Geçen yıl Nevruz'da barış için önemli bir adım atılmıştı. Öcalan'ın mesajı Diyarbakır meydanında BDP'li milletvekilleri tarafından binlerce kişiye Kürtçe ve Türkçe okunmuş, mesaj “tarihi” olarak nitelendirilmişti.

Öcalan, “Bugün yeni bir dönem başlıyor. Silahlı direniş sürecinden demokratik siyaset sürecine kapı açılıyor.” söylemiyle silahlı mücadele dönemini kapattığını ilan etti. Arkasından PKK'lı militanlara “Silahı bırakın, sınır dışına çıkın” talimatını verdi. O gün silahların bizzat örgütün lideri tarafından toprağa gömüldüğüne hepimiz sevinmiştik. Demokratik siyaset alanının genişletilmesi için Öcalan'ı bile kabul ederek meseleyi sahiplenmiştik.

Öcalan'ın mesajı bu toplumun otuz senedir özlediği bir dünyayı resmediyordu. “Silahlar sussun, fikirler konuşsun.diyordu. Kardeşlik diyordu. “Halkların eşitliği” diyordu. Halkın iktidarından bahsediyordu. Ezilen halkları yüceltiyordu. Birliktelikten, kucaklaşmadan, helalleşmeden bahsediyordu. Misak-ı Milli sınırlarına vurgu yapıyordu. Vurgu yaptığı bu değerleri demokratik referanslara dayandırıyordu. Hem demokratik değerlere hem de Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed'in dini öğretilerine atıf yapıyordu.

Öcalan'ın mesajı, barış isteyen herkes için kuşkusuz sahip çıkılması gereken bir yol haritasıydı. Barış sürecinin halkla paylaşıldığı ilk metnin bu kadar heyecan vermesinin nedeni doğru vurgularla, doğru sözcüklerle ifade edilmiş olmasından kaynaklandı. Sonra ne oldu? Mesajlar, topluma deklare edilmemiş gibi olaylar yaşanmaya başladı.

PKK silahlarını bırakmadı. Sınır dışına çıkmadı. Misak-ı Milli sınırları içerisinde “tek devlet” ve “halkların kardeşliği” simgesi olan bayrak indirildi. Bingöl-Diyarbakır yolu trafiğe kapatıldı. Araçlar yakıldı. “PKK'nın asayiş birimi” adı altında bir yapı ortaya çıktı. Şehir merkezlerinde ayrı bir polis gücü olarak hareket ettiler. Barış çağrısını açığa düşürecek akla gelebilecek her şeyi yaptılar.

Cumhurbaşkanı seçiminde PKK'lı militanlar köy köy dolaşıp halka baskı yaptılar. Silah tehdidiyle Selahattin Demirtaş'a oy topladılar. Düzova'da siyaset anlayışları bu kadardı. Onlara göre siyaset PKK'nın adayına oy vermekti.

Cumhurbaşkanı seçimi sonrasında Selahattin Demirtaş'ın söylemi ve üslubu üzerinden Demirtaş'a güzellemeler yapan aydınlarımız, maalesef Doğu ve Güneydoğu'da halk üzerinde nasıl bir baskı kurulduğunu, halkın reyinin silahla nasıl kontrol altına alındığını görmezden geldiler. PKK'nın seçim sürecindeki baskısından hiç bahsetmediler. 

Seçim sürecinde barış ve kardeşlik söylemlerinin gerçek niyetlerini yansıtmadığı, seçimden sonra yaşanan olaylara tepki vermemelerinden anlaşıldı. En nihayetinde bunların barıştan anladığı; kalaşnikoflu bir teröristin heykelinin dikilmesi oldu. 

Geçen hafta Lice'de heykeli dikilen Mahsum Korkmaz, PKK için sembol bir isimdir. Mahsum Korkmaz 1984 yılında örgütün ilk silahlı eylemini gerçekleştiren kişidir.  Daha sonra Mahsum Korkmaz, Öcalan tarafından örgüt içi infazla yok edildi. Öcalan tarafından yok edildiği halde silahlı çatışmada öldürülmüşçesine yıllarca efsane gibi anlatıldı. Hatta örgütün Kandil'deki eğitim kampına da bu teröristin ismi verildi. 

