””Amerikan Deniz Kuvvetleri gemisinin kaptanı konuşuyor. Tekrar ediyorum, rotanızı değiştirin. Tamam. Kanadalı yetkililer ise ilk cevaplarında ısrar etmektedirler: ””Hayır, biz rotamızı değiştiremeyiz. Tekrar ediyorum, siz rotanızı değiştirin. Tamam. Amerikan gemisindeki kaptan çok sinirli bir tavırla son sözünü söyler: ””Burası, Amerikan savaş gemisi Missouri. Adımızı duymamış olanlara anımsatıyoruz. Amerikan Deniz Kuvvetleri'nin büyük savaş gemisi Missouri'yiz. Lütfen, şakanızdan ya da inadınızdan vazgeçin. Derhal rotanızı değiştirin. Hem de, hemen şimdi. Tamam. Kanadalı yetkililerin son sözü ise hem Amerikalıları hem de bu mesajı okuyan herkesi çok şaşırtmıştır: ””Tanıştığımıza memnun olduk sevgili Missouri. Biz de size kendimizi tanıtalım, burası deniz feneri. Tamam. Sahip olunan güç, insana güven verir. Bu güç, hakkaniyet ölçülerine göre elde edilmişse ve adaletli bir şekilde kullanılıyorsa sahibine hem güven hem de huzur verir. Ancak hakkaniyet ölçüleri dışında elde edilen ve adaletsiz kullanılan güç, sahibini huzursuz eder. Hele bu gücü kullanırken, “ben güçlüyüm, istediğimi yaparım” mantığı ön plana çıkarsa gücünüz ecelinize sebep olabilir. Güçlü olmayı haklı olmak şeklinde yorumlayıp, her önüne gelene kafa tutan bir anlayış, deniz fenerine de toslar, gökteki martıya da. Herkese kafa tutan bir anlayış sahibinin gözünü, hırs ve öfke kör eder. Kibirden gözünün önünü göremez olur. Hırslandıkça öfkelenir. Öfkelendikçe hata yapar ve küçüldükçe küçülür. Kanuni sultan Süleyman'ın, Fransa kralı Françesko'ya (Fransuva) gönderdiği o müthiş fermanı okumuşsunuzdur. 25 Şubat 1525'te Roma-Cermen İmparatoru Şarlken ile Fransa Kralı Fransuva arasındaki savaşta Fransa yenilir ve Fransuva esir düşer. Bunun üzerine Fransuva bir yolunu bulur ve elçi göndererek Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman'dan yardım ister. Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransuva'ya gönderdiği o fermanı hatırlamak gerekirse: Ben ki sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara taç veren Allah'ın yeryüzündeki gölgesi Akdeniz'in ve Karadeniz'in ve Rumeli'nin ve Anadolu'nun ve Azerbaycan'ın ve Şam'ın ve Halep'in ve Mısır'ın ve Mekke ve Medine'nin ve Kudüs'ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen'in ve nice memleketlerin sultanı ve padişahı sultan Bâyezid han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han'ım. Sen ki Fransa vilayetinin kralı Fransuva´sın. Hükümdarların sığındığı kapıma elçinizle mektup gönderip, ülkenizi düşman istila edip, şu anda hapiste olduğunuzu bildirip, kurtuluşunuz konusunda bizden yardım talep ediyorsunuz. Söylediğiniz her şey dünyayı idare eden tahtımızın ayaklarına arz olunmuştur. Her şeyden haberdar oldum. Yenilmek ve hapsolunmak hayret edilecek bir şey değildir. Gönlünüzü hoş tutup üzülmeyesiniz. Böyle bir durumda atalarımız düşmanları mağlup etmek ve ülkeler fethetmek için seferden geri kalmamışlardır. Biz de atalarımızın yolundayız ve daima memleketler ve alınmaz kaleler fetheylemekteyiz. Gece gündüz daima atımız eyerlenmiş ve kılıcımız belimizde kuşatılmıştır. Yüce Allah hayırlara bağışlasın. Allah'ın istediği ne ise olur. Bundan başka haberleri gönderdiğiniz adamınızdan öğrenesiniz. Böyle biliniz." Kanuni Sultan Süleyman'ın bu fermanını çok abartılı bulup, “al sana bir kibir abidesi” diyebilirsiniz. Kanuni'nin bu üslubu tamamen temsil ile alakalı bir