””Ya abi ne biçim durdun? Böyle fren yapılır mı hiç! Ne biçim araba kullanıyorsun? Aracın plakasına baktım, komşu illerden birinin küçük ilçesine kayıtlı bir araçtı ve beyefendinin de şivesi ile örtüşüyordu. Anlaşılan beyefendi işi bağırıp çağırarak halletmek istiyordu. Herhalde benim de kendisi gibi bağırıp çağırmamı, insanların film seyretmeye gelir gibi etrafımızda toplanmasını istiyordu. Beyefendiyi sakinleştirmeye çalışmak, hatayı kabullenmekle eş değer anlama gelecekti. Ama benim sakin olmam lazımdı: ””Geçmiş olsun beyefendi. Sizde bir şey olmadığına sevindim. Adam biraz şaşırdı ama ses tonunu düşürmeye niyeti yoktu: ””Abi bende bir şey yok ama arabamın tamponu kırılmış. Şimdi polisle falan uğraşmayalım. Üç yüz beş yüz öde de gidelim. Adam iyice niyetini belli etmişti. Hatalı olduğu halde, bağırarak üste çıkıp haklı görünmeye çalışıyordu. Ne yapabileceğimi düşündüm. Bir an önce karar vermem gerekiyordu. Şehrin en kalabalık caddesi, bizim sebep olduğumuz kaza nedeniyle trafiğin adeta kilitlenmesine neden olmuştu. Cep telefonumu çıkarıp, değişik açılardan kazanın resimlerini çektim. Adam hala bağırıp çağırıyordu. Saf rolünü oynamanın daha iyi olacağını düşündüm. Kaza yerinin resimlerini çekmiştim nasıl olsa. Sakin bir ses tonuyla konuşmaya başladım: ””Bakın beyefendi, ölü yaralı yok. Bu güzel bir şey. Bu kazaya polis de gelmez. Trafiği açalım. Sakin bir yerde duralım, tutanak tutalım. ””Ya abi tutanağa falan gerek yok. Sen üç yüz beş yüz ver, yolumuza gidelim. Hata sizde biliyorsunuz. ””Merak etmeyin beyefendi. Benim kaskom, hasarınızı son kuruşuna kadar öder. Nasıl olsa siz haklı değil misiniz? ””Kasko mu? Abi ne gerek var tutanağa? Gönlünüzden ne kopuyorsa siz verin ben gideyim. ””Olur mu beyefendi? Hasarınız bin liradan aşağı onarılmaz. Yazık değil mi size! Gelin tutanak tutalım. Sigortam hasarınızı ödesin. Boş yere sigortaya para vermiyoruz ya! Öyle değil mi? O bağırıp çağıran, aslan kesilen adam gitmiş yerine boynu bükük bir kedi gelmişti sanki. Hatanın kendisinde olduğunu adı gibi bilmesine rağmen, bağırıp çağırarak haklı görünmeye çalıyordu. Ben onun istediği gibi bağırarak karşılık vermemiştim, üstelik saf rolünü oynamıştım. Adamcağız iyiden iyiye gardını almıştı ama ben aynı dilden karşılık vermeyince yumruk havada kalmıştı adeta. Baktı olacak hali yok: ””Abi sizin araçta bir şey yok, müsaade ederseniz ben gideyim, demeye başladı. Kayseri'de yaşayan ve ziyaret eden dostlarım, Cumhuriyet Meydanı ile Düvenönü arasındaki kısa yolun ne kadar yoğun olduğunu bilirler. Bizim sebep olduğumuz kaza nedeniyle sıkışan trafiği bir an önce rahatlatmak gerekiyordu. Adamcağız, hem kazadaki hatasını hem de bana karşı davranışındaki hatasını anlamıştı. İzin verdim, yoluna devam etti. Eve geldiğimde uzun uzun düşündüm. Kaza herkesin başına gelebilir, onu dert etmedim. Lakin aracıma arkadan çarparak, zeytinyağı gibi suyun üzerine çıkmaya çalışan beyefendinin davranışlarını düşündüm. Acaba o bağırıp çağırdığında ben de bağırıp çağırsaydım, sesimi yükseltip onun tarzıyla hareket etseydim ne olurdu? İşin sonu kavgaya gider miydi? O bana ben ona vurup, şiddete başvurur muyduk? Anlık parlamalardan sonra meydana gelen büyük kavgalara tanık olmuşsunuzdur. Ben haklıyım, sen haksızsın türünden polemikler nedeniyle, birbirine saygısızca bağıran, işi daha da ileriye götürüp kavga eden, birbirini yaralayan insanları her tarafta görüyoruz artık. Yoğun şehir trafiğinde şerit ihlali yapan, önünüze kırıp yolunuzu alan, sonra da saygısızca bağırıp çağıran, onun diliyle karşılık verdiğinizde, ona uyduğunuzda araçtan levyeyi, sopayı kapıp üzerinize yürüyen büyük araç sürücülerine alıştık maalesef. Hiç ummadığınız yerde defalarca karşınıza çıkan polislerin, şehir magandaları ile başınız derde girdiğinde yardım elini uzatması için dua edersiniz belki ama hiç birini bulamazsınız. Siz telefon edip çağırdığınızda olay yerine gelirler ama bu seferde, atı alan Üsküdar'ı geçmiş olur. Neyse, konuyu dağıttık galiba. Hani diyor ya: “sesinin çok çıkması, aslında senin suçlu olduğunu gösteriyor” diye”¦ Suçluluk duygusu, insanların bağırıp çağırmasına, gereksiz yere dayılanıp sonra da küçük duruma düşmesine neden oluyor herhalde. Bağırıp çağırdığımızda, kendimizi insanlardan yüce görüp, büyüklendiğimizde; insanların bu tavrımızı yediğini, hilemizi yuttuğunu düşünüyoruz belki ama kimse yemiyor. Kimse yutmuyor bu tavırları aslında. Sadece konumumuz itibariyle cevap veremiyorlar belki. Belki de yemiş gibi yapıyorlar. Biz çok güzel rol yaptığımızı düşünürken, aslında karşımızdakiler safa yatıp, asıl rolü onlar yapıyorlar. Aklımız başımıza gelip, gerçeği anladığımızda ise çoktan iş işten geçmiş oluyor. Kırıp döktüğümüz ilişkileri, incittiğimiz gönülleri tamir etmek çok zahmetli oluyor ve çok zaman alıyor. Ne dersiniz? Karşımızdaki insanlarla konuşurken, derdimizi anlatırken, insanların derdini dinlerken, haklı ya da haksız olduğuna bakmaksızın, ses tonumuza biraz daha dikkat etsek, sizce de iyi olmaz mı?