O gün, işten eve döndüğümde her zamanki gibi saat 16:30 sıralarıydı. Haber sitelerine bir göz atmak için bilgisayarı açıp internete girdim hemen. Mâlum, kıran kırana geçen bir seçim süreci yaşıyordu Türkiye ve seçimlere sadece birkaç gün kalmıştı. Haber sitelerinde ilk göze çarpan, “Muhsin Yazıcıoğlu'nu taşıyan helikopterin düştüğü”, “Yazıcıoğlu'nun yaralı olarak hastaneye kaldırıldığı” ve “kazada ölen olmadığı” yönünde son dakika bilgileriydi. İtiraf etmeliyimki, önemsemedim! Yani “yaralı olarak kurtuldu” denince bende, “demek ki önemsiz ve basit bir kaza” dedim kendi kendime ve seçim odaklı haberlere yöneldim. Fakat aradan zaman geçip dakikalar ilerledikçe işin rengi değişmeye başladı. “Yazıcıoğlu yaralı olarak hastaneye kaldırıldı” haberlerinin yerini “Yazıcıoğlu'nu taşıyan düşen helikopterin izi bulunamadı” almaya başladı. Daha ilerleyen saatlerde ve karanlık çökmeye başladıkça “bulunamadı”nın yerini bu sefer de “halen bulunamadı” aldı. Karanlıkla beraber kaygılarda çöktü üstümüze üstümüze. Bu arada ben kendimi suçlamaya başlamıştım, ilk başta “Yazıcıoğlu'nu taşıyan helikopter düştü” haberlerini önemsemediğim için. Gecenin ilerleyen saatlerine doğru ayrıntılar ortaya çıkmaya başladı. Ama düştüğü yer olarak çok değişik yerlerden bahsediliyordu. Belirtilen yerler her dakika değişiyor, her televizyon kanalı farklı yerleri işaret ediyordu. Ortada müthiş bir bilgi kirliliği vardı. Tüm Türkiye ile birlikte ben de harita üzerinde, haberlerde geçen noktaları bulmaya çalışıyor; ismi geçen noktaları haritadan bulup kendimce değerlendirme yapıyordum. Bahsedilen yerlerin hepside bize çok yakın yerlerdi. Bu arada bütün televizyon ekranlarının altında kırmızı zemin üzerine kocaman, kazaya ilişkin “son dakika” yazıları yanıp sünüyordu. O gece çok uzun oldu Türkiye için, O'nu sevenler için. Ben de geç saatlere kadar uyumadım. Gözüm hep ekranlarda, yeni gelişmelerdeydi. Göz kapaklarım dayanamaz olduğunda, bir ümitle ve dualar okuyarak yattım. Ertesi gün oldu, yok. Akşam oldu, yok. O sırada İha Muhabiri İsmail Güneş'in yüreklerimizi parçalayan sesi düşmüştü televizyonlara çoktan. Ortalık kış-kıayamet. Takdîrinden sual olunmaz Yüce Rab'bim o günlerde bir de kış verdi ki, ne kış”¦ Demek ki, Keş Dağı'nın zirvesinde, beyaz karlar içindeymiş hepsinin emaneti Sahibi'ne teslim etme zamanı. Sadece İsmail Güneş biraz daha yaşayabilmiş, 500 metre mesafe kadar... “Takdir-i İlahi” böyleymiş. Bakın zaman, saat, dakika geldiğinde, Emr-i Hakk vakî olduğunda denizde olsun, karada olsun, havada olsun Azrail kendine verilen görevi eksiksiz yerine getiriyor. Ne, bir saniye önce, ne bir saniye sonra”¦ Orada ve tam “emredilen anda”¦” Tüm ihtimaller en hassas biçimde değerlendiriliyor, çok geniş bir alanda herkes onları arıyordu. Hatta bizim o taraflara, Berit Dağları'na bile arama kurtarma ekipleri gönderilmişti. İkinci günde geçmişti, ama tüm aramalara rağmen hâlâ bir iz yoktu. Artık herkes ümîdini yitirmeye başlamıştı. Kazadan canlı kurtulan olmayıp hepsinin öldüğünden bahsedilse de, ben bir türlü inanmak istemiyordum. O'nun “mücadeleci hayatı”nı bildiğim için, O'nun “bir çile adamı” olduğunu bildiğim için”¦ “Yok” dedim. Hep, O'nun kazadan yaralı olarak kurtulduğunu, arkadaşalarını yanına alarak onların yaralarını sardığını, ulu bir kamalak ağacının altında ateş yakmış, kurtarılmayı beklediklerini hayal ettim. Perdesüsü omuzlarında, o yüzünden hiç gitmeyen sıcak gülümsemesi ile, Türkiye'nin ve İslam Dünyasının geleceği için planlarını anlattığını düşündüm hep. Oysa”¦ Oysa O çoktan “sonsuzluğun sahibi”ne kavuşmuştu bile. Belki de karlı dağların başında, “ben iyiyim, varacağım yere vardım teslim oldum” diye haykırıyordu da Türkiye duymuyordu. Üçüncü gün, “en acı gün” oldu. Acı gerçek ortaya çıktı. Hepimiz yıkıldık, kahrolduk. Televizyonlarda dönen “üşüyorum” klibi duygularımıza tercüman oldu, göz yaşalarımız sel oldu aktı. Bizde üşüdük”¦ Artık Tüm Türkiye ekran başındaydı. Haber izlemekten hiç hazzetmeyen anam ve dizi kovalayan çocuklar bile dakika dakika televizyonları takip ediyorlardı. Çok üzüldük çok. Herkes üzüldü, seven; sevmeyen”¦ Düşünün. “Ülkücü camia”nın etine aşeren Rahşan Ecevit bile başını örtüp O'nun cenazesine koştu. Hep birlikte, gözyaşlarıyla yüreğimizin tam oratsına gömdük O'nu. Kazanın Kahramanmaraş ta olması belki de acımızı daha da katmerlendirdi. Biraz suçlandık, “Ceritliler'in vefasızlığı” ile utandık! Artık, başı dumanlı karlı dağlar biş başka görünür oldu gözüme. Her Ilıca'ya gidişimde o dağlara bakar hayıflanırım. Her bakışımda yüreğim aynı acıyı hisseder, inceden inceye sızılar. Yeri, asla doldurulamayacak müstesna bir şahsiyetti O. TBMM'de tek ama, bir grup kadar “özgül” ağırlığı vardı. O'nu, bir cümle ile tarif etmek gerekirse: “Siyeseti dürüst insanların da yapabileceğinin kanıtıydı” derim ben. Yazımı sonlandırırken, başta Muhsin Yazıcıoğlu olmak üzere kazanın adeta simgesi haline gelen İsmail Güneş ve yol arkadaşlarına Cenab-ı Allah'tan bir kez daha rahmet diliyorum. Ruhları şÃ¢d olsun. Kısmetse bir sonraki yazımızda görüşebilmek dileği ile Allah'a (cc) emanet olun.