durumdur. Babası Yavuz Sultan selim, Mısır'ı fethettikten sonra halifelik Osmanlı'ya geçmişti. Ümeyye Camii'nde Cuma namazı kılınacaktı. Şam Valisi, Padişahın namaz kılacağı yere yeşil atlastan bir seccade sermişti. Bunu gören padişah hiddetle: ””Burası ibadet yeridir, padişah sarayı değildir. Derhal bu atlas seccadeleri kaldırınız, diyerek cemaatle aynı sergi üzerinde namaz kılmıştır. Daha sonra imam hutbe okumak üzere minbere çıktı ve adet olduğu üzere halifelerin ismini saymaya başladı. Sıra Yavuz Sultan selim'e gelince “Hakimül Haremeyniş şerefeyn” ifadesini kullandı. Yani Mekke ve Medine'nin hükümdarı demek istedi. Bu ifade üzerine Yavuz Sultan Selim, hemen ayağa kalktı ve imama: ””Hakimül Haremeyniş Şerefeyn ifadesini Hadimül Haremeyniş Şerefeyn şeklinde düzeltiniz. Zira ben bu mübarek beldelerin hükümdarı değil olsa olsa buraların hizmetçisi olabilirim, demiştir. Üç kıtaya hükmeden bir dünya imparatorluğunun padişahı, yeri geldiğinde gönlünü yerlere sermek hususunda tereddüt etmemektedir. Bir iş yapılacağı zaman işinin ehli olan kişilerle istişare edilmektedir. Her konuda “ben bilirim.” Anlayışı ile hareket edilmemektedir. Ya da “Ben Osmanlı İmparatorluğu'nun padişahıyım. Haklı veya haksız önemli değil. Mutlaka benim dediğim olacak.” Şeklinde dayatmalardan kaçınılmıştır. Fatih sultan Mehmet döneminde bir Yahudi'nin arsası cami inşaatı için satın alınmak istenir. Lakin Yahudi asıllı yurttaş cami yapılacağı için arsasını satmak istemez. Fatih, arsanın rayiç bedelinin iki katını öder ve arsayı mühürletir. Konu mahkemeye intikal eder. Fatih ayakta, kadı oturuyor vaziyette mahkeme başlar. Kadı, Fatih'in arsayı mühürlediği sağ kolunun kesilmesi yönünde karar bildirir. Fatih, kadının kararını gayet soğukkanlı bir şekilde karşılar ve karara yönelik tek bir söz dahi etmez. Mahkemeden sonra kadı, Fatih'e yönelerek: ””Eğer padişahlığına güvenip kararıma karşı gelseydin şu gördüğün topuzla kafanı ezip seni oracıkta öldürürdüm der. Fatih'in kadıya cevabı ise kadınınkinden aşağı değildir. ””Eğer ki sen de benim padişahlığıma aldanıp farklı bir karar verseydin kılıcımla kafanı koparırdım der. Bu adalet sistemine hayran kalan Yahudi vatandaş, şikâyet dilekçesini geri alır ve Fatih de eli kesilmekten kurtulur. Koskoca cihan padişahının farklı dinden ve farklı dilden bir yurttaşı ile eşit şartlarda yargılanması hak ve adaletin ne derecede tesis edildiği açısından harika bir örnektir. Bu arada “Adaletsiz kuvvet zalim, kuvvetsiz adalet acizdir.” Sözünün haklılığı bir kez daha ortaya çıkmıştır. İdareye hükmeden insanların, dünya sevgisi ile saltanatı kalıcı zannederek yanlış yapmalarını önlemek için harika bir örnekle bağlamak istiyorum. Osmanlı'da, halkın padişaha sevgi ve sadakat ifadesi olarak; “Padişahım çok yaşa!” diye tezahürat yaptıklarını biliyoruz. Ama bir şey daha var. Padişahlar Cuma namazına gidip gelirken veya özel törenlere iştirak ederken bir gurup yüksek sesle ve üç defa : “Gururlanma padişahım, senden büyük Allah var!” diye bağırırlarmış. Padişahlar da kalabalığın içinde kendilerine seslenen bu guruba göz yumarlar, ses çıkarmazlarmış. Yani bir bakıma kendisini uyaran bu gurubu desteklerlermiş. Olay bu işte. Fazla söze ne hacet! Yazara mesaj: [email protected] www.yusufyesilkaya.net Bu yazı; www.yusufyesilkaya.com , www.dinahlak.com , www.haber46.com ve www.kisiseldunyam.com web sitelerinde eş zamanlı olarak yayınlanmaktadır.