Bugüne kadar genelde hep sevgiyi, paylaşmayı yazmaya çalıştım. Hayatın bu telaşlı akışkanlığı içerisinde toplumsal arızalardan yani gerçeklerden de bahsetmeden geçemeyiz. Gerek izlediğimiz günlük haberlerle, gerekse çevremizde gelişen olaylarla şiddetin boyutuna ve acı fotoğraflara tanık oluyoruz. 



İster istemez aklımıza, “Bu toplum nereye gidiyor?”sorusu takılıyor! Malum toplum insanların ana ihtiyaçlarını karşılamak, hayatlarını devam ettirmek amacıyla bir araya gelmelerinden ve yaşam şekillerinden kaynaklanan ortak kültürü paylaşmalarından oluşur.
 

Kişinin toplum içinde yer alması, toplumsallaşması kavramının beyinlere nakşedilmesi halinde belirginleşir. Toplumsallaşma eğitimi süresinde insan; ailenin ve çevrenin bir parçası olduğunu öğrenir. Bu sürede toplumsal kültür içinde yaşayan diğer insanlar gibi davranmaya, ilişki kurmayı kurallara uymaya, sorumluluk kabullenmeye içinde bulunduğu toplumda yerini ve rolünü belirlemekle işe başlar. 


Ancak aile ve toplum içinde bu sorumlulukları alamayan, toplumla iletişim kuramayan kişilerde normal davranış şeklinin yerini anormallik alınca arızalar baş göstermeye başlıyor, yani şiddet ortaya çıkıyor.
 

İnsanımızı sahiplenmeme ve dışlama toplumda farklı insan tiplerini oluşturdu. Bu kişiler kendilerine güven ve sevgiyi yitirince, karşılarındaki her insanı düşman veya rakibi gibi görmeye başladılar. Kendilerini ve toplumu sevmez oldular, iç ve dış dünyalarında çatışma ve uyumsuzluk baş gösterdi. 


Bu güvensizliğin ve sevgisizliğin içimizi kemirmesine izin verdik. İnsanlar karamsar bir ruh haline girdiler. Bu ruh halindeki insanlar çoğalınca toplumsal ahenk ve huzur pek kalmadı.


Bir toplumun ayakta kalması ve sürekliliği ya gelenek ve kültürünün korunmasıyla, ya da idari kuralların tam çalışmasıyla mümkündür. Bizim toplumumuz ve aile yapımızda geleneklerimizin, örf ve adetlerimizin ağır basmasıyla toplumsal huzuru sürdürebiliyorduk. 


İdari kuralları da besleyen bize ait hasletlerimizle toplumsal yaşam şekli daha ahenkliydi. 


Ancak son zamanlarda bize ait bu değerlerimizi yitirmeye başladık. Bu yitirmelerin ardından toplumsal arızalarda ortaya çıkmaya başladı. 


İnsan tabiatında negatif ve pozitif duygular vardır. Sevgi, umut, güven, iyimserlik gibi duyguların yerini yavaş yavaş olumsuz duygulara terk etmeye başladık. Oysa Dante’nin dediği gibi “Kâinatı sevgi yönetiyor” sözü de bunu doğruluyor.
 

Duygu dünyamızın içini boşaltırsak cinnet geçiren insanlar toplumda daha da çoğalacak. Adam elinde bıçağı ve silahı ile kadını göz göre göre öldürüyor araya giren yok, öfkelenen pompalı tüfeğe sarılıyor, bir öğretmen arkadan kurşunlanıp katlediliyor, talebe öğretmene platonik aşk duyuyor ve intihar ediyor. Gecenin yarısında arabanın müziğini açmış, fren korna seslerine karışmış sorumsuzluk!


Bize ne oluyor Allah aşkına!   


Toplum olarak sinmeye ve “Bana değmeyen yılan bin yaşasın” düşüncesiyle yaşamaya başladık.
 

Peki, bize yaşam felsefesini öğreten Mevlana’mızı, Yunus’umuzu, Karacaoğlan’ımızı hayatımızın neresine koyacağız? Ya da onları yok mu sayacağız?
 

Bizim Avrupa ülkelerinden farklı kılan yönümüz bu insani değerlerimiz ve toplumsal hasletlerimizdi. Biz bunları da kaybedersek tarihimizi, kültürümüzü inkâr etmiş sayılmaz mıyız?! Oysa bizim dışımızdaki birçok devlet kurallarla bir yaşam şeklini yakalamışlar. Biz toplum olarak kurallara da pek uymaz olduk. Kırmızı ışığı yeşil sayıp geçmeye başladık. 


Ecdadımız ulvi kabul ettiği insan ve canlılara karşı yaşam hakkına saygılıydı ve farkındaydı. Yaptırılan camilerde bu sebeple kuş evleri vardı. Yoksul vatandaşın onurunu düşündüğünden sadaka kovukları yapardı. (Yoksul ihtiyacı kadarını bu kovuktan kimse görmeden alırdı.) 


Biz işte bu ecdadın çocuklarıyız ve yine büyük bir devletiz. Dünyaya biz örnek bir toplum olmayı gösterdik şimdi de gösterebiliriz. Çünkü bizim toplumsal genlerimizde halen o duygularımız mevcuttur. 


Duygularımız deyince şu merhamet duygusuna da biraz değinelim ne dersiniz? Merhametin zıddı bencilliktir, bu iki duygu zıt kutuplar gibidir. Merhamet duygumuz azaldıkça şiddet, düşmanlık, öfke ve kin toplumda çoğalır. 
 

Hâlbuki merhamet duygusu çoğaldıkça yukarda saydığımız olumsuz kavramlar azalır. Topluma daha yakın oluruz barış ve huzur olur, yani “biz” oluruz. Aslında merhametin dili de evrenseldir. Mevlana’mız da bu dili kullanmadı mı?


Dileklerimiz, barış ve huzur içinde yaşanan bir dünya olsun. Hoşça kalın!

- - - -