Türk Ocağı bu akşam, 
"EROL GÜNGÖR'DE MİLLÎ TARİH PERSPEKTİFİ VE BUGÜNE BAKIŞ"
adlı programı gerçekleştirerek Türk milliyetçiliğine büyük katkılar sağlamış Erol Güngör' ü  yâd etti.

Programın açış konuşmasını yapan Şube Başkanı Kemal Yavuz, Erol Güngör'ü anmak ve anlama için bu toplantıyı terdtip ettik. Onu kaybedeli 30 yılı aşkın zaman oldu; kendisi bu coğrafyada gerçek anlamda "âlim" diyebileceğimiz az sayıda değerlerimizden birisiydi, dedi ve sözü konuşmacıya bıraktı.

Mustafa Kök de konuşmasına, Erol Güngör'ün çok büyük bir bilim adamı ve düşünür olduğunu, ama yeterince anlaşılamadığını; Ziya Gökalp'tan bugüne gelen 

Türk milliyetçiliği düşüncesine, tashihler de yaparak önemli katkılarda bulunduğunu söyleyerek başladı. 
Ardından şunları söyledi:

Erol Güngör’ü 1983 yılında kaybetmiştik. Yani 32 küsur yıl olmuş; 24 Nisan 2016’da 33 yıl geçmiş olacak. 1938 doğumlu olduğuna göre, talihi yaver gitse ve şimdi yaşasaydı eğer, 80 yaşına yaklaşan, ilmiyle kemalinin zirvesinde olmakla kalmayıp yaşıyla da kemale ermiş sayılacaktı. Ama gençliğinden beri çektiği müzmin kalp hastalığı, henüz genç denilebilecek bir yaşta, kırk beşindeyken onu aramızdan alıp gitti. Şimdiye kadar yaşasaydı eğer, Türk sosyal bilimler literatürüyle birlikte milliyetçilik literatürü de şüphesiz daha çok şey kazanacaktı. Çeyrek asırlık yazı ve bilim hayatına, sahalarında başucu niteliğinde yirmiye yakın telif ve tercüme eser sığdıran bu büyük insan, geçen otuz üç yıl içinde belki iki misli eseri daha millî ve akademik kültürümüze kazandırmış olacaktı. Üstelik sanırız hemen her önemli konumuzda, kritik her sosyal meselelerimizde fikri sorulan, hatta sorulmadan da – yazarlık-başyazarlık yaptığı dergi ve gazetelere yansıdığı gibi – öğrenilip yararlanılan düşünce adamı olacaktı. İnsan hayıflanmadan edemiyor!..
         
Biz burada, onun milliyetçilik ufkuna, kendi kullandığı ifadeyle tarih perspektifine değinmek istiyoruz.
     
   Bilindiği gibi Erol Güngör, yazdığı yazılar ve ortaya koyduğu eserler içerisinde milliyetçilik idealini en çok öne çıkaran düşünürlerimizden birisidir. Ve zannediyoruz ki, onda milliyetçilik anlayışı – birkaç yerde aksini kullanmış olsa da – bir “ideoloji”den ziyade “ideal” planda ele alınmaktadır. Çünkü ona göre milliyetçilik, bir doktrin (ve bizce onun siyasî hüviyet kazanmış şekli anlamında bir ideoloji) içerisine sığmayacak kadar geniş bir perspektife sahiptir.
