Kendi hesabıma ve mesleğimden dolayı da öğretmen olmamdan kaynaklı olsa gerek herhalde ki çocukları çok seviyorum. Aslında bizler çocuklardan bahsederken, çocuğun şimdiki halini değil de gelecekte ki ne olacağına dair beklentilerimizi dile getirmekteyiz aslında. Çocukta, saflık derecesinde bulunan kişilik bizleri onlara hayran bırakıyor ve keşke hep çocuk kalsaydık demeden geçemiyoruz. Ve bizler çok iyi biliyoruz ki; Biz büyüdük ve kirlendi tüm Dünya. Oysa ne güzeldi çocukluk. Saf ve bakirdi çocuktaki yürek. Yalan yoktu. Hile bilmezdi o. Ağzından kötü bir söz çıksa, eliyle kapatırdı. Aslında biz öğrettik onlara olumsuzu. Kötü olanı. Paylaşmayı, hiçbir karşılık beklemeden paylaşmayı onlardan öğrendik lakin karşılıksız bir şeyin olamayacağını da onlar bizden öğrendiler. Ve büyüdüklerinde, ne vermiş isek onlara, bize de onu verdiler. Bizim istediğimizi alamadığımız için onlardan düşman oluverdiler bizim gözümüzde. Tabirimiz kaba kaçar mı bilemiyorum ama sanki insan yeniden çocuklaşmak için ihtiyarlıyor, desek ne dersiniz? Aslında saklıyoruz birbirimizden ve kendimizden ama şurası muhakkaktır ki; biz erkek ve kadınların gerçekleştiremediği birçok şeyi çocuklar gerçekleştiriyor, ailenin ve tüm yaşamın her alanında. Ve aslında itiraf etmeliyiz ki; yaşamın içinde mutlu olmayı çok rahat ve mükemmel olarak biz onlardan öğrenmekteyiz. Ve de aslında çevremizde bu çocuklar o kadar çok ki, aramak için uzaklara gitmeye gerek bile duymayız. Onu, o küçük hali ile ilk defa sokak çocuklarına ders verdiğim ve adına dershane dediğimiz odadan bozma küçük bir derslikte tanıdım. Derslik dedimse içinde küçük, köşeli bir masa ve etrafına sadece zar zor sığan altı tane sandalye, duvarında el yapımı derme çatma bir yazı tahtası, yazı yazmaya tebeşir ve yazdığımızda, tahtayı sileceği silgisi dahi olmayan ama içinde sevgi hamurumuzla gelecekteki kişiliğini karmaya çalıştığımız mekânda tanışmıştık. Önceleri onu da, buranın müdavimi olan diğer bir kısım sokak çocukları gibi sadece öğleleri verilen yemek için geldiğini düşünmedim desem yalan olmazdı herhalde. Diğer sokak çocukları gibi onunda okuma yazması yoktu. Bir ara okula gitmiş ama süreklilik sağlayamadığı için okuma yazmayı öğrenememişti. Hoş öğretmen arkadaşımız da yeterli ilgiyi biraz esirgemişti anlattığına göre. Aslında biz öğretmenler; biraz daha dikkatli bir gözlem yapmış olsa idik, en temiz ve doğru kişilik ve karakterin çocukta huy olarak tecellisinin şahidi olabilirdik ama neyse”¦ Öğretilenleri çok sıkı takip eder ve sanki kendisi için kaçan fırsatların yeniden dönüşü olarak düşünür öğretilenleri ve harfiyen öğrenmeye gayret ederdi. Çoğu zaman gayretini diğer arkadaşlarına örnek olarak gösterir, övücü sözler söylerdik. O, bunlara aldırış etmez daha çok şeyler öğrenmeye ihtiyacının olduğunu söylerdi. Herkes kendisine ait hayat hikâyesini anlatır ve yaşamın olumsuzluklarından dem vurup sitem dolu sözleri doludizgin sarf ederken o sessizce dinler anlatılanları umursamazdı. Kendisi pek bir şey anlatmazdı ama eminim ki diğerlerinden belki de daha fazlasıyla olumsuz şartları vardı ve buna bağlı olarak ta anlatacağı kim bilir ne çok diyeceği vardı? Az konuşurdu. Dik bir duruşu vardı ama bu duruş