Ama manevi ilimlerin tahsil edildiği ve faaliyette bulundukları dönemlerde her biri birer nefis terbiye mektepleri gibi fonksiyon gösteren eğitim kurumlarıdır şeklindeki tanım daha yerine oturmaktadır. Bu kurumlarda, Peygamber varisi olan gönül sultanları etrafında toplanan gönül erleri dağarcıklarını manevi bilgilerle doldurmaya çalışırlar, yapılan irşat sohbetlerinden feyz alırlardı. Dergâhlar, eğitim yuvaları olma özelliklerinin yanı sıra birer sosyal yardımlaşma ve dayanışma merkezi olarak da nesilden nesile bir kültür aktarımı fonksiyonunu da yerine getirmişlerdir. Dergâhları, ortak anlayışla tanımlamak istersek, Allah'ın sevgisini kazanmak için yine Allah'ı sevme metotlarının öğretildiği; bir başka deyimle Kur'an, Hadis, Fıkıh ve tasavvuf bilgilerinin öğretildiği gibi zikir ayinlerinin de düzenlendiği ve sadece Allah'ın rızasının amaçlandığı kurumlardı diyebiliriz. Dergâhlar genelde bir Allah dostunun türbesinin bulunduğu yerlerde inşa edilmişlerdir. İnşa edilirken burada görev alacak muhibbi, derviş gibi gönül erlerinin, Allah'a marifet yoluyla daha yakın olmak için ibadet, riyazet ve zikirle meşgul olanların barınabilecekleri mekânlar da düşünülmüştür. Bu mekânların yanı sıra mutfak, misafirhane, kütüphane, çilehane gibi sosyal alanlarda bulunmaktaydı. Yerleşim yerlerinin dışında ve yol üzerlerinde özellikle yolculuk yapanların ibadet, yeme ve barınma ihtiyaçlarına cevap vermek üzere yapılmış ve dergâhlardan daha dar kapsamlı olan aynı amaçlı kurumlara da zaviye denilmiştir. Kaynaklardan elde edilen bilgilerden ilk dergâhın, Remle'de Ebu Haşim el Kufi tarafından kurulmuş olduğunu öğreniyoruz. Zamanla da gelişerek İslam coğrafyasında çok geniş bir yelpaze oluşturmuştur. Birbirlerine yanlış/hatalı demeden bize göre böyle denilecek farklılıklarda ortaya çıkmıştır. Her biri bir kutup olan Abdulkadir Geylani, Ahmet Rufai, Ahmet bedevi, Hasan Ali Şazeli, Bahaeddin Nakşibendî, Hacı Bektaşi Veli, Hz Mevlana gibi Allah dostlarının görüşleri ve bu görüşlerini devam ettiren milyonlarca sevenleri olmuştur. Bilindiği üzere, Osmanlı Devletinin son zamanları ile yeni Cumhuriyetin ilk yıllarındaki geçiş döneminde bazı kurumlarda olduğu gibi dergâhların bir kısmında zaman zaman kuruluş amaçlarından uzaklaşma eğilimi gösterdikleri şeklinde tespitler yapılmıştır. Böylelikle de yönetim görevinde bulunan insanlarımızın bu kurumlara olan samimi duygularında da güven problemleri gündeme gelmiştir. Bu tür olumsuz intibalardan dolayı 1925 yılında 677 sayılı Kanun ile Tekke ve Zaviyeler kapatılmıştır. Günümüzde yok denilse de var olan tasavvufi faaliyetler nefis terbiye fonksiyonlarını imkânları ölçüsünde devam ettirmektedirler. Vakıf ya da dernek statüsünde hayat bulan bu kurumlarımız, hizmetlerini kendileriyle ilgili yürürlükte bulunan mevzuata aykırı olmayacak şekilde devam ettirmekte oldukları malumlarınızdır. Günümüzde Bektaşi ve Mevlevi âyinleri, devlet erkânının da hazır bulunduğu mekânlarda düzenli olarak icra edilmektedir. Var oldukları halde bir türlü görülemeyen/görülmek istenmeyen diğer ekollerin de âyinlerinin yine devlet erkânının hazır bulunduğu veya en azından düzenleyenler ile katılımcıların resmi izin alarak gerçekleştirmelerine imkân tanınması insan hakları yönünden bir ihtiyaç olduğu düşünülmektedir. İşte bu bakış açısından dolayı hayatı boylunca kendi inanç kültürüne kendini adamış