         Erol Güngör’ün birçok önemli vasfından söz etmek mümkünse de bizce en önde gelen düşünce karakteri, iki olguya verdiği değer olsa gerek: Türklük ve İslâmlık. Ama bu iki olguya da ideolojik mecrada yaklaşmadığını; onları yalın, tabii, daha da doğrusu milletimizin âdeta “verili” değerleri olarak kabul ettiğini söyleyebiliriz. Ondan anladığımıza göre hem Türklük, hem de İslâmlık bu milletin ideolojik olmaktan çok kültürel, ama vazgeçilmez derecede iç-içe geçmiş değerleridir. Hangisi daha önde ya da önemli diye sorsaydınız, birini ötekine tercih edemez ve büyük ihtimalle -  bir zamanlar rahmetli Prof. Osman Turan’ın verdiği örnek cevaba benzer anlamda – “Türklük zat, İslâmlık sıfattır; fakat sıfat öyle bir hâl almış ki, o olmadığı zaman zat da kalmıyor.” (İsmail Kara, Sözü Dilde, Hayali Gözde, 2005, s. 60) derdi. Böyle bir anlam ihtimalini nerden çıkarıyoruz? Bir akademisyenin elinden çıkan, ama en arı-duru popüler üslupla ortaya konmuş - bu konulara dair - altı eserinin dördü Türklük, ikisi İslâmlık ekseninde: 1- Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 2- Kültür Değişmeleri ve Milliyetçilik, 3- Dünden Bugünden Tarih Kültür ve Milliyetçilik, 4- Tarihte Türkler; 5- İslâm’ın Bugünkü Meseleleri, 6- İslâm Tasavvufunun Meseleleri. Ve bu altı eser okununca, size öylesine bir vazgeçilmezlik izlenimi verir ki, Türklük ile İslâmlık bu milletin – eski deyişle – mütemmim cüz’ü/tamamlayıcı parçası niteliğindedir. Birisini ihmal ederseniz, bu milleti ayakta tutamazsınız.
         Bunların dışında onun, vefatından sonra yayımlanan Sosyal Meseleler ve Aydınlar kitabına alınmış bir yazısı var. Biz bu kısa yazıda ondan yola çıkmak ve tarih perspektifini ele alarak sözü bugüne getirmek istiyoruz: “Millet ve Zaman” (ilk yayımlandığı yer, Töre dergisi, Mart 1972, S.10)
         Bilindiği gibi, dilimize Fransızcadan giren perspektif kavramı, genelinde “bakış açısı”, özelinde bir resim terimi olarak, “nesneleri bir yüzey üzerine görüldükleri gibi çizme sanatı” demektir ki, matematik, estetik, felsefî türlerinden bahsedilir. Bir de “tarih perspektifi” var; insanların tarihe hangi açılardan baktığı cihetle çoğu zaman tarih şuuruyla ayni anlamda kullanılmakta, fakat ondan daha geniş mânalar taşımaktadır. Erol Güngör’ün ifadesiyle, “kültürün zaman içindeki yayılışına ait bakış tarzına, yani bir kültür mensuplarının zaman perspektifine çok defa tarih şuuru denilmektedir.” Bu husus, bir ferdin kendi milletinin tarihine ve kültürüne, bugünden geriye doğru giderek hangi açılardan, hangi hafıza derinliğiyle ve hangi unsurları öne çıkararak bakmış olduğu meselesi, onun ayni zamanda nasıl bir tarih şuuruna sahip bulunduğunu da göstermektedir. Buraya kadar düşünürümüz, genel bir anlayışı sergilemektedir. Gelinen noktadan itibaren ise, daha başka bir şey söyler: “Fakat” der, “zaman perspektifi, istikbal hakkındaki ümit ve planları da içine aldığı için bu terim tarih şuurundan daha geniştir.” Daha sonra Güngör, Cumhuriyet dönemi örneğinde halk ile “inkılâpçı” diye nitelediği halktan kopmuş aydın tabakasının tarih perspektifine dair karşılaştırmalar yapar: Halkta (inançla iç içe olduğu için) efsane ile tarih karışmışken, aydında bilgiye dayalıdır; keza halkta millî tarih kutsalla iç içe girdiği için İslâmlıkla, hattâ Hz. Âdemle yaşıtken, aydında milletin değilse de ırkın (veya “kavm”in.mk)  tarihi olarak milâttan birkaç bin yıl öteye kadar gider, ama millî tarih Cumhuriyetin kuruluşuyla başlar, zaman perspektifi ise - batılılaşma tarihiyle birlikte - ancak yüz elli yıl geriye gider. İnkılâpçı aydında, zaman perspektifinin ikinci boyutu olan bugünkü hâl ile üçüncüsü olan gelecek boyutu da son derece dardır.
