Ecdadın ne kadar haklı olduğunu günden güne anlıyorum. “Kal'e değil, hâl'e itibar edin” diyen Ecdad ne kadar da haklıymış. Bir insanın sözüne değil de özüne itibar edilmesi gerektiğini günden güne anlıyorum. Bir insan hakkında fikir yürütürken de, temel anlayışım, o insanın sözü değil, siması, yani yüzü artık. Günden güne anlıyorum ve günlerle birlikte anlıyorum. Adamın yüzü bana bir şeyler anlatıyorsa, anlıyorum. Yoksa, yüzü itibar telkin etmiyorsa, yani hâli yanlış ise, sözüyle anlattıklarını alıp çöpe atıyorum. Bir insanın yüzüyle sözü, sözüyle yüzü uyumlu olmalı. Hâli ile kali de uyumlu olmalı elbet. Eğer sözü göklerde dolaşıyor da yüzü yerlerde sürünüyorsa, acıyorum o insana. Eğer yüzü bir nur parçası gibiyse, yüzü göklerdeki hilal gibi parlıyorsa ve hâli de düzgün ise, isterse sözü olmasın, o insanı seviyorum. Günlerle birlikte, günden güne anlıyorum, “ruhu yüce insanın, ruhu cüce insana baktıkça küçüldüğünü ve insanın kainata baktıkça büyüdüğünü.” Günlerle birlikte anlıyorum, “insanın zamana baktıkça ve “zamane şartları” dedikçe küçüldüğünü.” Çocuklar zamana bakmıyor, kainata bakıyor ve ruhça büyüyor. Günlerle birlikte anlıyorum ruhça küçüldüğümüzü. Ve çocukların ruhlarının dev gibi olduğunu. İnsanı zaman mı küçültüyor, yoksa mekan mı, yoksa insan mı? İşte asıl soru bu, işte asıl bunu çözmeye çalışıyorum. İnsan ruhuna baktıkça büyüyor. Ruhunu besledikçe büyüyor insan, bedenini besledikçe küçülüyor. İşte bundan dolayı çocuklar yaşça ve bedence küçüktür, amma ruhça büyüktür. Çocuklar kainata bakıyor. Çocuklar ruhuna bakıyor ve besliyor. Hiç düşündünüz mü, tüm canlıların çocukluk halleri, küçüklük hâlleri neden çok güzel. Ve neden büyüdükçe çirkinleşiyor. Cevabı çok basit, küçüklerin ruhları güzel de ondan. Bir insan yavrusu, bebekken dünyalar tatlısı, insan gördükçe huzur ve nur görüyor yüzünde. Büyüdükçe, eğer ruhunu güzel tutmazsa, inan çirkinleştikçe çirkinleşiyor. Bir yeni doğmuş kuzuyu alın kırlarda, annesinin peşi sıra giderken, alın sevin. Sevmeye kıyamazsınız. Bir çam fidanını toprakta filizlenirken bir görün, içiniz kıpır kıpır eder, dokunamazsınız. Sözü uzatmaya gerek yok, “küçük güzeldir.” Küçüğün ruhu güzeldir çünkü. Günlerle birlikte anlıyorum ki, insanlar, keşke yüzlerini güzelleştirmek için harcadıkları makyaj parasının onda birini ruhlarını güzelleştirmek için harcasalardı. Ruhlarını güzelleştiren kitaplara para harcasalardı keşke. Bu kitapları okusalar, anlasalar ve uygulasalardı, yüzleri pırıl pırıl olurdu. Makyaj insanı güzelleştirmiyor, aksine, “zelilleştiriyor”. Zelil ne demek? İnsanın küçülmesi, hor ve hakir hâle gelmesi, aşağılaşmasıdır. İşte yüze yapılan o maddi makyaj, insanı böyle rezil ediyor, zelil ediyor, kadın olsun, erkek olsun. Fakat, ruha yapılan o manevi makyaj var ya, insanı yüceltiyor ve ay parçası gibi ediyor. Günlerle birlikte anlıyorum, “bakmak ve görmek” arasındaki büyük farkı. Günler geçtikçe anlıyorum, “okumak ve anlamak” arasındaki büyük farkı. En çok çocuklar ve takva sahipleri görüyor. Biz bakıyoruz, onlar görüyor. Çocuklar, en büyük takva sahipleridir. Biz büyüdükçe takva bizden uzaklaşıyor mu? Büyüdükçe dünya derdi, iş-güç, meşgale falan-filan derken takvayı rafa mı kaldırıyoruz? Bu soruların cevabı evetse, “vay hâlimize!” Okuduğumuzu anlıyor muyuz? Gün geçtikçe bu sorunun da önemli olduğunu, anlıyorum. Gün geçtikçe anlıyorum, “yazarın yazdığıyla, okurun okuduğunun aynı şey olmadığını.” Hz. Mevlana'yı da çok iyi anlıyorum gün geçtikçe. “Ne kadar konuşursan konuş, anlattığın karşındakinin anladığı kadardır” diyor Hz. Mevlana. Günlerle birlikte anlıyorum, “takvaya sıkı sıkı sarılmam gerektiğini, bir çocuk gibi.” Günlerle birlikte anlıyorum.