bir kanaat önderinin, hangi ekolün/yolun ne tür bir görevini yürütmüş olduğu ancak vefat ettikten sonra yazılı ve görsel medyada ifade edilebilmektedir. Tasavvuf ilmi, bir ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır. İslam inancının çok kısa bir sürede geniş bir coğrafyaya yayılması ve Müslüman sayısındaki artışlar sonucunda yeni İslamiyet'e yeni girenlerden bazı insanlar eski inanç ve adetlerini hemen söküp atmada zorlanmışlardır. Asr-ı saadetteki inanç saflığından zamanla uzaklaşma temayülü görülmesine sebep olduğu için zamanın din büyükleri etrafında insanların toplanmasıyla mezhepler ve dini ekoller/yollar ortaya çıkmıştır. Kendisini tasavvuf ilmine adamış ve irşat görevini yerine getirme yeterliğine sahip İslam âlimlerine mutasavvuf /mürşidi kâmil denildiği zaten bilinmektedir. İslam mutasavvufları irşat görevlerini yerine getirirken ihtiyaç halinde çevresindeki gönül erleriyle kılıç/silah kuşanarak savaşlarda da önemli yararlılıklar göstermişlerdir. Bir dergâha devam eden orada hizmet eden ve o dergâhtaki kanaat önderine hayranlıkla itaat eden ama günlük yapılması gereken vird/yani ders almamış olan gönül insanlarına muhibbi denilmekteydi. Muhibbilerden de, Peygamberimiz'in(s.a.v.) varisi olarak kabul ettiği bir mürşidi kâmile bağlanan ve Allah'ın emrettiklerini yapmaya, yasaklarından kaçınmaya, beş vakit namaz kılmaya, senede bir ay Ramazan orucu tutmaya, üzerine farz olduğunda zekât ve hac görevlerini yerine getirmeye bir daha söz vererek onun tarifine göre günlük olarak ders yapmayı kabul etmesinin yanı sıra sadece Allah'ın rızasına talip olmak üzere dergâhın ve mürşidinin hizmetinde bulunan gönül insanlarına da derviş veya mürit denilmekte idi. Yine derviş olan kişiler: Kendini sözlerinin yanı sıra ve özellikle hal ve hareketleriyle çevresine örnek olmak, Her söz ve davranışının kontrol altında olma, bir başka deyimle kendisinin kayıttaki bir kameranın karşısında imiş gibi dikkatli olmak, Hz. Yunus gibi dergâha sadece söz, hal ve hareketlerin değil odunun bile eğri olanının girmemesi gerektiğini bilme ve bunu davranış haline getirmek, İçi Hakk'la, dışı da halkla beraber olacak şekilde yaşamak, Ölmeden önce ölmek(nefsini öldürme), Mütevazı olma ve EDEB'e riayet etmek, Başkaları için şüpheli olanların kendileri için haram olabileceği düşüncesine sahip olduğu için çok titiz davranması gerektiği gibi prensipleri kabul etmişlerdi. Bu hasletleriyle Allah'a(c.c.) layık bir kul, Peygamberimize(s.a.v.) layık bir ümmet ve gönül verdiği dergâha layık bir hizmetçi olmayı kabul ve ölene kadar da devam ettirmeye söz vermiş insanlardı. Geçen hafta içinde idrak ettiğimiz Muharrem Ayı'nda kendisini Müslüman olarak değerlendiren ama farklı anlayışlara sahip insanlarımızın aynı iştiyak içinde haftanın özelliğine uygun olarak anma programlarının düzenlenmesi; hem Ehlibeyt'e hem de birbirimize karşı ne kadar saygılı olduğumuzu ortaya çıkarmıştır. Bir Hakk dostu ilahi formunda bestelenmiş olan şiirinin bir satırında nasıl terennüm ediyor. “Sana gülle dokunan umar mı şefaat ya Hüseyin” İzninizle yazımızı bir dua ile sonuçlandıralım. Allah'ım; Peygamberimiz senden neler istedi ve O'na neler verdiysen, bizde onları senden istiyoruz bizlere de ver. Yine Peygamberimiz nelerin şer ve kötülüklerine karşı sana sığındı ve onlardan O'nu koruduğun gibi, bizleri de o şer ve kötülüklerden koru”¦Amin.