Yanındaki çoban okumayı ve artık bu yaştan sonra masa ve sıralarda dirsek çürütmeyi göze alamaz. Okumayı göze alamayan çoban, çobanlığı bırakmak isteyen arkadaşına “Ben bu yaştan sonra okuyamam. Kafam da bu ders işlerine çok çalışmaz” der. Ardından, arkadaşına destek olmak üzere; “sen oku, kendini kurtar, belki bize de faydan olur” demiş. Okumak isteyen çoban orada o saatte arkadaşından vedalaşmak için elini uzatır. Okumakta gözü olmayan çoban, okumak isteyen arkadaşının elinden sıkıca tutar; “okur da büyük bir makama gelirsen, bizi unutmazsın değil mi” demiş. Arkadaşı; “hiç unutur muyum seni. Seninle ne güzel anılarımız var” demiş. Okumada gözü olmayan çoban işi sağlama almak istemiş; “sen büyük bir makama geldiğinde, ben senin yanına gelsem, benim kılık kıyafetime bakarlar, senin yanına almazlar. Sen benim geldiğimi nasıl anlayacaksın” demiş. Okumayı kafasına koyan çoban; “olur mu öyle şey. Sen geldiğinde bir kâğıda kısa bir not yazsan. Kendini tanıtsan, bana göndersen yeter” demiş. Okumayı düşünmeyen çoban arkadaşının elini tutmayı sürdürerek; “peki, ben sana göndereceğim kağıda ne yazayım” demiş. Okumayı kafasına koyan çoban; “ne yazacaksın, kısaca “o geldi” yaz. Ben senin geldiğini anlarım” demiş. Aralarında böyle bir anlaşma yaptıktan sonra, birbirleriyle vedalaşıp ayrılmışlar. Gel zaman git zaman, çobanlığı bırakıp da okuyan o kişi çok büyük bir makama gelmiş. Ben deyim genel müdür, siz deyin müsteşar olmuş. Köydeki çoban “varıp gideyim de şu arkadaşıma da çoluk çocuğuma bir iş imkânı isteyeyim” diye yola düşmüş. Büyük şehre varmış. Arkadaşının makamının olduğu yere gelmiş. Kılık kıyafeti yerinde olmayan ve başında kasketli çobanı gören sekreterler, odacılar, korumalar hemen gardlarını almışlar. Sekreterler “bu adamı nasıl içeri almayayımın” hesabını düşünürken, odacılar da bu adam her tarafı toz toprak içerisinde bırakacak diye soğuk soğuk bakmışlar. Korumalar da bu adam tehlikeli olabilir mi diye adamı yan yan süzmüşler. Bizim çoban kendisinden emin bir şekilde, sekretere “arkadaşımı görmeye geldim. Beni içeriye alın” demiş. Sekreter hanım“Sayın Müsteşarımız toplantıda moplantıda diye kem-küm edip dururken, bizim çoban, kendinden emin tavrını sürdürerek masadan bir kağıt parçası alıp “o geldi” yazarak, sekretere vermiş ve bu kağıdı içeri götürün ve arkadaşıma verin” demiş. Sekreter gönülsüz bir şekilde kağıdı almış ve içeri girmiş, kağıdı Müsteşara uzatmış. Müsteşar kağıdı alıp yazılan o iki kelimelik sözü okumuş ve kağıdın arkasını çevirerek bir şeyler yazmış ve sekreterine “bu yazıyı götür o dışarıda bekleyen adama ver” demiş. Sekreter dışarıda bekleyen çobana kağıt parçasını uzatmış ve “beyefendi size bu kağıdı gönderdi demiş. Bizim çoban kendisine gönderilen yazıyı okuyunca gözleri fal taşı gibi açılmış. Gönderilen kâğıtta ne mi yazıyormuş? “Ben artık o değilim” yazıyormuş. Evet, bu olay yaşanmış mıdır, yoksa bir temsil midir, bilinmez. Ama, özellikle Ankara'da çok anlatılan bir fıkradır bu. İşin aslına bakarsan “ben artık o değilim” sözü, çok büyük bir hakikati ifade eder. İki yönden hakikat ifade eder. Birincisi, herkes statüsüne uygun olan rolü oynamak zorundadır. Bir makama gelen insan, statüsüne uygun pozisyon almak durumunda kalıyor. Oturuşu kalkışı değişiyor. Yürüyüşü bakışı değişiyor. Konuşuşu duruşu değişiyor. Kısacası makam insanı değiştiriyor. Değişmemek mümkün mü? Bir makama gelen insan değişmese, hemen çevresindekiler onu değiştirmeye çalıyor. Öyleyse, bu çağda bir makama gelen insanın değişmemesi çok çok zor. Kimse, “ben makam sahibi olsam da aynı kalırım, değişmem” demesin. Öyle bir değişir ki, değiştiğini bile anlamaz. Bu değişim bir ölçüde anlayışla karşılanabilir. Ancak, “vefasızlık anlayışla karşılanamaz.” “Ben artık o değilim” sözünün ifade ettiği hakikatin birinci yönünü yukarıda açıkladık. Kısacası makam , zenginlik, mevki ve benzeri statü insanı değiştiriyor. Bu sözün ikinci yönü de vardır. Evet, bu dünyada kimse aynı kalmıyor. Hangimiz çocukluğumuzdaki saflığı ve samimiyeti koruyoruz? Hangimiz gençliğimizdeki idealizmi ve heyecanı aynı şekilde sürdürüyoruz? Hangimiz evlenmeden önceki gibi deli-dolu yaşıyoruz? Geçen zaman ve evlad-ı ıyal insanı öyle bir değiştiriyor ki, anlayamıyorsunuz dahi! Bu değişimi de belirli sınırlar içerisinde normal karşılamak gerekir. Burada da ölçü şu olmalıdır: “İmandan, salih amelden ve takvadan taviz vermeden gerçekleştirilen değişimler makul karşılanabilir.” Tabi en güzeli çocukluğumuzdaki saflığı, samimiyeti korumak, gençliğimizdeki idealizmi ve heyecanı sürdürmektir. Bunu gerçekleştiren bir avuç insana selam olsun.