Teröristin heykeli Lice'ye dikilirken MİT'in, emniyetin, jandarmanın bu eyleme engel olmamış olması, devletin barış sürecine yönelik net bir perspektif ortaya koyamamış olmasından kaynaklanıyor. 

Heykel dikilirken orada bulunan güvenlik güçleri muhakkak haberdar oldular. Anında müdahale edebilirlerdi. Müdahale etmelerine engel husus “Acaba bu davranış barış sürecini etkiler mi? Yankısı nasıl olur?” tereddüdünü yaşamaları oldu. Devletin bu konuda kırmızı çizgisinin nerede başladığı, nerede bittiği bilinmiyor. 

Daha önce Lice'de çıkan olaylarda da güvenlik güçleri bir müddet müdahale edememişti. Tereddüt yaşamıştı. Kamuoyunda tepki yükselince, hükümet tarafından olaylar kınanmaya başlanınca, güvenlik güçleri ancak o zaman olaylara müdahale etti.  

Şu anda Güneydoğu'da büyük bir belirsizlik var. Güvenlik güçlerinin elinde bir yol haritası yok. “Nereye kadar sabredecek, nerede müdahale edecek, militanlara ne kadar göz yumacak, nasıl tolere edecek?” konusu net değil. Devletin bu konuda bir perspektifi olmadığı için ancak olaylar çıktıkça, meseleler kamuoyuna yansıdıkça belirleniyor.

Halbuki barış süreci gibi önemli bir meselede detaylı bir yol haritasının ve yaşanması muhtemel olaylar karşısında tedbir ve önlemlerin nasıl alınıp uygulanacağının izaha muhtaç olmayacak şekilde belli olması gerekir.

Lice'deki heykel PKK'nın barış konusunda aslında çok da samimi olmadığını açık bir şekilde ortaya koydu. Onların barış anlayışı ile bu toplumun barış anlayışının birbirine hiç uymadığı görüldü.

Kandil'le Direkt Görüşebiliriz”

PKK'nın heykel provokasyonundan sonra başbakan yardımcısı Beşir Atalay “Kandil'le direkt görüşebiliriz.”  dedi. Zaten Kandil'in amacı da kendisinin muhatap alınmasıydı. Çünkü Kandil'e göre tek muhatabın Öcalan olması barışın gelmesini sağlamayacaktı. Onlar Öcalan'ın tutsak olduğundan ondan gelen her mesajın onun serbest iradesini yansıtmadığına inanıyorlar. Bunu da defalarca dile getirdiler.

Mademki dağdakilerle barış konuşulacaktı, barışın muhatabı onlar olacaktı, neden yol haritası çizilirken bu konu kamuoyuyla paylaşılmadı? Neden ısrarla kamuoyundan gizlendi?  PKK ile görüşüyorsunuz diyenlere hakaretler edildi. Hatta “Bu iddiayı ortaya atanlar iddialarını ispat etmedikleri takdirde müfteri olacaklar.” şeklinde büyük laflar edildi. Bu iddiaları ortaya atanlar “savaş taraftarı, barış istemeyen kandan beslenenler” olarak itham edildi. Ortaya çıkan sonuca bakılırsa ithamların ne kadar haksız olduğu görülüyor.

PKK ile görüşme sürecinin önündeki engeller bir bir kaldırıldı. PKK ile görüşmeyi savunan MİT ve onun hükümet içerisindeki destekçileri görüşmelerin önündeki birinci engel olarak Gülen Cemaatini, ikinci engel olarak Özel Yetkili Mahkemeleri, üçüncü engel olarak da emniyet istihbaratını görüyordu.

Öcalan, cemaati paralel yapı diye yaftaladı önce. Öcalan'ın bu çıkışı süreç içerisinde kamuoyuna işlene işlene kabul ettirildi. Cemaatin paralel bir yapı olduğu algısı oturduktan sonra ikinci önemli aşamaya geçildi. Özel yetkili mahkemelerin hukuksuzluğu ve demokratik hukuk devletine uygun mahkemeler olmadığı inancı yerleştirildi. Daha sonra da bu mahkemeler kaldırıldı.

