Dünya savaşlar tarihine en önemli savaşlar olarak kayıt düşerken, savaşlar en acımasız yüzünü bu dönemde göstermiştir. Dünya siyasî arenasında dengeler alt-üst olmuş, birçok ülke tarih sahnesinden silinmiş, hakeza birçok ülkenin haritasında çok ciddi anlamda değişiklikler olmuştur. Özellikle İkinci Dünya Savaşı'nda insanlığın yaşadığı tahribat ve trajedi insanları daha fazla düşündürmeye sevk etmiştir. Ve bu sonuç az da olsa meyvelerini vermiştir. Savaşların sayısını ve hızını azaltmaya ve yavaşlatmaya yönelik Birleşmiş Milletler Teşkilatı ve Avrupa Ekonomik Topluluğu gibi kuruluşlar kurulmuştur. Dünya siyasetine iki aktif oyuncu ABD ve Rusya yön vermeye başlamış. Siyaset bilimine “Soğuk Savaş Dönemi” olarak geçen bu dönemde dünya çift kutba ayrılmıştır. Bu dönemin en önemli aktörleri olan Rusya ve Amerika'nın kurduğu oluşumlar, dünya görüşleri, siyasi güçleri; ülkelerin gerek iç gerek dış siyasetini etkilemiştir. Soğuk Savaş Dönemini en şiddetli yaşayan ülkelerin başında ülkemiz gelmektedir. Türkiye ile Rusya'nın son üç yüz yıldır onlarca savaşı ortada iken, Rusya'nın yeni rejimini hareket alanındaki bütün ülkelere yaymaya çalıştığı, bitişik komşusu Türkiye'den alenen Boğazlar, Kars ve Ardahan'ı altın tepside istediği bir dönemde Türkiye'nin başının ağrımaması mümkün mü? Soğuk Savaşı her an ensesinde hisseden Türkiye'nin gelişmelerden en çok etkilendiği vakıadır. Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasî yaşamının en önemli kilometre taşını kuşkusuz 12 Eylül ihtilalı oluşturmaktadır. 12 Eylüle giden süreç ve sonrası ülkeye, ülke insanına getirdiği ve götürdüğüyle derinlemesine masaya yatırılmamıştır. Bilmiyorum acaba abartıyor muyum? Aradan 30 yıl geçmesine rağmen neredeyse her fikir akımının her partinin her toplumsal sınıfın farklı bir 12 Eylül zihniyeti algılaması vardır. Kamuoyunda daha çok söz sahibi olanların, gazetelerde ve televizyonlarda köşe başlarını tutmuş gazeteci ve yazarların bakış açısına göre 12 Eylül öncesi ve sonrası topluma verilmeye, anlatılmaya çalışılıyor. Acaba çoğunluğunu 68 kuşağı solcuların oluşturduğu bu insanların anlattıklarının ne kadarı yanlış? Ne kadarı yalan? Ne kadarı duygusal? Her şeyden daha önemlisi de ne kadarı doğru ve objektiftir? Bu dönemin sağlıklı ve akademik olarak incelenmesi için, ideolojik kamplaşmanın sağında yer alan ve 12 Eylülün önemli mağduru olan ülkücülere pek mikrofon uzatılmıyor. Dolayısıyla hakikatin bir veya birçok parçası eksik kalmış oluyor. Bu dönemin sağda ve solda mücadele veren, en güzel gençlik yıllarını toplumsal meselelere kafa yoran, hayatlarını neredeyse sıfırlayan idealist insanların bazıları geçmişini ve siyasî fikrini sorgulama ihtiyacı duymuştur. Bahse konu olan tefekkür birçok hatıra, günlük, araştırma kitabını doğurmuştur. Bu eserlerin çoğunluğunun sola ait olduğunu, son yıllarda da Türk milliyetçisi ve ülkücü birçok aydının konuyla ilgili eserlerde artış gözlendiğini söyleyebiliriz. Bu yazıda ülkücü harekette muhtelif konumlarda bulunmuş akademisyen Turan Güven'in “İnsan Gelecekte Yaşar”, siyasetçi Yaşar Okuyan'ın ”O Yıllar” tutuklu ve mâhkum