavi edilebilmesinin zaruri olduğuna inanan Türk subaylarının, tarih ve sosyal bilimler kürsüsündeki öğretim üyelerinin ve öğrencilerin, “Tarih geleceğin aynasıdır" sözünü ciddiye alan, tarih şuurunun ekmek, su kadar doğal ve gerekli olduğuna kanaat getiren öğretmenlerin, Türk milletinin düştüğü yerden kalkacağına iman eden fakat düştüğü yeri görmenin şart ve elzem olduğunun idrakinde olan aydınların bu kitabı hem de özümseyerek, sindirerek, gerekirse tekrar tekrar okuması gerektiğini söylersem, iddialı bir yargıda bulunmuş olmam zannederim. Son olarak merhum Kerimî'yi rahmetle anarken, bu çok değerli eseri ve yazarı muhterem münevveri gün yüzüne çıkarıp, Türk okuyucusu ve aydınına tanıtmaya çalışan Doç. Dr. Fazıl Gökçek ve Çağrı Yayınevi'nin yöneticilerine teşekkür ederek bu çizgideki eserlerin devamını diliyorum. [*] Eğitimci, Eposta: [email protected]