Halkın gözünde İslâmlıktan önceki ve sonraki Türkler diye iki ayrı tarihî zümre yoktur. Ebulgazi Bahadır Han’ın Türk Şeceresi kitabında anlatıldığı gibi, Türkler ayni zamanda peygamber olan Oğuz Kağan vasıtasıyla hak dine girmişler, fakat bir müddet atalarının heykellerini yapmak âdetiyle sapmışken, Satuk Buğra Han zamanında yeniden dine dönmüşlerdir.  Bu inançla halk, mazi ile hâl arasında kesiksiz bir devamlılık görür. Bazen kahramanlık, bazen bilgelik, bazen dinî ve duygusal yücelik ifade eden destan ve efsaneleri, zihnine yerleşmiş maceraları dinlemekten hoşlanır. Aydınların bitkin ve çökkün ruh haline karşılık halk canlı ve gelecekten ümitlidir. “Halkımıza göre milletimizin başlangıcı dünyanın başlangıcı, sonu da dünyanın sonu, yani kıyamettir. Hatta dinî inanca göre, geçmişimiz dünyadan da önceye, geleceğimiz ise ebediyete gitmektedir.”
Erol Güngör, bunun yanında ezelî zaman perspektifi konusunda Türklerin, sadece Müslüman Türklere mahsus değil, İslâmlıktan önceki atalarımızın da kendilerinin ilâhî bir kaynaktan geldiklerine, dünya durdukça mevcut ve hâkim olacaklarına inandıklarını; İslâmî zaman anlayışının da bu eski dinin inanışıyla kolayca kaynaşmış olduğu bilgisini aktarıyor. Ek olarak, Osmanlı Türklerindeki “devlet-i ebed müddet” anlayışıyla Dede Korkut’taki, saltanatın Kayı boyunda kalacağı ve kıyamete kadar süreceği inancına dair örnekleri hatırlatıyor. Geçmişten geleceğe uzanan müstesna tarih perspektifini ise şu cümleyle bitiriyor: “Böyle bir geçmişin bize açtığı ufuk, elbette ki sonsuz olacak ve geleceğimize de bu gözle bakacağız.” (Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, 1993, s. 27-29.)
Erol Güngör kısa ömründe, akademik kimliğiyle birlikte çeyrek asırlık yazı hayatına sahip bir düşünür olarak bütün kültür ve medeniyet meselelerine tarih şuurunu aşar nitelikte bir tarih perspektifinden bakar. Yani, yer yer farklılaşarak gelen kültür unsurlarının gelecek boyutunu da hesaba katar. Meselâ, önce 17. y.y’da Osmanlı ülkesini baştan başa dolaşan Evliyâ Çelebi’nin tanıklığına başvurarak o günün kültüründeki mahiyet birliğine örnek verir: Türkler, halkı ve aydını ile mütecanis, ahenkli ve son derece yaygın bir kültür meydana getirmişlerdir. Bu kültürün temel değerleri hem halk, hem de yönetici ve aydın üst tabaka tarafından paylaşılmaktadır. Meselâ, “herkes aynı Tanrı’ya kulluk eder, aynı Peygamber’in yolundan gider, aynı devlete hizmet eder, aynı dili konuşur, aynı hayat felsefesine, aynı ideallere sahiptir, dostları ve düşmanları aynıdır.” Ona göre, bizim geçmiş klasik medeniyet dönemimizde halkın inanç ve değer basamaklarıyla aydının inanç ve değer basamakları mahiyet bakımından aynı, sadece derece bakımından farklıyken, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet’ten bugüne bu farklılaşma giderek bir mahiyet farklılaşmasına dönüşmüştür. (Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 1978, s. 87 vd.) Düşünürümüz, buradaki mahiyet ve derece farkının ne demek olduğunu anlatmak için de şoför-makine mühendisi ikilisiyle materyalist filozof-mistik derviş ikilisini karşılaştırır: Bir şoförle bir makine mühendisinin motor karşısındaki tavrı arasında derece farkı varken, buna karşılık materyalist bir filozof ile bir mistik dervişin dünya görüşleri arasında mahiyet farkı vardır, der. Erol Güngör’den hareketle diyebiliriz ki, bu sohbete konu olan gerek millî tarih şuuru bakımından, yani bağlanılan değerler, kullanılan dil ve yaşanan hayat felsefesi bakımından; gerekse millî tarih perspektifi, yani geleceğe dair güven ve yaşama ümidi bakımından Osmanlı aydını ile halk arasında mahiyet değil, derece farkından bahsedilebilir. Yani birisindeki bağlılık şuuru köklü bir eğitime dayalı olarak daha zengin bir muhtevaya sahipken, diğerininki yaygın bir eğitimin eseri olmakla daha sadedir. Yukarıda da zikredildiği gibi, özellikle tarih perspektifi itibariyle, yani değerlerin devamlılığı/bekası bakımından, her iki kesimin de devletine-milletine güveni tamdır, “ebed-müddet” yaşama azimleri vardır.