Oğuzhan Cengiz'in “Kapıaltı” ve “Yanıkkale” isimli günlüklerini incelemeye çalışacağım. Neticede bu insanların yazdıklarından tümevarım yöntemiyle genellemeler yapmak çok sağlıklı olmayabilir. Ama milliyetçi camia içerisinde farklı konumlarda yer almış bu kişilerin eserlerinden bazı sonuçlara ulaşılabilir. İNSAN GELECEKTE YAŞAR [1] Prof. Turan Güven, eserin hangi kategoriye gireceğini ve ne amaçla yazdığını Önsöz'de şöyle anlatır: “Kitapta küçük bir hayat hikâyesi, hatırat, felsefe, psikoloji ve temiz bir aşk var; ama hiçbiri tek başına değil”¦ Beşinin karışımı ve birbiri içine girmesiyle ortaya bu mütevazı kitap çıktı. Çok iddialı değilim; ama hayatımın bir ülkücü tiplemesine vurgu yaptığını düşünüyorum. Çünkü bu camiada, benim hayatımın benzerini yaşamış on binlerce insan var. Karşılaştığı küçük ve basit engellerle dünyası yıkılan gençlerin bu kitaptan alacağı dersler olacaktır”¦”(s.17) Eser, Güven'in çocukluğundan, akademisyenlik hayatına başlayacağı zamana kadar ki dönemi kapsar. Yazarın yolu Ülkücü hareketle Ankara'da Yüksek Öğretmen Okulu'nda okurken kesişir. 68 Kuşağının ülkücü önderlerinden olan Turan Güven, Ankara Ülkü Ocakları Birliği'nin kurucularından olup, MHP Gençlik Kolları Genel Başkanlığı, Üniversite, Akademi ve Yüksek Okul Asistanları Derneği'nin Genel Başkanlığı, Ülkücü Öğretmenler ve Öğretim Üyeleri Derneği Genel Başkan Yardımcılığı görevlerinde bulunmuştur. Kendisini ülkücü olmaya iten saikler, solun üniversitedeki boykotları, solla olan mücadeleleri, heyecanları, kavgaları, hayal kırıklıkları, başarı ve başarısızlıkları, MHP, Alparslan Türkeş ve Ülkücülük ve milliyetçilikle ilgili ilginç tespitleri kitabın omurgasını oluşmaktadır. Yazar, kitapta toplumsal olaylardan, siyasi mücadelelerden bahsederken, yaşadığı saf ve tertemiz aşk özelde kendisinin ama genelde bir neslin hikâyesidir. Ancak herkes yazar kadar şanslı değildir. Bu aşkın vuslata kavuşması ne kadar sancılı olsa da sonu evlilikle bitmesi ve eşine hâlâ aşık olması günümüzde bu kitabı okuyanların arzuladığı bir istektir. Ülkücülerin sosyolojik olarak ezici bir kısmının taşra kökenli, sosyo ekonomik durumu zayıf ailelerin çocuğu olduğunu bu kitapta ve birçok kaynakta yine karşımıza çıkmaktadır. Örneğin Güven, 1967'de Ankara Yüksek Öğretmen Okulu'na ilk geldiğinde yurtta yemeklerde kullanılan sığır etini görünce şaşar: “Dana eti yenir mi?” sorusunu sorar. Aslında çatışmanın da altında yatan sebeplerin başında da bu nedenin olduğunu söyler yazar. Solun içerisinde de fakir-fukara çocukları olmakla birlikte işçi ve emekçi olmayan, tuzu kuru birçok insanın olduğunu belirtir. Anadolu'nun muhtelif yerlerinden kalkıp okumaya gelen bu ülkücülerin solun ideolojik yaklaşımından rahatsız olması, zamanla kendilerine doğrudan tacizin gelmeye başlaması; okullara alınmama vb. etkenlerle nefsi müdafaaya başladıklarını vurgular. 