Şehir büyük, insan küçük. Herkesin işi-gücü başından aşkın. Yürüdüğünüz o caddede trafik sel gibi akıyor. Arabaların hızları kulağınızda uğultu yayıyor. Günlük işlerin telaşesi içerisinde arabaların hızına ve gürültüsüne aldırış bile etmiyorsunuz. Aklınızı fikrinizi o anki işinize kilitlemişsiniz. Kafanızda binbir dünya meselesi. Belki de o anda çocukların okul ya da dershane taksitlerini düşünüyorsunuz. Ya da başka bir borcunuz aklınızda. Derdiniz para-pul. Hava soğuk mu soğuk, doğalgaz sayacındaki miktar da azaldı. Yeni bir doldurum yaptıracaksınız. Ona da para gerek. Doğalgaz, soğuk havalar derken, aklınıza işyerinde bitirmeniz gereken işler takıldı. Öyle ya, yıl sonu yaklaştı, işler birikti. Onların da kısa sürede bitirilmesi gerekli. Sokakta yürümenize devam ediyorsunuz. Karşınıza bir üst geçit çıkıyor. Geçidin altında saçı-sakalı birbirine karışmış bir evsiz adam, kimileri ona deli diyor, kimleri meczup, ileri-geri yürüyor. Birkaç adım ileri, birkaç adım geri, turluyup duruyor. Bir yerden bir bardak sıcak çay bulmuş, içiyor. Bu sıcak çayı nerden bulduğunu bile düşünmeden ve hangi hayırsever bu adama çay getirmiş, bu soruları aklınıza bile getirmeden kendi işinize odaklı bir şekilde yürüyorsunuz. Adama hafif acırmış gibi yapıyorsunuz bu arada. Şehirdeki her insanın işi kendisi için önemlidir. İşine odaklandı mı, etrafında hiçbir şey görmez. Şehir adamı işini halletme telaşına düştü mü, ne deliyi görür, ne veliyi. İşine odaklanmış bir şehir adamı olarak yürümenizi sürdürüyorsunuz. Saatinize bakıyorsunuz. Biraz hızlanmanız gerek. Yapmanız gereken işinizi halledip işyerine yetişmeniz gerek. Vakit öğle vakti. Mesai tekrar başlamadan işinizde olmanız gerek. Çocuklar görüyorsunuz sevecen mi sevecen. Bir evin penceresinden dışarıyı seyrediyorlar ve gülücükler saçıyorlar etrafa. Hava buz gibi amma bemberrak, apaçık. Ama bir şehir adamı olarak kafanız dumanlı. Hiçbir şey görmüyorsunuz. Bakıyor amma görmüyorsunuz. Gülen çocuklara boş boş bakıyor, karşılık bile vermiyorsunuz. Bir gülseniz çocuklara, bir el sallasanız ve bir şehirden kopsanız. Bir kopsanız şehrin gündelik telaşlarından, bir kopsanız dünyadan. Ama kopamıyorsunuz. Kapılmışız bir kere şehrin hengamesine, düşmüşüz bir kere şehrin hengame denizine, boğulmamaya çalışıyoruz. Dünyayı sırtlamışız, altında çatlayacağız. Kafanızdaki işi, enine-boyuna düşünüyorsunuz ve bir taraftan da hızlı ve açık adımlarla yürüyorsunuz. Ne bastığınız yeri görüyor, ne de etrafındakileri fark ediyorsunuz. Etrafınızdaki rutin kalabalık, bunlar şehrin rutin kalabalıkları, dikkate değmez nasıl olsa. Bu rutin kalabalıklar yalnızca bir kemiyet biz şehir adamları için. Kimin ne derdi var, kim ne sıkıntıda, kim aç, kim tok, düşünmeye değmez biz şehir adamları için. O arada bir şey fark ediyorsunuz. Birkaç adam sağa-sola koşuşuyor. Bir adam mı o, yerde uzanmış yatıyor. Bir adam değil bu, yaşlı bir teyze. Sanırım araba çarpmış. Bir hafif duraksama, biraz eğilip ne olduğunu anlamaya çalışma, merakla olayı araştırma o kadar. Tekrar yolunuza devam ediyorsunuz. Yaşlı teyzeye karşıdan karşıya geçerken bir araba çarpmış. Arabanın şoförü durmamış. Teyze acılar içinde kıvranıyormuş. Teyze nerden gelip nere gidiyormuş? Bunlar kafanızda hiçbir şekilde bir saniye bile yer tutmazken, kafanızdaki o iş sizi şişirdikçe şişiriyor, kafanız çatlayacak gibi oluyor. Yürümeye devam ederken, nedense teyze tekrar aklınıza geliyor. Nasıl olsa birisi arabasına alır hastaneye götürür, diye kısaca düşünüyorsunuz. Kafamızda binbir düşünce ve zikzaklar. Dünya kafamızın içine oturmuş, kafamız çatlayacak. Karşınıza bir gariban çıkıyor. Dilenci mi ne? Sizden bir şeyler istiyor. Birkaç kuruş para! Dilencinin yanından bir an önce uzaklaşmak üzere, hızınızı artırıyorsunuz. Biraz sonra bir küçük kalabalık. Bunlar memurlar sanırım. Bağırıp çağırıyor her zamanki gibi maaşlarının azlığından yakınan emekçiler. İçinizden, kızıyorsunuz ve yolumu kapatmışlar bunlar, zaman kaybedeceğim bunlar yüzünden diyorsunuz. Kalabalığı yara yara ilerliyorsunuz. Hedefinizdeki yer varmak üzeresiniz. Merdivenleri çıkıyorsunuz. Dairenin ziline basıyorsunuz. Birisi sizi karşılıyor. Aradığınız kişinin o gün gelemeyeceğini söylüyor. Köpürmek üzeresiniz. Adam niye gelememiş, derdi neymiş, düşünmüyorsunuz bile. İşinize odaklanmışsınız bir kere. Sizi karşılayan kişiye Allahaısmarladık bile demeden geldiğiniz aynı yolu gerisin geri yürümek üzere, merdivenlerden hızla aşağıya iniyorsunuz. Dönüşte de yine manzara aynı. Dikkatinizi bile çekmiyor. Üst geçidin altında yine o aynı meczup duruyor. Saçı sakalı birbirine karışmış. Bakışları çok derin ve korkutucu. Sanki sizi bekler gibi. Yanından hızlıca geçmek istiyorsunuz amma, meczup gür sesle size bağırıyor: “Ey Fani!” Oradan hızla uzaklaşıyorsunuz, meczuba korkunuzdan cevap bile vermiyorsunuz. Amma “Ey Fani” sözü kafanıza, zihninize, beyninize, kâlbinize, içinize öyle bir oturuyor ki, bunu o günden sonra hiçbir zaman aklınızdan çıkaramıyorsunuz. Ey Fani! Ey Fani! Ey Fani! Yani, geçici, geçici, geçici. Bu dünyadan gelip geçici. Misafir. Konuk. Dünyayla olan bağlantısı pamuk ipliğinden bile zayıf. Ey Fani! Dünyayla ilgin ve ilişkin bir pamuk ipliğinden bile zayıfsa, bu kadar dünyaya dalmak neden? Etrafını görmemek neden? Not: Bu yazılanlar bir kurgudur. Fani kelimesi üzerine bir saniye bile düşünmüş isek bu kârdır.