Erol Güngör haklı olarak, sadece milletin değil, milliyetçiliklerin kaynağının da tarihte olduğuna inanır. “Milliyetçilik” der, “esas itibariyle tarih hakkında bir yorum ve bu yoruma bağlı olarak öngörülen pratiklerden ibarettir. Milliyetçiler, millet denen topluluğun belli bir tarih süreci içinde oluştuğunu iddia ederler. Şimdi, millet hayatında mevcut bulunan bir inanç veya pratiğin, böyle eski bir geçmişe dayandırılması, o inanç veya pratiğe ortak olarak sahip bulunan kimseleri birbirine iyice kenetleyecek, aralarında akrabalığa benzer bir kaynak birliği yaratacaktır.” (Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, 1980, s. 62, 63) Bir cümleyle hatırlatalım: Bu izah, Türkiye’de milliyetçilerin, millet meselesine ırkî değil tarihî ve içtimaî (sosyal) temelde baktıklarının harika bir ifadesi. Ve milliyetçi düşüncedeki hâkim zihniyet birliğinin de açık bir kanıtı. Çünkü 1951 Nisan’ında dört derneğin birleşmesiyle kurulan ve 1952 Aralık’ında yaptığı kongrede milleti oluşturan unsurları yeniden tanımlayan Türk Milliyetçiler Derneği, değil “millet”i, “soy”u bile “tarihî ve içtimaî menşe birliği” (sosyal köken birliği) diye tanımlıyordu. Rahmetli Nevzat Kösoğlu’nun dikkat çektiği gibi, “Siyasî nutuk”larına başlarken Türkiye’deki sekiz-on “etnik köken” arasında “Türkler”i de sayıp önce “ayırmayı becerdikten” sonra, tekrar dönüp “ama hepimiz biriz” demeyi alışkanlık hâline getiren “siyasîler”imizin kulakları çınlasın!..