Mahkemeler kalktıktan sonra bir engel daha kalmıştı o da emniyetin istihbarat ve terörle mücadele birimleriydi. Diğer iki engel kalktıktan sonra emniyet engeli çok kolay aşıldı. Çünkü polis zaten toplumda hep problemli bir yapı olarak görülüyordu. Onun için önce “usulsüz dinlemeler” iddiası ortaya atıldı. Bu iddia medyada köpürtüldü. Bazı gazetelerin manşetlerine “paralel yapı yedi bin kişiyi dinlemiş” “hepimizin e-maillerine kadar girmişler” şeklinde yansıtıldı. Dinlemeler konusunda da zaten herkesin bir kaygısı vardı. O haberlerle bir şekilde bu kaygı olguymuş gibi kabul edilmiş oldu.

Sonuçta emniyete yapılacak operasyonlar için kamuoyu hazır hale gelmişti. Önce istihbaratta görevli polislerin yerleri, sonra terörle mücadele şubelerindeki görevli polislerin yerleri değiştirildi. PKK için alan boşalmış oldu. Artık istediği gibi hareket edebilirlerdi. Onlar da şimdi boşalan bu alanı kendilerine göre değerlendiriyorlar. Artık hem pazarlık gücüne kavuştular hem de istedikleri gibi eylem yapabiliyorlar. Haliyle hükümet de bunları muhatap alacak.

Terörün Sona Erdirilmesi Kanunu

Hükümet, PKK ile görüşmenin önündeki engelleri fiilen kaldırdıktan sonra bu kez hukuki engelleri kaldırmak için de kanun çıkardı. 6551 Sayılı Terörün Sona Erdirilmesi Ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun 10.07.2014 tarihinde yürürlüğe girdi.

Yürürlüğe giren 6 maddelik bu kanun ile çözüm sürecinin uygulama ve izleme koordinasyonunun hukuksal çerçevesi çizildi.  2. Maddede terörün sona erdirilmesi ve toplumsal bütünleşmenin güçlendirilmesine yönelik siyasi, hukuki, sosyoekonomik, psikolojik, kültür, insan hakları, güvenlik ve silahsızlandırma alanlarında ve bunlarla bağlantılı konularda atılabilecek adımların belirleneceği düzenlendi. 

Bu düzenleme aslında hükümetin atması gereken doğru ve gerekli olan bir adımdı. Hükümet de bu gerekliliği yerine getirdi. Sorun, barışın diğer tarafı olan Öcalan, PKK ve Kürt siyasi hareketinin barış için atması gereken adımları atmaması ve gerçek bir barışı istememesinden kaynaklanıyor. 

Gerçek barışı isteyen PKK, elindeki silahla şehrin merkezine inip, halkı tehdit edip oy toplar mıydı? Yolları keser miydi? Halktan haraç toplar mıydı? Bunları ve bunlardan daha fazlasını PKK elindeki silahla yapıyor. Barış sürecini başlatanlar iyi niyetli olarak başlattılar. İyi niyetle başlayan bu süreç Türkiye'yi maalesef hızlı bir şekilde bölünmeye sürüklüyor.

“Barış süreci projesi” ortaya atıldığı andan itibaren ısrarla “sadece PKK ve Öcalan'ın muhatap alınmaması gerektiğini” dile getiren aydınlar maalesef dikkate alınmadı. Kürtlerin, daha muhafazakar ve dinine daha bağlı kesiminin muhakkak muhatap alınması gerektiği söylenmesine rağmen sanki bütün Kürtler Öcalan ve PKK'nın iradesine bağlıymış gibi yanlış bir taktikle her şey PKK ve Öcalan'a teslim edildi. Bugün artık bunlar dışında birileri muhatap alınmaya çalışılsa da herhangi bir grup bulunmaz. Çünkü PKK hepsini silahla sindirdi. Devlet de PKK'nın sindirme politikasına göz yumdu, bir yönüyle yol verdi.

Barış, onurlu bir iştir. Onur, insani değerler bütünüdür. Sözünde durmayan, güvenilir olmayan kişilerle barış süreci ancak bu şekilde olur. 

Geçen sene 21 Mart'ta “Silahı bırakın, sınır dışına çıkın.” talimatıyla kamuoyuyla paylaşılan barış süreci maalesef bugün Lice meydanında kalaşnikoflu heykel dikmeyle devam ediyor. Bugün Lice'ye Mahsum Korkmaz'ın heykelini dikenler, yarın Diyarbakır'a Öcalan'ın heykelini dikecekler. Bundan hiç kuşkunuz olmasın.