Vefatını teessürle öğrendiğim kıymetli ağabeyimiz, tabiri caizse ayaklı kütüphane diye hatırladığımız ve her hatırlayışımızda bizleri gülümseten değerli insan...

Rabbim günahlarını affetsin, mekânını cennet etsin. Âcizane duâlarımız onunla. Köşe yazarlığıma ilk onunla ilgili yazımla başlamıştım. Kahramanmaraş’ta verdiği güzel konferansla, donmuş dimağlarımızı harekete geçirmiş, soru sormayı unutan aklımızı canlandırmıştı. Bu yazımı sizlerle paylaşmak istedim, bizlere kattığı değerlerden sadece bir kaçı yazılı bu satırlarda, yazamadıklarımsa, bir ömür benimle hayat yolculuğumda arkadaşlık edecek.



Pazar gününün ataleti, mayhoşluğu, dinginliği bir anda yüz değiştirdi Kültür Merkezine yaklaştıkça. Hava Mart değil Nisana Mayısa dönmüştü. Güneşten de kavurucu, yürek yakan, yürek burkan sözleriyle, asla kırmayan hep güzeli ve doğruyu anlatan kahramanını bekliyordu Kahramanmaraş. Hummalı bir kalabalık tek yürek olmuş, o cesur yüreği bekliyordu. Korkusuz, cevval, tek başına, yorulmadan, bıkıp usanmadan, yolları, dağları aşıp gelen kahramanı bekliyorlardı. Çünkü hepsi biliyordu ki, o uyandıracaktı bizi gaflet uykumuzdan. Televizyon denen hapishaneden bizi o kurtaracaktı. Diziler cehenneminden, maç işkencelerinden o uyandıracaktı uyuşmuş beynimizi, ki öyle de oldu. Etkileyici ses tonu, usta üslûbu, hiç sıkmayan, usandırmayan hitabeti, utandıran cümleleri, gönül yakan kelimeleri hepimizi derinden etkiledi. Ne anlatmadı ki. Yine Aziz Üstadım’ı anlattı en çok. Evlâdının tutuşup yanmasına yüreği dayanmayan, onlarla birlikte kendi de yanıp etrafını nurlarla aydınlatan, hanımları, gençleri, hastaları, ihtiyarları, evlâdı vefat eden aileleri, herkesi tek tek düşünen, gönlü yaralı, bahtı karalı, sevdası iman kurtarmak olan Aziz Üstadımı anlattı. Ve hepimizi ağlattı. Herkes sessizce düşünüyordu. Gençler bundan sonra ne yapacağını, orta yaşlılar gençliğinde yaptığı hataları. Öyle güzel anlatıyordu ki. Şakayla karışık gerçekleri yüzümüze öyle bir çarpıyordu ki, hepimiz sersemleşmiştik. Bilmek, ne büyük meziyetti. Peygamber Efendimiz (asm) “Bilmiyorlar. Bilmediklerinden yapıyorlar” demişti ya yüzyıllar önce. İşte onlar bizdik aslında. Halil Uslu Ağabey’in bildiklerini, gördüklerini, bilmediğimizdendi cahilliğimiz, tembelliğimiz. Bilmediğimizdendi günahlarımız. Günah nedir bilemiyorduk ki. Hani bir kızın adı Ayşedir bilirsin, ama tanımazsın onu kimdir, nedir, kimin nesidir? İşte bizimki de öyleydi. Adı günahtı yaptığımızın, bunu elbette biliyorduk. Ama o her bir günahın kalbimizde ve ruhumuzda açtığı yaraları, bizi Rabbimizden (asm) uzaklaştırdığını, bizi o Yüce Yaratıcımızın gözünden düşürdüğünü bilemiyorduk. Daha doğrusu düşünemiyorduk. Böyle rehberimiz olmasa, bize hakikatleri böyle içten anlatmasa, nasıl uyanırız gaflet uykusundan?  “Bir insanı hidayete erdirmek bir sahra dolusu kırmızı koyundan hayırlıdır” hadis-i şerifini hatırladım Halil Uslu Ağabeyi dinlerken.



Hans ismindeki arkadaşına Küçük Sözler eserini göndermiş. Arkadaşı Hans, eseri defalarca okuduktan sonra o da kendisine ”Dear brother, dont call me Hans. Call me Hasan I became a Muslim.” Yani; “kardeşim. Bundan sonra bana Hans deme Hasan de. Ben Müslüman oldum” yazan bir kart göndermiş. İçim titredi. Biz kaç Hans’ı Hasan yapabildik diye düşündüm.. Bildiğim İngilizcenin de hesabı sorulmaz mıydı? Gerçi bir baktım etrafıma konferanstan çıkınca etrafım Hanslarla doluydu. Bilmeye gerek yoktu, İngilizce, Almanca. Kendi vatanımda, Müslüman toprağında etraf Hans kaynıyordu. Zira ne farkımız vardı ki Hans’lardan, Rose’lardan. Bizim Hasan’larımız Hasan mıydı gerçekten?



Öyle şeyler aşıladı ki Halil Uslu Abi, geç kalmış sayılmam dedim içimden. Önce kendi içimdeki Rose’yi öldürerek başladım. Yolumuz uzun, sarp, karanlık. Yardım eyle ya Rab. Başımızdan Halil Uslu gibi Ağabeyleri eksik etme. Onlara hayırlı, sağlıklı, uzun ömür, bizlere anlayış yetenek, kapasite ve en önemlisi feraset nasip et, amin...

- - - - -