Toplumsal duyarlılığın önünün açılması birey­selliğin dizginlenmesiyle olasıdır, elbette. Başka bir deyişle egonun frenlemesiyle gerçekleşir. Elbette bi­reyselliği yok sayamayız, insanın doğasında var bu; tıpkı "Önce can, sonra canan" ifadesinde gerçeğini bulduğu gibi. Çoğu zaman toplum adına neler ya­pabiliyorum diye kendimi sorguladığım olur. Ancak aldığım cevap beni doyurmaz. Ama bu hiçbir za­man hiçbir şey yapamayacağımız anlamına gelmez. Aslında her bireyin toplum yararına yapabileceği kendi çapında hizmetler vardır. Buradan mutlaka bir maddi gücün vâr olması gerektiği anlaşılmamalıdır. Gayrın acısına, sorunlarına duyarlı olmak, onların acısını paylaşmak bile önemli bir davranıştır. "Hiçbir şeyin yoksa güler yüzün, tatlı dilin de mi yok?" deyi­şinin mutluluk yaratarak toplumsal duyarlılığa katkı sağladığı düşüncesindeyim. Dilin ve kültürel değer­lerin ortak paydalarında buluşmak, bile insanları rahatlarak buna katkı sağlamaz mı?
Sevgi, acıma, şefkat ve merhamet gibi beşeri duygular, gayrın yararına bireye sorumluluklar yük­ler. Özveri ve hoşgörünün önünü açar. Dayanışma, yardımlaşma artarak, sosyal barış beslenir, insanlar   bir arada mutlu olurlar. Böylece toplumsal duyarlılı­ğımız öne çıkar. Birey gayrın mutluluğu, refahı için ne ölçüde özveride bulunuyorsa, o kadar toplumsal­dır ve de toplum barışına o denli katkı sağlar. Bu konudaki söylemlerimiz eyleme dönüşmedikçe bir işe yaramaz. Söylemlerimiz eylemlerimizle örtüştüğü sürece toplumsal duyarlılığımız yetkinleşir. Burada da insanın kendini sorgulaması, toplumsallık bilinci kazanması çok önemli bir göstergedir.
İnsan kendini sorguladığında Yaradan'ın kendi­ne tanıdığı ayrıcalıkları ve yüklediği sorumlulukları algılar. Ayrıcalıklar bir nimetse, ki öyledir, sorumlu­luklar da bir külfettir. Nimeti kullanıp sorumlulukla­rını gerçekleştirmemekse insan olarak yaratılmanın doğasına aykırı düşer elbette. Yüce dinimiz "iba­detlerin en üstünü insana hizmettir" derken insanı insana hizmetle yükümlü kılmıştır. Bu nedenle top­lumu oluşturan bireyler birbirlerini tamamlamak zo­rundadır; yoksa toplum büyük yara alır. Gün gelir bu yaraların acılarını hep birlikte duyar ve bedelini hep birlikte ödemek zorunda kalırız.