onu ukala bir halde göstermiyordu asla. Öğleyin gelen yemeğe diğerleri adeta saldırırken, aç olduğundan hiç kimsenin şüphesi olmamasına rağmen çekingen dururdu, sırasını beklerdi. Diğerlerinin birbirine verdiği eziyet ve sıkıntıya rağmen en arka sırada durarak sakince sıranın kendisine gelmesini beklerdi. Kısa zamanda okumayı öğrendiğinde mutluluğunda uçuyordu adeta. Bir gün burada, içinde bulunduğumuz ilin Rehberlik Araştırma Merkeziyle otaklaşa düzenlediğimiz toplu doğum günü partisinde bütün çocukların mutlulukları her türlü hallerinden belli oluyordu. Kimisi oraya getirilen oyuncaklarla oynuyor, kimisi sevinç naraları atarak boyunlarımıza sarılıp teşekkürlerini sıralıyorlardı. Hepsi böyle bir zamanı ilk defa yaşıyorlardı. Zaten birçoğunun yaşadığı hayat, bizim çocuklarımızın sahip olduğu yaşam şartlarından o kadar uzağındaydı ki, ifadesi bile nerdeyse mümkün değildi. Kimilerinin anne ve babası yoktu. Bir kısmının anne ve babası ayrıydı ya da ayrı olan anne ve babaları başkaları ile evli idi. Büyük çoğunluğu ise üvey anne ve baba tarafından istenmiyorlardı. Yaşları ise ortalama on ila on dört arasında idi. En çokta evde kalmak mecburiyetinde olan kız kardeşlerine ve ablalarına üzüldüklerini dile getirirlerdi. Bizler çocukların böyle bir günde daha çok mutlu olmalarına gayret gösterirken,O bir kenarda buruk bir edayla olanları izliyor arada yüzünden hafif bir tebessüm ifadesi beliriyor, kısa süren bu ifade, hemen yerini üzgün hatlara bırakıyordu. Hep söylenir ya, surat asmak yüzde bulunan çok fazla kası harekete geçirir iken, güler yüzlü olmak daha az yüz kasını harekete geçirirmiş. Acaba asık duran suratların sahipleri hangi olumsuz bir hayatın içinde yaşıyor, hangimiz bilebiliriz acaba? Ya da dünya da hangi insan yok yere asık bir suratla yaşamak ister ki? O ve arkadaşları şehrin en büyük caddesinde selpak mendil ya da yara bandı satarlarken diğerleri özellikle kızlı erkekli gruplara, rahatsızlık verecek kadar sırnaşırlarken o bunları yapmaz sadece: ””Yara bandı almak ister misin abi? Yâda: ””Abla mendil ister misin? İfadelerini kullanırdı. Bir gün: ”” Ömer neden ısrarcı olmuyorsun? Diye sorduğumda: ””Yapamam be hocam, başkalarını rahatsız etmek bize yakışmaz derdi. İlimizde çok çeşitli alanlarda yardım faaliyeti gösteren Rıdvan Hoca Vakfının düzenlediği ”˜BİR ÇOCUKTA SEN GİYDİR' kampanyasında benden de birkaç öğrenci istendiğinde aklıma ilk önce ders verdiğim bu çocuklar geldi. Zaten birine ulaşabildiğimde her halükarda diğerlerine de ulaşıyordum. Birkaç tanesine, kendilerine giyecek dağıtacağımızı tarihi ve yeriyle tarif ettim. Dağıtım günü gözlerim önce Ömer'i aradı ama göremedim. Bir kısmı utanmış olmalarından dolayı gelememişlerdi. Gelenlere de ayrı bir ortamda onları rencide etmemek için, içinde giyim poşetlerini verdiğimde mutluluklarına diyecek yoktu. Özellikle biri boynuma sarılarak beni öptü ve: ””Hocam ilk defa yeni bir eşyam oldu! Bu sözü duyduğumda yüreğim burkulmuştu. Vedalaşarak ve gelemeyenlerinde hediyelerini onlara ulaştırmaları için üstlerine isimlerini yazarak teslim ettik. Bir birimizden ayrıldığımızda üzüntüm devam ederken arkalarından bakakaldım. Kendimden geçtim o an. Bir an kendi çocukluğuma gitti