68 kuşağının solda mücadele edenlerin yazdığı birçok eserde kendilerinin de nefsi müdafaa için kavgaya girdiklerini belirtir. Güven, solun örgütlenmesinin 5-10 yıl daha erken yapıldığını, Fransa'da 1968'in mayısında çıkan öğrenci olaylarının onlarca ülkeye sıçraması ve birkaç ay sonra da Türkiye'ye sıçraması sonucunda ülkede öğrenci olayları tırmanmaya başladığını belirtir. MHP ve Ülkü Ocakları'nın mücadeleye başladığı tarihi göz önünde aldığımızda Güven'in tezini daha doğru bir tespit olduğu dikkat çekmektedir. 1967'de okullarda ayrışmanın, ideolojik kamplaşmanın bu boyutta olmadığını belirtir yazar. Kitapta hatıralarıyla örtüşen birçok fotoğraf kullanılmıştır. Ankara Yüksek Öğretmen Okulu'nun hazırlık bölümünde okurken(1967) arkadaşlarıyla çektirdiği bir fotoğraf bulunmaktadır. Fotoğrafın altında arkadaşlarını teker teker isimlerini yazarken çok önemli bir ayrıntıyı bizlere vurgular: “Yüksek Öğretmen Okulu Hazırlık Lisesinde okurken henüz iki kampa ayrılıp vuruşmaya başlamadığımız dönemde arkadaşlarla mutlu bir anımız”¦ Ertan Önal (Bir yıl sonra beni öldürmek için can düşmanım haline gelecek)”(s.176) yazar bahsettiği bu arkadaşının daha sonra elinde bomba ile binaların damına çıkarak kendisini tehdit ettikten sonra elinde bomba patlayarak kolunu kaybettiğini söyler.(s.220) Lenin'in kalpaklı fotoğraflarının okul kantinlerine asılmaya başladığı dönemlerde; dekanlığın kıyıda köşede kalmış bir panosuna esir Türklerin uğradığı zulüm ve işkenceleri belgeleyen bazı resimler astıklarını, panoda bunların sadece yarım saat kaldığını, komünistlerce paramparça edildiğini söyler. Fen Fakültesinin kantinine okul hayatı boyunca sadece iki kez girebildigini soyluyor Guven. Daha sonraki dönemlerde de okul solcu öğrenciler tarafından işgal edilecektir. Okuma haklarının ellerinden alınmasına karşı haklarını savunmak için Cumhurbaşkanı, Emniyet Müdürü, Rektör ve Dekan başta olmak üzere çalmadık kapı bırakmadıklarını belirtir.(s.380) Devlet otoritesinin ciddi anlamda zaafa uğradığını, kamu düzenini tesis etmesi gereken devletin kurum ve kuruluşların tatile çıktığını söylerken durumun vahametini şu cümlelerle anlatmaya çalışır: “Ülkede bir siyasal otorite boşluğu vardı. Sanki devlet sokaklardan ve üniversitelerden silinmiş gibiydi; sağır bir devlet vardı karşımızda; ne komünizmin ayak seslerini, ne de mazlumların göğe yükselen feryatlarını duyabiliyordu”¦ Devlet, gözünün önünde olup bitenlere sessiz kalıyor ve bir kenarda bizim yok oluşumuzu seyrediyordu.”(s.298) Basın ve TRT'nin kendilerinin mağduriyetine sahip çıkmak bir yana ülkücüleri halka “öcü” gibi gösterdiğini, bol bol fişleme yaptığını söyler. Üniversitelerde devlet otoritesinin bitmesine üniversitedeki bazı ve önemli solcu ve sola sempati duyan öğretim üyelerinin çanak tuttuklarını belirtir. Her geçen olayların daha büyüdüğünü ve çatışmanın farklı bir boyut aldığını Turan Bey şöyle ifade eder: “Etrafın toz duman olduğu bir zamanda vuruşan taraflardan biriydik. Tabiri caizse taş devrini, demir devrini ve delikli demir devrini hızlı bir şekilde yaşadık. Önce taşlar ve sopalarla, sonra demir çubuklarla, en son aşamada da silahlar ve bombalarla birbirimize girdik”¦”(s.13) Kişiliği gereği, canı yanmadan kimsenin canını yakmadığını, kimseye sistemli ve bilinçli bir düşmanlık yapmadığını anlatır. (s.221) Yazarın birçok kez tutuklanıp, nezarette