Bu özelliği taşıyan fıtrat, suyun bir damlasına da deryasına da yüklenmiş mecburi ve kutsal bir görevin yerine gelmesinden başka ne olabilir ki? Dağların doruklarının deryalara, deryaların da doruklara olan ilahi aşkı kâinatın yaratılmasıyla başlamış ve kıyamet kopuncaya kadar devam edecekti. Bu aşkı yaşayan iki dünya devinin nişanı, ne kadar acıdır ki hiçbir zaman nikâha vasıl olmayacaktı. Yüce dağların dorukları deryalara olan aşkını, gözlerinden akıttığı yaşlarla başlatacak, bu bir damla gözyaşının binlercesi birleşecek çay ve dereleri oluşturacak, ırmak, nehir, çağlayan oluşacak, şelale olup yükseklerden enginlere atlayacak, hızının ve cebbarlığının önü alınamadığı zaman bu yıkıcı büyük güç, önü kesilerek barajlarda ve göllerde sakinleştirilecekti. Canlar diyarı Erzincan ve Gakkoşlar yurdu Elaziz'in dağlarından heybesini dolduran Fırat ve Dicle dağlardan aşağı doğru çağlarken Doğu Anadolu'dan yüklendiği emaneti önce Mezopotamya'ya sonrada Kerbela'da birkaç damla gözyaşı dökerek ummanlara doğru yol alacaktı. Dört dağ arasında bulunan Dersimin dağlarından doğan her damla gözyaşı bir Munzur olacak, yetim çocuğun feryadıyla yıllarca gözlerinden kan akıtacaktı. Diğer yetim, bir Sakarya olacak büklüm büklüm bürülürken sırtına aldığı ağır yükün altında başka yokuşlara çıkacaktı. Sakarya'nın kardeşlerinden Cömert Nil'in suları vahşi batının çizmelerini temizleyecek, Tuna yurdundan ayrı kalmışlığın gözyaşlarını ulaştıracaktı ummanlara. İç Anadolu'dan biri kan kırmızısı kızılı, diğeri yeşili ile Karadeniz'in dalgalı ve azgın kollarına doğru koşturmasını devam edecekti. Volga nehri kızıl akacak, Mississippi'nin gücü ve hızı Amerika'nın kirini temizlemeye yetmeyecek, Ganj ve İndus Hindu devlet adamı Gandi'nin ağırlığını taşıyamayacak, Ren İsviçre'ye dünyanın kara parasını taşımaktan bıkmayacaktı. Dünyanın bütün dertlerini yüreğinde yaşarken suların, yollarda eğleşmesi çok kısa sürecek, doldurduğu havzasından kendisini engellemeye çalışanlara yeniden diklenecek, başkaldıracak ve yoluna hiç durmaksızın ve durdurulmaksızın devam edecekti. Bu hızlı ihtişamlı yürüyüş sırasında kendi suyunu sevgilisine asla yalnız göndermeyecektir dağların dorukları. Gözyaşlarının her uğradığı derede, ter kokusunu ve nemini ulaştırdığı her ovada yemyeşil bir dünya oluşturacaktı. Dağlardan başlayarak önce yaylalar oluşturacak, susuz çöllerde, bütün canlıları serinletecek ve yetişmesine yardımcı olduğu en nadide yiyeceklerle doyuracaktı. En büyük amacı girebilmekti hasretini çektiği sevgilisinin gözüne. Yeşil vadilerden sayısı ve çeşidi belirsiz meyvelerle, sebzelerle gönül sepetini dolduracaktır. ”˜Bil ki, boş göndermedim, sana ulaşması için döktüğüm gözyaşlarımı. Sana ulaşıncaya kadar geçtiği her yeri yeşil ve rengârenk çiçeklerle bitkilerle, sebze ve meyvelerle donatarak gönderiyorum' diyecekti. Uğradığı ve yaklaştığı her yerde, insanoğluyla beraber her türden canlının da her türlü ihtiyacını karşılamayı da ihmal etmeyecektir. Onları bir yerden bir yere taşıyacak, içinde yaşattığı her türlü canlı ve cansız türünü insanoğluna ikram edecek ve onları razı ve mutlu olmasını sağlayacak ve onların hayır dualarıyla yoluna devam edecekti. Her oluşan gözyaşı deryalara kavuşamayacak yollarda zayi olacaktı bir kısmı. Dorukların kızgınlığı artacak bazı anlar. Kükreyerek sel olacak ve sevgiliye ulaşamamanın acısından şahlandıracak gözyaşlarını ve önüne gelen her şeyi perişan hale getirecek, felaketi yaşatacaktı yeryüzüne. Gözyaşları büyük göllere, denizlere ummana, deryalara kavuştuğunda daimi sükûnete uğrayacak, kendisini bu sevdaya ram edecektir. Her damla su, hediyesi olduğu, elçisi olduğu dorukların aşkını ve selamını sunacaktır deryalara. Deryalar ise yüreğinden, gönlünden, kendinden eksilen her damlayı kucaklayarak içine alacak, ciğerleri doluncaya kadar soluyacak, ebedi sevgiliden gelen bu hediyenin zerresini heba etmeyecekti. Deryalar dağların doruklarına karşı içinde yaşattığı sevdasını, doğumu yakın bir bebek hasretiyle büyütüyordu. İçinde yaşatıp büyüttüğü sevdayı her fırsatta doruklara ulaştırmak için arzuyla yanıp tutuşuyordu. Kendisini