Bu temeller üzerinden yola çıkarak günümüz problemlerine, paylaşılan tarih şuuru ve perspektifine kısaca bakacak olursak; bu toprakların âdeta kaderi midir nedir ki, bugünümüz yine endişelerle dolu. Halkın tarih şuurunda ve geleceğe dair ümitlerinde, tarih perspektifinde, büyük ölçüde değişiklik yok; o klasik dönem medeniyetimizin kodlarını neredeyse paylaşıyor. Ama aydınlarımız, dün olduğu gibi bugün de halktaki bütünlük şuuruna sahip değil. Üstelik sadece kendi şuur noksanlığı ile kalmıyor, tarihe bakışındaki çarpıklıkları halka da sirayet ettirmek için elinden geleni yapıyor. Erol Güngör’ün bahsettiği, yüz yılların ardından oluşan, insanların kendi aralarındaki akrabalığa benzer kaynak biriliği şuuru, bugün hepten yıkılmak isteniyor. Özellikle, onun vefatından sonra geçen son otuz yıldan bu yana gelişen etnik milliyetçilik ve bölücülük hareketleri, aydın camiada tarihe bakış ve onu yorumlama konusunda büyük değişimler meydana getirdi. Muhafazakâr aydın camiasında tarih şuuru ve tarih yorumu planında genelde mevcut olan bütünlük bozulmuş, bu eğilim siyasal İslâm tartışmalarının kazandığı boyut ve “muhafazakâr-demokrat” tezlerle geldiği söylenen iktidarla birlikte – her ne hikmetse – daha da hızlanmıştır. Türk tarihinin yorumunda Osman Turan’larda, Erol Güngör’lerde gördüğümüz Türklük ile İslâmlık dengesi, bunların birbirinden vazgeçilmezliği, güya İslâm lehine bozulmak istenmiş, bu yolla etnik tabanlı bölücü milliyetçiliğin önünün kesileceği umulmuştur. Öte yandan, 1970’ler Türkiye’sinde yaşadık; zamanın Marksist-Sol (T.İ.P’li) aydınları, (M. Ali Aybar tasfiye olduktan sonra) çarpık tarih perspektifiyle Türklük aleyhine siyasî Kütçülüğe/bölücülüğe destek vermişti; günümüz radikal sol grupları da mevcut bölücü güçlerle, terör örgütüyle canhıraş işbirliği halinde mücadele vermekte… Ne hazindir ki, bu somut örnekler dahi sözde İslâmcı aydınların Türklük aleyhine gelişen tarih perspektifini değiştirememekte. İşin vahametine bakın ki, iktidarda bulunan partisi sayesinde “herkesin Türk olmaktan kurtulduğu”nu söyleyen bir il başkanı - herhalde mükâfat olsun diye - Meclis’e kadar sokuldu. Sözde “barış süreci/çözüm süreci” uğruna ecdat saraylarında bölücü partiyle birlikte mutabakat bildirisi yayımlamak gafletinin bedeli, ülkenin bir bölgesinde ve 800 bin nüfuslu bir şehrinde hendek savaşlarına kapı açtı. Gözleri dünyaya açık giden bebeklerden, asker torunlarına Kürtçe ağıtlar yakan ninelere kadar, acı üstüne acı!… Gül yüzlü Mehmetlerin, Mehmetçiklerin ardından, “analarının akıtacak göz yaşları” kaldı mı? Dağdaki teröristi ovadaki siyasetçiye dönüştürme projesi böylesi gaflet uykularına mı yol açmalıydı? Ülkenin bir kesim coğrafyasının “Suriyelileştirilmek istendiği” uyarıları hiç mi uykuları kaçırmadı? Ülkenin kalbi mesabesindeki şehirlerimizde birkaç ay içerisinde sivillere yönelik bu kaçıncı katliam görüntüleri?
Evet, maalesef, siyasî bölgecisinden, radikal solcusundan, güya İslâmcı aydınına kadar, millî tarih perspektifinden yoksun olanlar tarafından; farklı tarih şuurlarıyla Türk tarihi farklı okunup-yorumlanmak suretiyle; tarihçi olarak Osman Turan’ların,  Mükrimin Halil’lerin, Remzi Oğuz’ların; sosyolog, filozof, bilge insanlar olarak Fahri Fdıkoğulları’nın, Hilmi Ziya’ların, Nurettin Topçu’ların, Mümtaz Turhan’ların,  Erol Güngör’lerin bin yıllık Müslüman Türk yurdu diye öğündükleri Anadolu’dan, başka başka vatanlar mı üretilmek isteniyor?
Ve bütün bunlar oluyor/olduruluyorken siz ey Türk milliyetçisiyim diyen aydınlar, siz ey gençler, STK’lar, sizler nerede duruyor ve neler yapıyorsunuz? Tarih şuurunuz size geçmişin hangi yorumunu, nasıl yaptırmakta; millî tarih perspektifiniz size bugünkü hâli nasıl okutmakta ve yarınının ideal gök çadırını hangi iplikten dokutmakta???
Vereceğiniz feyizli cevap bahtınız olacaktır!!! "