zihnim. Babamın bana aldığı yeni bir eşyanın bende meydana getirdiği sevinç sözcüklerle anlatılır gibi değildi. Bayramlar öncesi ise, yatağımızın altına bir güzelce katlayıp koyduğumuz yeni pantolonumuz güya ütülenmiş olmasının yanında, bizim için bayramdan daha fazla önem taşırdı. Farklı bir zamanda alınmış olan kilteli lastik bir ayakkabı, o günkü koşuda ve yarışlarda bizi birinci yapmakla kalmaz, bütün yaşıtımız olan arkadaşlarımızın gözleri de bizim üzerimizde olmasını sağlardı. Babalarımızın köyden şehre geldiği günün akşamına doğru, tüm köyün çocukları ile birlikte, amcama ait önü uzun burunlu köy otobüsünü sabırsızlıkla beklerdik. Otobüsten inerlerken babalarımız ellerindeki paketler daha çok ilgimizi çekerdi. Eğer bir siparişimiz olmuşsa heyecanımız daha da artardı. Bir defasında babasının elindeki kese kâğıdındaki havucu gören arkadaşımızın elinde kâğıt torba ile eve kadar koşarken aynı zamanda: ”˜- Attey, attey gızer, gızer!'(anne, anne havuç, havuç!) diye bağırması hala kulaklarımda yankılanıyor. Acaba hangi çocuk babasının eve gelmesini dört gözle beklemez ki? Ya da hangi çocuk mutlu bir ailesi olsun ve yeni eşyaya sahip olsun istemez ki? Günün değerlendirmesini yaparak eve geldiğimde vakit bir hayli geç olmuştu. Yemeğin arkasında çayımı yudumlarken kapını zili çalındı. Kapıya kadar geldim. ”” Kim o? Diye seslendim. Cılız bir çocuk sesi duydum. Cam mercekten baktığımda dışarıda Ömer'i gördüm ve hızlıca açtım kapıyı. Her zamanki olgun haliyle karşımda duruyordu üzerinde eski olduğu her halinden belli olan bir penye, yıpranmış bir kot pantolon, yer, yer de dikişleri sökülmüş ayakkabılarına kaydı gözlerim. Hava bir hayli soğuktu ve de müthiş bir yağmur yağıyordu. Tamamen ıslanmış olan vücudundan aşağı sular damlıyordu ve soğuktan titriyordu. Elinde vakıf adına verdiğimiz içi giyim eşyası dolu poşet vardı. Yardım paketinde çok güzel ayakkabı, kazak ve mont vardı. Neden kendisine verilen elbiseleri giymedin diye sormayı düşünürken, şaşkınlıkla kendisine baktım. O, gözlerini gözlerimden kaydırıp başka tarafa çevirdi. Utancından kızarmış yüz hattı, üşüyen ve titrek bir ses tonuyla: ””Hocam”¦ Bunları alır mısın? Dedi ve ekledi: ””Benim, benim elbiselerim daha giyilmeyecek kadar eskimedi. Ama ama inşaat Odasında berber kaldığımız Ahmet abim var ve onun elbiseleri çok eskidiği için dışarıya çıkamıyor, bunları alıp yerine Ahmet abimize olacak daha büyük elbiseler verebilir misin? Ayaklarımın beni taşıyamayacağını anlayarak duvara tutundum. Kafamdaki çakan şimşekler sanki beynimi patlatacak kadar acı vermişti. Düşmemek için duvara tutundum. ””Senin ağabeyin mi? Diye sordum. ””Hayır, abim değil biz birlikte kaldığımız için abi diyoruz. Bizler bir arada iken sahip olduğumuz her şeyimizi paylaşırız. Paylaşmak ne büyük bir güzellik ve marifetti. Senin ihtiyacın olmasına rağmen başkasını tercih etmek kendine nasıl bir duygu idi. Kendin için istediğini kardeşin içinde istemelisin şiarı, kaç kişinin yapabildiği bir güzellikti ki? Acaba kaç aklı başında yaşça büyük biri ya da birileri bunu yapabilirdi ki? Şaşkınlığım biraz daha fazla arttı. O an şunu düşündüm iç dünyamın derinliklerinde; ONUR VE İZZET SANKİ ÇOCUKTA DAHA İYİ DURUYORDU!