Kahvehaneden çıkıp arabalarına bindiklerinde asistanı vekil adayına, çok zor bir köy çalışması olduğunu belirtti ve vekil adayının bir çobanla neden bu kadar çok uğraştığını sordu. Vekil adayı, asistanının yüzüne baktı ve şunları söyledi: ””Ne yani, senin oyun bir oy da çobanın oyu yarım oy mu sayılıyor? Elbette ilgileneceğim. Sandıkta herkesin oyu bir oy sayıldığına göre herkese derdimi anlatmak zorundayım. Karşımdaki bir çoban olsa bile. Mesleğim gereği politikadan ve politikacılardan hep uzak kaldım. Ancak yukarıda kurguladığım olay, aslında gazeteci olarak görev yaptığım dönemde seçim öncesi bir akşam köy kahvesinde tanık olduğum bir olaydı. Beni vekil adayı ve asistanı çok da ilgilendirmiyordu. Ama ne yalan söyleyeyim, vekil adayının seçmene bakış açısını takdir etmiştim. Seçilebilmek için herkesin oyunu bir oy görüyor ve eşit sayıyordu. Çobanın oyu da bir oy, vekilin oyu da bir oy diyerek stratejisini asistanı ile paylaşıyordu. Vekil adayı, herkesin oyunu eşit gördüğü için milletvekili seçildi ve iki dönem mecliste görev yaptı. Lakin bunun konumuzla ilgisi olmadığı için asıl konuya gelmek istiyorum. Zaman”¦ Ömür”¦ Yaşam süresi”¦ Adına ne derseniz deyin, hep aynı yere çıkıyor. Durduramadığımız, geri döndüremediğimiz, parayla sarın alamadığımız kavram zaman. Herkes için aynı işliyor. Kimseye torpil geçmiyor. Çoban için işleyen zaman; vekil adayını, köylüyü, şehirliyi, zengini, fakiri, işçiyi, memuru hiç ayırmadan tıkır tıkır işliyor. Bir gün yirmi dört saattir. Ama herkes için yirmi dört saattir. Evrende yaşayan canlı ve cansız herkes için ve her şey için aynıdır. Lakin bazı insanlar, zamanı öyle bereketlendiriyorlar ki, zaman sanki onlara torpil geçiyor zannedersiniz. Nasıl başarıyorlar bunu diye merak ediyorsanız Buyrun birlikte inceleyelim. Planlı ve programlı bir yaşam biçimine sahip olan insanlar, zamanın kıymetini iyi bildikleri için, zamanı israf etmiyorlar. Hükmettikleri zaman dilimine çok değer veriyorlar ve bir dakikasını bile boşa harcamıyorlar. Ne zaman, hangi işi yapacaklarını, kimle görüşeceklerini önceden planlayıp randevu sistemini kullanıyorlar. Beklemiyorlar ve bekletilmiyorlar. Adeta, yaşamları boyunca alacakları nefesin sayılı olduğunu biliyormuş gibi, aldıkları her nefesin hakkını vermeye çalışıyorlar. Boşa nefes tüketmiyorlar. Zamanın değerini bilenler, içinde yaşadıkları zaman dilimini doya doya yaşıyorlar. Biliyorlar ki, sadece içinde bulundukları zamana hükmedebilirler. Dünü geri getirmek mümkün olmadığı gibi, gelecekle ilgili kimsenin bir garantisi olmadığını da biliyorlar. Bu sebeple, ana değer veriyorlar. Yani şu an, içinde bulunduğumuz an. Biz sadece bu ana hükmedebiliriz. Yaşanmışımızı, bir sinema şeridi gibi gözümüzün önünden geçirerek, mazimizi hatırlayabilir, güzel anılarla tekrar mutlu olabilir, kötü hatıralarla yüreğimizin tekrar burkulmasına neden olabiliriz. Geleceğe dair hayaller de kurabiliriz. Kendimizle ve ailemizle ilgili planlar yapabiliriz. Ama hiçbir zaman içinde yaşadığımız zaman kadar kıymetli değildir. Bu kadar kıymetli olan şimdiki zamanda neler yapıyoruz peki? Bol bol televizyon izliyoruz. Çalışıyoruz. Geziyoruz. Müzik dinliyoruz. Bol bol da uyuyoruz. Sonra. Sonra da vakit öldürüyoruz. Belki de şu yeryüzünde insanoğlunun öldürdüğü en değerli kavramların başında gelir zaman. Lakin pek kıymetini bilemediğimiz için zamanı öldürmeye devam ediyoruz. Zamanın kıymetini bilenler, zamanı anlamlandırmaya gayret ederler. İçini doldurmaya çalışırlar. Çünkü zaman avuçlarının içinden kaçıverdi mi insanların, tekrar yakalaması pek güçtür. Hatta imkânsızdır. Bu nedenle insan, arkasına baktığı zaman “Heyhat! Beyhude geçti yıllar!” demek yerine, yapması gerekenleri yapması gereken zamanda yaparsa mutlu olur. Zamanın bize haksızlık yaptığını, hemen geçiverip gittiğini düşünüyorsanız lütfen gerilim anlarınızı hatırlayın. Yaşadığınız sıkıntılı bir süreci getirin gözünüzün önüne. 17 Ağustos 1999 tarihinde gecenin saat:03.00'ı gösterdiği anı yaşayanlar iyi bilirler. Sadece kırk beş saniye sallanmıştık ama o kırk beş saniye, bitmek tükenmek bilmemişti. Hatta o kırk beş saniyelik zaman diliminde yaşadığımız olayları, dört - beş saatte anlata anlata bitirememiştik. Demek ki zaman, göz açıp kapayana kadar çabucak geçmiyor. Biz kendimizi öyle avutuyoruz. Bir şeyler üretmek için çok yoğun olduğunuzu, meşguliyetinizin had safhada olduğunu düşünüyorsanız, lütfen çevrenize bir bakınız. Çok meşgul olan kişiler, serbest olanlara nazaran daha çok iş çıkarırlar. Serbest insan, önünde çok zaman olduğunu düşünerek işlerini erteler. Oysa hayatı yoğun yaşayanların, erteleme gibi lüksleri yoktur. Ellerindeki işlerini bir önce bitirsinler ki, önlerindeki diğer işlere sıra gelsin ve öteki etkinliklere zaman kalsın. Kişisel ataletini yenemeyen insanlar, sürekli mazeret üretirken; çalışkan ve özverili insanlar, önlerine çıkarılan engelleri bir bir aşarak emin adımlarla hedeflerine yürürler. David Star Jordan'ın ifadesiyle: “Nereye gittiğini bilen kimseye yol vermek için dünya kenara çekilir.” Yeter ki, biz nereye gittiğimizi ve ne yapmak istediğimizi bilelim. Ve yapacağımız şeye inanalım. O zaman yapacaklarımız için hem vakit buluruz hem de nakit buluruz. Yazara mesaj: [email protected] www.yusufyesilkaya.net Not: Bu yazı; www.yusufyesilkaya.net , www.dinahlak.com ve www.haber46.com web sitelerinde eş zamanlı olarak yayınlanmaktadır.