Dindar olmak da bu hasleti taçlandıran bir özellik arz etmektedir. Dindar insan okuyarak ve dinleyerek öğrendiği bilgiler ışığında kendisine hareket tarzı belirlemektedir. Yani hareketlerinde ölçü, dini ölçülerdir. Peygamberimiz(s.a.v) in “Mümin kimdir?” diye soran sahabeye “Mümin odur ki; onun elinden-dilinden diğer müminlerin/insanların zarar görmediği kişidir.” prensibine dikkat eder. Eğer dindar insanlarımızdan bazıları bir mürşidi kâmile/hoca efendinin dizinin dibine çökmüş ve tedrisinden istifade ediyorsa bu insanı derviş olarak nitelendirebiliriz. Zamanımızda dervişlik zor zanaattır doğrusu. Siz ne kadar Allah yolunda devam etmek isteseniz, sizleri çok sayıda çeldirici unsurlar elinize ayağınıza yapışmaktadır. Daha önceleri geniş aileler halinde yaşandığı ve teknolojinin getirdiği yenilik ve peşi sıra gelen lüks yaşantı mevcut değilmiş. İlim öğrenmek için insanlar diyar diyar gider ve gözü arkada kalmazmış. Hatta küçük olan çocuğunun geldiğinde çok büyümüş olduğunu görecek kadar ilim tahsil etmek için evinden uzun yıllar ayrı kaldığı hikâyeleri anlatılır sürekli. Yani bir lokma bir hırka ile yetinilirmiş. Ama şimdi öyle mi? O zaman belki de nüfus az ve ulaşımın kolay olmaması gibi sebeplerden belki de talipli sayısı da az olmaktaydı. Ama şimdi talipli çok olduğu için seçme kriterleri de o oranda zorlu olmaktadır. Dindar insan olarak kendisini tanımlayan insanımız, her an kendisinin Allah Teâlâ'nın melekleri tarafından gözetildiğini bilip hissetmelidir. Moda deyimle söylersek “sözde değil, özde dindarlık” ifade edebiliriz. Toplumumuz önem verdiği ilim sahibi bir din büyüğünün sözlerinden daha çok davranışlarına önem verdiğini hepimiz bilmekteyiz. Toplumun kameraları üzerimize çevrili olduğunun idrakinde olursak zaten sıkıntı yaşanmayacaktır. Bazen toplumun büyük bir kesiminin önem verdiği bir bilim insanı veya üst yönetim görevi olan bir yöneticinin hiç beklenmedik bir anda hoş olmayan görüntü ve ses kayıtları medyaya düşmesi sonucunda toplumda büyük bir infial yaşandığını bizzat şahit oluyoruz. Nasıl ki bir toplantıya girerken, bir makama girerken, seyredilme ihtimali olan bir ortamda bulunurken kendimize bir çeki düzen verdiğimiz gibi; günün 24 saatinde ve her ortamda gözetildiğimizi dikkate alarak davranışlarımızı ilerde karşımıza çıkarıldığında, mahcup olmayacak şekilde daha düzenli olmalıdır. Çünkü bir nitelik benimsenmişse onun içinin doldurması gerektiği bilinmektedir. Ama nefis ve çevre baskısı gibi çeldiricilerin etkisi ile bazen bu konularda ihmaller olabilmektedir. İnsanlar görevde yükselirken veya ekonomik imkânları artarken bu imkânlardan faydalanmak isteyen çok sayıdaki eş-dost bilinen insanların, bu imkânların azaldığı veya tükendiğinde çevrenizi nasıl boşalttıkları da yaşanan nice örneklerle ortaya çıkmaktadır. Çokça anlatılan bir hikâyedir. Bir hocada ders gören öğrenciler arasında birisi çalışkanlığı, tertip ve düzeni ile çok dikkati çekiyor, hoca da ona farklı bir ihtimam gösteriyormuş. Diğer öğrencilerin bu