ve cezaevinde kaldığını, ölümü her an enselerinde hissettiklerini yazdıklarından anlıyoruz. Sol literatürde 12 Mart Muhtırasında ve sürecinde sağın hiçbir sıkıntı yaşamadığını balyoz etkisini sadece solun yediğini belirtir. Güven'in eserine göre Ülkücülerin 12 Eylül'deki kadar ezilmediklerini ama sol kadar da hırpalanmadıklarını söyleyebiliriz. Ama bunu söylerken özellikle de sol adına en çok sesi çıkan yer altı solunun kamu otoritesini yıpratmak ve yıkmaya yönelik vebalinin göz ardı edilmemesi gerekir diye düşünüyorum. Yazar, solun daha doğrusu komünistlerin Rusya ve Çin eksenli Türkiye'ye baktıklarını, yerli olmadıklarını, Ülkücülerin ise yerli ve milli olmakla birlikte güncel olmadığını; komünistlerin ise yerli ve milli olmamakla birlikte güncel olduğunu ifade eder. Güven, çok ciddi anlamda gençliğini, fikir yolculuğunu sorgulamaya çalışır. Ülkücülerin kuzeyden Türkiye'ye karşı komünizmin gelmemesi için büyük sivil mücadele verdiğini ama Amerikan emperyalizmine karşı çok ciddi çıkışlarının olmadığını belirtir. Ülkede Amerikancı ve antiamerikancı bir geleneğin olduğunu ama milliyetçiler olarak Amerika aleyhinde bir şeyler söylenmediğini, söylendiği takdirde NATO'nun varlığı tehlikeye düşer, bu da Rusya'nın işine gelir gibi bir mantığın kendilerinde hâkim olduğunu, açıktan açığa hiç kimsenin Amerikancıyım, demediğini belirtirken hiçbir fikir akımının “Ne Amerika Ne Rusya, Bağımsız Türkiye” sloganını ne solun ne sağın kullandığını ifade eder.(s.214) Oysaki bu sloganın çok benzer versiyonu olan “Ne Amerika Ne Rusya Her şey Türk İçin, Türkiye İçin” sloganını yetmişlerin ortalarından itibaren ülkücülerin söylediğini Turan Güven gibi bir kalemin es geçmesi çok ilginçtir. O YILLAR [2] İkinci kitap olarak da Yaşar Okuyan'ın geçtiğimiz aylarda yayımlanan “O Yıllar” kitabını anlatmaya çalışacağım. Birçok partide faal olarak görev yapan, 2 dönem milletvekili, bir dönem bakanlık yapan Okuyan, şüphesiz en renkli, en sıkıntılı ve en heyecanlı günlerini MHP çatısı altında yaşayacaktır. Babadan CHP'li bir evde dünyaya gelen, dedesi ve dayısının Türkeş ile yakın dostluğu sayesinde ülkücü hareket ile çok erken yaşlarda tanışacaktır. 1971'de 21 yaşındayken partinin Genel İdare Kurulu'na girecektir. 1977'den ihtilala kadar MHP Genel Sekreter Yardımcısı olarak görev yapacaktır. İhtilalda MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davasından idamdan yargılanan kişilerin arasındadır. Mamak Cezaevi ve Dil Okulu'nda cezaevinde tutuklu kalmıştır. Okuyan'ın gerek Türkeş ile yakın ilişkileri, gerek 68”“80 arasındaki partideki aktif görevi, ihtilalın MHP'nin üst yöneticileri etkisi anlamında Yaşar Okuyan'ın hatıraları önem arz etmektedir. Kitabı kabaca üç bölüme ayırabiliriz. İlk bölüm Alparslan Türkeş ve Ülkücü Hareketle tanıştığı günlerden cezaevi günlerinden sonraki döneme kadar ki olayları kapsar. İkinci bölümde cezaevinden bir yakın akrabasına yazmış olduğu (40) mektuplar yer almaktadır. Üçüncü bölümde ise muhtelif belgelerden oluşmaktadır. Bunların bir kısmı kendisiyle ilgili, bir kısmı da o dönemle ilgili belgelerdir. İhtilal sonrası