Toplumsallığın temeli birey olmaya dayanır. Birey olmak elbette kolay değildir. Uzun bir yetkin­leşme süreci ister. Bu nedenle bireysellikten bireyli­ğe geçiş pek kolay olmasa gerektir. Çünkü egomuzu erdemlerimizin gerisine almak özveri ister. Ailede başlayan paylaşım duygusunu toplum bazına yaya­bildiğimiz ölçüde başarılı oluruz. Sevgiyi öne çıkar­dığımız zaman her şey kolaylaşır. Çünkü sevgi, er­demlerimizin en doğurgan anasıdır. Bu anaya sahip  her birey, toplum yapısının  temelindeki en sağlam taş, harç, demir ve çimentodur. Bu temel toplumsal depremlere karşı daima güvenli, sağlam ve dayanık­lıdır 
 Zaman zaman birey olamamanın altındaki neden­lere kafa yorarım. Toplumsallık adına hayıflandığım olur. Keşkeler, sorunlar ve beklentilerim peş peşe sıra lanır. Ancak umutlarımı sarsmaz. Umutsuzluk Uygar insan için bir zaaftır karamsarlıktır. Umutsuzluk uy­garlık gelişimiyle çelişir. Hiçbir şeyin geriye gittiğini kabul edemem. Bunun eşyanın tabiatına aykırı oldu­ğunu düşünürüm. Ancak, bireyselliğin toplum barışına yansıyan olumsuzluklarını da görmezden gelemem. Baktığımda birey olmanın önündeki en önemli engelin havalecilik (görev ve sorumluluklarımıza doğrundan sahip çıkamama) olduğunu gözlerim. Geleneksellik taşıyan bu yaklaşım yurttaş olmanın onurunu da ze­deliyor, elbette. Havalecilik alışkanlığını, bencilliği, sorumsuzluğun güdümündeki cin akıllı geçinme ko­laycılığını yakıştıramıyorum, insanımıza doğrusu. Bırakın toplumu kendi için bile elini taşın altına koy­masını beceremeyen insanlarımız az değildir. "Armut piş, ağzıma düş" yaklaşımından yola çıkanların bek­lentileri çoğu kez gerçekleşmez; onlar da aldanışın ezikliğini yaşar. Çünkü armudu pişirenler önce kendi­lerini düşünürler. Toplum bilinçlendikçe böylelerinin sayılarının azalacağı iyimserliğini taşıyorum.
Giderek her konuda olduğu gibi toplumsal alanda da duyarlılığımız artarak devam ediyor. Refah düzeyi yükseldikçe, ulus olarak varsıllaştıkça, milli gelirden adil bir pay aldıkça daha iyiye, daha güzele, daha çok paylaşıma ve dayanışmaya ulaşacağımıza inanıyo­rum.
Toplumla paylaşım duyarlılığının temeli aile­de atılır. Ailede paylaşım kültürünü özümseyen her birey, bunu toplumsalın geneline taşımakta zorlan­maz. Şunu iyi bilir ki mutluluk, mutlu ettiklerimizle  paylaşıldıkça anlam kazanır. Bunun en yeni, en sıcak örneklerini Van depreminde ve Muharrem ayı aşu­re geleneğinde yaşadık. Merhamet duygularımız ve inanç değerlerimiz bizi adeta birbirimize kenetledi. Ortak değerlerdeki bu paylaşımın mutluluğu hepimi­zi sarıp sarmaladı. Bu ülkü ve inanç birlikteliklerinin toplum barışına çok önemli katkılar sağladığını dü­şünüyorum.
Toplumumuz iyiye, yararlıya, doğrudan yana olan dönük değişime, yenilenmeye ve gelişime açık­tır. Ancak bu gelişim sürecinde birtakım uyumsuz­luklar ve sıkıntılar da olacaktır. Önemli olan hatalar­dan arınarak yeni doğrulara yönelmektir. Madalyon iki yüzüyle bir bütündür. Yeter ki toplumun geliş­tirdiği onca ortak payda değerlerinde birleşmesini bilelim. Sen, ben yok biz varız, diyebilelim. Ortak coğrafyada, tasayı ve kıvancı birlikte yaşadığımızın bilincine varalım.
Toplumsal duyarlılığımızın özünde elbette sevgi olmalı. Yüce Yaradan bilinçli sevgiyi ancak insana vermiştir. Sevgi, toplumsal duyarlılığımızı besleyen tüm erdemlerimizin en doğurgan anasıdır. Sevmekten korkmayalım. Unutmayalım ki tüm toplumsal ve de kişisel sorunlarımızın temelinde sevgisizlik vardır. Sevgisiz insan kendini yalnızlığa tutsak eder, top­lumsallığın nimetlerinden ve yaşamın erincinden mahrum kalır. Unutmayalım ki bizi Allah'a taşıyan aşkın temelinde de özgün ve içten sevgi vardır. Sevgi tüm bireysel ve toplumsal sorunlarımızın en sağaltıcı ilacıdır.
Yazının içeriyle örtüştüğü için bu konuyu, Hz. Mevlâna'nın şu özdeyişiyle bağlamak istiyorum: "İnsanlarla bir oldun mu bir madensin, bir ulu de­niz; kendinle kaldın mı bir dane, bir damlasın"