öğrenciyi kıskandıklarını hisseden hoca bir gün her öğrenciye birer tavuk verip bu tavukları kimsenin görmediği bir yerde kesmelerini ister. Belli bir zaman sonra herkes tenha gördükleri yerlerde kesmiş oldukları tavuklar ellerinde gelmişler. Ama kıskanılan öğürenci ortalıkta yokmuş. Nice sonra bir telaş ve mahcubiyet içinde elindeki kesemediği tavukla gelir. Hoca kendisine niye tavuğu kesmediğini sorunca o da günümüze kadar gelen “Hocam hangi kayanın ya da çalının arkasına girsem de Allah'ın(c.c) beni gördüğünü hissettim. Siz kimsenin görmediği bir yer demiştiniz, ama ben öyle bir yer bulamadığım için tavuğu kesemedim. Çok üzgünüm”der. Fırsatı yakalayan hoca bu öğrenciye bu yüzden daha çok ihtimam gösterdiğini diğer öğrencilere belirtir. Şunu söylemek istiyorum: Dindar bir insan veya kendisini dürüst olarak tanımlayan her insan toplum huzurunda, kürsüde, kamera karşısında çok dürüst ve kul hakkını gözetmenin güzelliğinden bahsettiği gibi kimsenin olmadığı yerlerde de aynı prensipleri devam ettirmelidir. Yoksa insanların alay konusu haline gelir ve mensubu olduğu aile, çevre, cemaat gibi içinde yer aldığı grubun toplumun da kendisinin yüzünden rencide olmasına sebep olur. O kişi ve topluluk hakkında güven konusunda sıkıntılar yaşanır. Zaten, toplum içinde yapılması uygun olmayan davranışları yalnız kaldığında da yapmama davranışını bilim adamlarımız erdemlilik olarak tanımlamışlardır. Bir görevde bulunan bir kimse; yakın bulduğu bir kimseye, hakkı olmadığı halde başkasının hakkını teslim etmiş olduğu tespit edilecek olursa, kanunlar karşısında, toplum huzurunda ve Allah indinde sorumlu olmaktadır. Tespit edilemezse de, boynuzsuz koyunun hakkını boynuzlu koyundan alacak olan Allah Teâlâ, bu kulunu sığaya çekecektir elbette. Günümüzde zaman zaman medyada örneklerini gördüğümüz işe yerleştirmelerde, her türlü sınavlarda, ihalelerde ve alış-verişlerde yaşanan sıkıntılar; Allah Teâlânın bizi görmediği düşüncesinin baskın olduğu anlarda şeytana uyarak yaşanılan sıkıntılardır diye düşünüyorum. Yoksa bir kişi özellikle belli bir yetki ve sorumluluğu bulunan bir yönetici esas hak sahibine verilmesi gereken bir imkânı, kendisinin/vekilin/amirinin yakını veya ricası diye nasıl olur da hak etmeyen bir başkasına verebilir. Halife olduğunda yanılmıyorsam Hz. Ebubekir(r.a), çevresindeki insanlara “doğru verdiğim karar ve icraatımda destek, yanlışlarımda mani olun” mealinde ricada bulunmuştur. Ama günümüzde tersi durumlar yani çevredeki insanlar, doğru işlerde köstek, yanlış işlerde (özellikle kendi menfaatleri söz konusu olduğunda) destek olma meylinde olabiliyorlar. Sonuç olarak, eğer bir kişi, bir dostuna ikramda bulunacak ona iyilik yapacaksa, eğer kendi hakkından feragat edip yapıyorsa o insana aferin denir. Yok, eğer başkasının hakkı olan hele de devlet malını hak sahibi yerine dostuna/tanıdığına ikram ediyorsa burada çok büyük bir sıkıntı vardır. Allah Teâlâ, iki cihanda da cümlemizi mahcup etmesin, yar ve yardımcımız olsun inşallah. Selam ve dua ile”¦