Genelkurmay Başkanlığı'nca hazırlanan ”12 Eylül 1980 Sonrası Tedbirleri ve Türkiye'mizin Yakın Geleceği Üzerine Bir Rapor Denemesi” isimli çalışmayı irdeleyerek 12 Eylülü sorgulamaya çalışmıştır yazar. MHP, ülkücüler ve Alparslan Türkeş hakkında yapılan çalışmalarda karşılaşılmayan veya teğet geçilen bazı hususları Okuyan'ın eseri açıklama getirmiştir. Örneğin bazı Ülkücü ve MHP'lilerin Menzil tarikatıyla bağlarının ihtilal sonrası döneme tekabül ettiği bilinir. Yazar, kitapta bu konuda Türkeş ve bazı parti yöneticilerinin karışık tavrını dile getirir. (s.143”“4) Türkeş'in Musevi cemaatinin ileri gelenleriyle sık sık bir araya geldiğini, gerek demeçleri gerekse kendinin dilinden hiçbir zaman Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Ermeni ve Yahudiler hakkında düşmanlık ve infial kokan bir cümleyi ağzından duymadığını belirtir.[3] 77 Seçimlerinde partiye yardım eden işadamlarının ismi ve yardım miktarını açıklar. Bunların arasında Üzeyir Garih gibi kişilerden bahseder.(s.66) Bilindiği üzere CKMP'nin MHP adını aldığı Adana kongresinde(1969) sadece parti adı değişmekle kalmayıp, partiye yön veren ideolojik renk ve doz da değişmiştir. Bu kongreden sonra emekli askerlerin önemli bir kısmı ile ve aşırı Türkçü grup partiden ayrılmıştır. İstanbul'dan Adana'daki kongreye gelen kişilerin arasında Okuyan'da vardır. Türkçü grup ile sopalı ciddi kavgaları hem kongre salonunda hem de İstanbul'a gidene kadar verildiğini söyler. Olayın sadece küçük bir tasfiye olmadığını, kavgaların ve mücadelenin ciddi boyutlarda olduğunu yazar belirtir. Yazar, birtakım ajanların partiye sızdığını bunları deşifre etmek için ellerinden gelen gayreti gösterdiklerini belirtir. Bazı gazete ve dergilerin kendisi gibi birçok arkadaşını hedef göstermeye çalıştıklarını, kendisine yönelik resmi tehditlerin artması sonucu emniyet tarafından kendisine koruma polisi verildiğini anlatır. İdeolojik kavganın hangi boyutlara ulaştığıyla ilgili küçük bir de örnek verir. Solcu kardeşi Arif ile uzun yıllar konuşmadığını, kardeşinin soyadını değiştirdiğini, babaları öldükten sonra ve Berlin Duvarının yıkılmasına yakın barıştıklarını beyan eder.(s.149) 80 öncesi siyasi cepheleşmenin, siyasetteki tıkanıklığın had safhada olduğu dönemde diyalog kapılarının açılmasına yönelik birtakım teşebbüsler olmuştur. Bunlardan birisini de kitaptan öğreniyoruz. Okuyan, Türkeş ve Ecevit'i bayram ziyaretinde bir araya getirip basın aracılığıyla birtakım mesajlar vermek düşüncesiyle önerisini MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak ile zamanın CHP'li Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay'a açar. Türkeş, Dalokay ve Sazak bu işe tamam, der. Ecevit'e haber gönderilir. Gelen cevap: “Bu bizi sıkıntıya sokar. Ben bunu örgüte anlatamam.”