bunaltan Sıcak ve yakıcı zamanlarda, yanan yüreğinden çıkan duman bulutunu hırçın rüzgârların sırtına yükleyecek ve yollayacaktı. Dorukların yeryüzünden aşağı doğru gönderdiği suların aksine, deryalar gökleri kullanacaktı. Sevdasını göklerle paylaşacaktı. Yürek yangınından oluşan bu dumanlar, gözyaşı damlacıklarından oluşan bulutlara dönüşürdü her yükseldiğinde ve yaklaştığında doruklara doğru. Bir anda sevgi yumağına dönüşür bulutlar. Dorukların etrafında döner dururlar bir süre. Daha fazla tutamadığı sevgi dolu gözyaşlarını akıtırdı dorukların her bir yanına. Ve sürer gider iki sevdalının gözyaşları birbirine doğru. Karışır her zerre, usanmak bilmez bir inatla”¦ İnsanoğlunun hayatı da böyle sürüp gidiyordu. Doğduğu andan itibaren toprağa sevdalanıyordu. Bu sevda özellikle toprak için büyük bir arzuydu. İnsanoğlu bazen su koyuveriyordu. İsteksiz davranıyordu. Kendisine âşık toprağı görmezden geliyordu. Ne yazık ki, insanoğlunun vuslatı uzun sürmüyordu. Bir kısmı gerçekten dünya sürgününden bir an önce kurtulup kendisini gerçek sevgilisi toprağın kollarına atıp rahatlamak istiyordu. Gerçek dostu bulamayan yürekler arzu duyuyordu toprağa. Âşık Veysel bu yürek yangınını şu dizelerle anlatıyordu: “Dost, dost diye nicesine sarıldım, Benim sadık yârim kara topraktır. Beyhude dolandım boşa yoruldum, Benim sadık yârim kara topraktır. Kara topraktır.” İnsanoğlu bazen bir sevgiliye, bazen bir kardeşe, bazen uzak kaldığı ya da uzaklaştırıldığı kendi yurduna tekrar ulaşmak için mücadele veriyordu. Çoğu zaman da ne olduğu belli olmayan bir çölde kayboluyor veya kaybediliyordu. Yaşayarak yeryüzünü, toprağı imar edebilecek, insanlığı yeniden inşa edebilecek nice yürekler kendini çok çabuk buluyordu toprağın kollarında. Yaşamasına birileri tarafından müsaade edilmiyordu. Her hangi bir insanın yaşadığı hayat, diğerlerinin yaşadığı hayatla birleşiyor, ummanlara karışıp gidiyordu. Her birinin hayatı kendi içinde, kendi menkıbesini yaşıyor, kendi destanını oluşturuyor fakat diğer hayatların içinde cem olup gidiyordu. Her gözyaşının ummana yolculuğundaki ayrı mücadelesi, küçücük çay ve ırmaklara karıştığında, yaşanmamış hayat konumuna iniyordu. Çoğu zaman her insanın, doğum anıyla ölüm anı fark ediliyordu bu koca yaşamın içinde. Çoğu zaman asli görevi, menkıbesi, amacı ve hayata kattığı ya da hayattan götürdüğü değer görmezlikten geliniyordu. Fakat bunların yaşanmışlığı nasıl inkâr edilebilir ki? Çoğu insanın yaşadığı hayat, diğerleri tarafından bilinçli/bilinçsiz yok sayılıyordu, ya da heba ediliyordu istenerek ve de bilinerek. Kim olduğu önemli değildi, yeter ki benden olmalıydı. Kötü olması da önemli değildi benden olanın. İyi olması da beni hiç ilgilendirmiyordu benden olmayanın. Hüseyin iyiydi, peygamber torunuydu, Fatma'nın ve Ali'nin çocuklarıydı. İyi ama kime ne bundan? Muaviye iyi değildi, Yezit çok kötüydü ve zalimdi ama Ebu Sufyan'ın çocuklarıydı. Yetmez miydi baş tacı yapılması için! Yezit adına, Hz Hüseyin'i günlerce Kerbela denilen susuz çöllerde muhasara altında tutan komutanlardan birisine Hz. Hüseyin'in hitabı aynen şu olmuştu. “Sen bu zalim adına bizim karşımıza çıkıp bizleri öldürmek yok etmek istiyorsun. Bizler ki, sizlere insanlığın en güzelini öğreten bir Peygamberin masum ”˜Ehli Beyti' ve çocuklarıyız. Bizleri öldürdüğünüz zaman cehennemin dibini boylayacaksınız. Ama bizim yanımızda olup şu başınızda bulunan zalime karşı direnseniz ebedi cennetin sahibi olacaksınız. Sizin hiç Allah'tan korkunuz yok mu? Bu meydanda, şu çadırların içerisinde kadınlar ve çocuklar var siz onları katletmeye utanmayacak mısınız?” Bu sözleri duyan komutan bozuntusu aşağılık insanın ağzından çıkan söz, dilinden dökülen ifade çok şeyleri anlatıyordu aslında. “Ey peygamberin torunu güzel insan ve şu çadırda günlerden beridir aç ve susuz yaşamaya çalışan günahsız insanlar! Ben biliyorum ki cennete gitmem sizinle birlikte olmaktan geçer. Ama dünyalıkta bu adamla ”˜yezitle' olmamdan dolayı bana verilecek. Cennet senin yanında ama dünyalığım ise bu adamın yanındadır.” “Peygamber çocuklarına çok görülen bu hayat, sıradan insanlara bırakılır mı?”