(s.76) İhtilal sonrası “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davasından” idamdan yargılanır. Bu süre zarfındaki cezaevi günleri kitabın ilgi çekici bölümlerini oluşturmaktadır. Özellikle de Mamak Askeri Cezaevi'ndeki ülkücülere yapılan işkencelerden Okuyan da nasibini alır. 8 yaşındaki çocuğunun ve eşinin karşısında zorla İstiklal Marşı ve Andımız okumaktan tutun da tuvaletleri 29 gün boyunca sırf başka malzeme olmaksızın elleriyle temizlemelerine kadar; envai çeşit, hakaret, küfür ve manevi işkencelerden bahsedilir. Ülkücülerin yaşamış olduğu derin hayal kırıklığını Okuyan da yaşar. Yakın akrabasına göndermiş olduğu mektuplarda cezaevindeki günlük ve rutin olaylar, ihtilalın Ülkücü ve MHP'lilere acımasız tavrı geniş yer tutar. “Görüldü” onayından geçen mektuplarda çok ciddi anlamda olmasa da cezaevindeki olumsuz ve hukuk dışı uygulamalardan bahsedilir. Bu arada kendilerinin idamdan yargılanmasına rağmen idam edilmeyeceklerine dair inancını hep korumuştur. OĞUZHAN CENGİZ KİMDİR? Oğuzhan Cengiz'i kısaca birkaç cümle ile şöyle tanıtabiliriz: Cengiz, Milliyetçi-muhafazakâr çizgideki bir babanın çocuğu olarak İstanbul'da dünyaya gelir. Soğuk Savaş yıllarının gençleri öğüttüğü ölüm değirmenlerinin yaşandığı 68”“80 yılları arasında ülkücü olarak çatışmaların ortasında kendini bulur. Ülkücü kimliğiyle birçok olaya karıştığı için cezaevine konulur. Cezaevinden bir süre sonra birkaç arkadaşıyla birlikte firar eder, yaklaşık olarak 20 ay kaçak gezer. Daha sonra ihtilaldan birkaç ay önce babasının da isteğiyle teslim olur. İstanbul, Edirne ve Malatya cezaevinde toplam 11 yıl yatar. Cezaevi sonrası yarım kalan yaşamına kaldığı yerden devam eder. Önce askerliğini yapar, sonra evlenir. Ticaret ile meşgul olur. 1997”“2000 yılları arasında MHP İstanbul İl yönetiminde bulunur. Bugün yayıncı ve yazar olarak çalışmalarına devam etmektedir. Cengiz, cezaevi yıllarında ender olarak günce tutan ülkücülerden biridir. Cezaevi yöneticileri tarafından günlüklerinden bir kısmına el konulur. Kurtarabildiği günlüklerini “Yanıkkale” ve “Kapıaltı” isminde birkaç yıl kadar önce yayımlar. YANIKKALE [4] Günü gününe tuttuğu günlükler 1 Ocak 1982'den Edirne cezaevinden ayrıldığı 2 Haziran 1982 yılına kadar devam eder. Edirne Kapalı Cezaevi'nin halk arasında yürekleri yakan anlamındaki “Yanıkkale” ismini kitaba başlık olarak verir Cengiz. Bu kitapta topladığı günlükleri daha çok deneme tadında olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle adeta mahkûmun zihin dünyasını oluşturan cezaevi, siyasî mahkûm, af, özgürlük, sayım, volta, ziyaretçi, mektup kavramları üzerinde duygu ve düşüncelerini anlatmaya çalışır. Yazar, örneğin ziyaretçisi gelmeyen mahkûmun oldukça gergin ve öfkeli olduğunu belirtir. Kendisinin de ziyaretçisi çok az gelenler sınıfında olduğundan ziyaret saatlerini özellikle uyumaya ayırır. Yazar, cezaevindeki günlerini kitap, dergi ve gazete okuyarak, güncesini yazarak, ibadetlerin bir parçası olan Kuran-ı Kerim okuyarak kendisini yenilemeye, geliştirmeye çalışır. Kendisi bu durumunu aksiyon adamı olmaktan fikir adamı olmaya yöneliş olarak yorumlar. Okuma ve yazma beraberinde düşünme eylemini aktif olarak kullanmayı getirir. Özellikle dünya görüşünün sorgulanmasına ve yaşanılan olaylar hakkında o dönemin ilginç tahlilini yapar: “Türkiye, bu yıllarda bir ateş çemberinden geçti. Toz, duman ve kan içinde savrulup giden bir nesil vardı. Ülkemin kara göklerine bakarak, zaman zaman gözyaşı döken, zaman zaman mermiler kusan bir nesil. Nasıl bir çaresizlik içine düşülmüştü ki, ölüm çare oluyordu bazen, yok etmek çare, yok olmak çare oluyordu. Zor ve acımasız günleriydi ülkemin. Herkes kadar herkes kadar haklı, herkes herkes kadar haksızdı. Suçlu ve suçsuz kavramlarına inanmıyorum. O günün şartları içinde, olayları yaşamaktan, takip etmeye zamanımız kalmıyordu. Ne için ve kim için ölüyorduk, öldürüyorduk? Bu sorunun cevabını kendi şahsım adına biliyorum, ama bilmeyerek ölen ve öldüren yüzlercesini tanıdım. Sadece macera ve hareketin olduğu yere akan yüzlerce insan”¦ Onlar için ideal, ülkü, ufuk gibi kavramlar yoktu. Öncelikle mensubiyet duygusunu yaşayarak, kendilerini bir yere mal ederek var olmanın yollarını arayan bir sürü insanın, siyasi aksiyon içine katılması seviyeyi müthiş düşürdü. İdeolojik militarizm, şahsî inisiyatifin eline geçmeye başladı. İhtiraslar, hesaplar karıştı işin içine. Kıyım işte bu noktada başladı ve hiçbir kabahati, günahı olmayan masumların canı yandı.”(s.132) Edirne Cezaevindeki günlüklere göre siyasî mahkûmlar yetkililer tarafından herhangi fiziksel işkenceye tutulmaz. Koğuşlarda farklı görüşlerdeki mahkûmlar karışık bir şekilde bulunmamaktadır. Cezaevinde özellikle kışın ısınma ile ilgili sorunlar dikkat çekmektedir. KAPIALTI[5] Kapıaltı, yazarın Edirne Cezaevi'nden yola çıkıp Malatya Cezaevi'ne ulaşmasıyla başlayıp 11 Aralık 1986 yılına kadar ki günlüklerden oluşmaktadır. 83”“84 yılları arasında tutulan güncelerde sadece yıl olarak yazılmış gün ve ayın tarihi belirtilmemiştir. Yazarın Malatya'daki Cezaevi günleri Edirne Cezaevindeki günlerine göre daha sancılı, zorlu geçmektedir. Özellikle Edirne'den gelmeleriyle birlikte işkence de başlamaktadır. Her ne kadar ülkücülerin ihtilal sonraki günlerdeki “Mamak” işkencehanesi kadar olmazsa da yaşanılanlar korkunç düzeydedir. Karıştır-Barıştır politikasının yansıması olarak farklı görüşteki mahkûmları aynı koğuşa konulur. Bundan dolayı da kavgalar sıradan hale gelmektedir. Misal olarak bazen kavga yapmamaları için yemekte kullanılan çatal, kaşık, bardak, sürahi ve benzeri eşyalar dahi ellerinden alınır, yemekler kaşıksız, çatalsız yenilir. İlk birkaç yıldan sonra işkence azalır, koğuşlardaki farklı görüştekiler ayrıştırılır. Cezaevindeki kavgalar sadece karşıt görüştekiler arasında olmaz. En yakın arkadaşlar ve dava arkadaşları arasında dahi olur. İlk yıllarda tutulan günlükler az olmakla birlikte yaşam koşullarının iyileşmesiyle birlikte güncelerin de düzenli olarak tutulması dikkat çeker. Kapıaltı günlükleri ile Yanıkkale günlüklerini karşılaştırdığımızda Malatya'daki güncelerde daha çok gündem ile ilgili haberler, okunan gazete, dergi ve kitaplar daha fazla yer tutar. Yazar, hoşuna giden, ilgisini çeken eser ve şiirler hakkında günlüğüne kayıt düşmektedir. Fahir Armaoğlu'nun “20. Yüzyıl Dünya Siyasi Tarihi”nden, İbn-i Haldun'un “Mukaddime” sine; George Orwel'in “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”ünden, Osman Turan'ın “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”ne; Cemil Meriç'in “Mağaradikiler”den, Yavuz Sultan Selim'in ”Divanı”na kadar birbirinden farklı kallavi birçok kitap okuduğunu günlüklerden çıkarıyoruz. Bu okuma serüvenin ileriki yıllarda yazarlıkla sonuçlanacağı da iyi biyografi okurları tarafından sezebileceğini tahmin ediyorum. Cengiz, bunun dışında cezaevine düşmeden önceki ve firar günleri hakkında da zaman zaman bahsetmektedir. DEĞERLENDİRME Neden Turan Güven, Yaşar Okuyan, Oğuzhan Cengiz? Neden bu kişilerin eserleri örneklem seçildi? Sorusu akla gelebilir. Bu alanda ve anlamda ülkücülerin yazılı literatürünün çok zengin olmadığını, dar alanda tercih yaptığımızın göz önünde bulundurulması gerekir. 12 Eylüle giden sürecin tahlili için Turan Güven'in “İnsan Gelecekte Yaşar”, Yaşar Okuyan'ın “O Yıllar”, isimli hatıra kitabı ön plana çıkmaktadır. 12 Eylül sonrası yaşanılanlarla ilgili de Oğuzhan Cengiz'in “Yanıkkale” ve “Kapıaltı” günlükleriyle Okuyan'ın “O Yıllar” kitabı tercih edilmiştir. Oğuzhan Cengiz'in günlüklerden oluşan eserleriyle, Okuyan'ın “O Yıllar” eserinin kitabının önemli bir kesimi ihtilal sonrası bir yakın akrabasına yazmış olduğu mektuplar ve muhtelif belgelerden oluşmuştur. Sıcağı sıcağına yazıldığı için bu eserler o dönemin fotoğrafını daha canlı yansıtmaktadır. 80 öncesi MHP çizgisinde politika yapan bu kişilerin 80 sonrası da aktif politikada, partileri farklılık arz etse de, ”“bazılarının aktif politika hayatı kısa sürse de- olması ve kendilerini hâlâ ülkücü, milliyetçi olarak görmesi Türk Yurdu dergisinin 12 Eylül özel dosyasına uygun düşmüştür. Oğuzhan Cengiz'in yayıncı ve yazarlığı, Turan Güven'in akademisyen ve Yaşar Okuyan'ın aktif politikacı kimliği örneklemin çeşitlilik arz etmesi için seçilmiştir. Bahse konu olan 3 yazarın 4 kitabı hakkında bazı değerlendirmelerde bulunulmaya çalıştık. Ülkücü ve milliyetçilerin kendilerini ifade etmeye yönelik yazılı metinlerin cılız olduğunu söylemiştik. Kendilerini kavganın içerisinde bulan Türk milliyetçilerinin hangi şartlarda kavgaya girdiklerini, yaşadıkları mağduriyetin rengi ve tonları, baba bildikleri devletten özellikle de 12 Eylül'de yediği tokatların etkisi, ciddi fikri sorgulama vb. birçok sorunun cevabını kendi yazmış olduğu kitaplarda anlatmaya çalışmışlardır. (Not: Bu makale Türk Yurdu Dergisinin 2010 Eylül sayısında yayınlanmıştır.) [*] Eğitimci, E-posta: [email protected] [1] Turan Güven, İnsan Gelecekte Yaşar, 444 sayfa, 2006, İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları [2] Yaşar Okuyan, O Yıllar: 12 Eylül'den Anılar, Mektuplar ve Belgeler, 390 sayfa, 3. baskı,2010, İstanbul, Doğan Kitap [3] Ermeni Gazeteci ve yazar Levon Panos Dabağyan'ın CKMP ve MHP'de bilfiil siyaset yapmıştır. Alparslan Türkeş ve MHP'nin azınlık vatandaşlarına bakışıyla ilgili Dabağyan'ın kitabına bakılabilir. (L. Panos Dabağyan, Başbuğ Türkeş ve Milliyetçilik: Siyasi Düşüncelerim ve düşüncelerim, 2009, İstanbul, Yedirenk Yayınları) [4] Oğuzhan Cengiz, Yanıkkale, 207 sayfa, 4. baskı, 2005, İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları [5] Oğuzhan Cengiz, Kapıaltı, 274 sayfa, 13. baskı, 2005, İstanbul, Bilgeoğuz Yayınları