Hasta kadın kımıltısız başını oynattı. Kendisini yeni bir düşten çekip aldı. Odasının penceresine bir güvercin kondu. Gümüşümsü tüylerinin kabarttı. Başını tüyleri arasında gezdirdi. Dışarıdan bir çocuk sesi ile güvercinin kanat sesleri duyuldu. Kadın başını kaldırdı. İki yaşındaki torunu içeri girdi. Ranzanın kenarına tutunarak doğruldu. Dumanlı bakışlarında bir çocuk şaşkınlığı vardı. Yuvarlak çenesi titredi. Pencere buharlandı.

Yorganını hafifçe kaldırarak cılız ayaklarını yere indirdi. Çocuğa gülümsedi. Gözleri karşısındaki küçük tezgâhta duran ibrikle el leğenine takıldı. Güçsüzlüğü bakışlarından seziliyordu. Her dakika da kendisinden bir şeylerin eksildiğini, ağrılarının artmaya başladığını hissediyordu. Ancak yine de direniyor, kızına halini sezdirmemeye çalışıyordu. İçine yığılmış kederlerden kurtulmayı akşama yetişmekte arıyordu. Verdiği sözü yerine getirmenin kurtuluşu olacağı ümidini taşıyordu.

Yatağa dokunan her tarafı ağrılı olsa da serpilip yatmak istordu günlerce. Odasındaki tüm eşyalar zincirlerle bağlamıştı onu. Kalkmak istiyor kalkamıyordu. Yürümek istiyor ayakta duramıyordu. Üzerinde yılların yorgunluğu vardı. Oturduğu minder, ne de çok ağırdı. Suyunu yudumlarken kolu yoruluyor, yudumlar arasında bardağı masa üzerine koyup tekrar alıyordu.

Ranzasının sağ tarafına bitişik masanın kenarına tutunarak üç-beş adım ötesindeki ibriğin yanına yığıldı. Eskimiş naylon kayganlığındaki ellerini yıkadı. Kuru ve solgun dudaklarını ıslattı. Dudaklarını üzerindeki benekleri çoğalmış burnunu su çekerek temizledi. Derileri sarkan kollarını su ile serinletti. Islak ellerini karlı saçlarının arasında gezdirdi. Kulak arkalarını kısa ve incelmiş başparmakları ile sıvazladı. Sararmış ayaklarını da sulayarak elini yüzünü kuruladı.

Geride bıraktığı yıllar kederden kancalar atıyordu tükettiği zamana. Gençliğinde hevesleri adına ertelediği görevleri yüreğinde bir düğüm oluşturuyordu. O düğümü çözmenin tedirginliğini bu gün ürpererek bir kez daha duydu. Dudaklarından çıkan iki kelime ile yöneldiği ezik ve ölgün duruşu onu başka âlemlere götürdü. Manalarındaki derinliğe inemediği, fakat içindeki düğümlerin çözümü için şifrelerin bulunduğu kelimeleri tekrarladı.

Biriktirdiği bunca seneler de, peşini bırakmayan karanlık sahneler geliyordu önüne. Her karartı da damarlarında ki kanın akışı değişiyor, vücudu birden soğuyordu. Ürperiyordu geriye bakarken. Hırıltılı, küçücük darbeler halinde odaya yayılan soluklarının ritmi değişiyor, içinde ansızın iç çekmeler, sessizliğin yüzüne tutkal yapışkanlığında düzensiz hıçkırmalar saplanıyordu. Göğsündeki kıpırtı bir güvercin ürkekliğine dönüşmüştü. Ellerini açtı:

Allah’ım “Kalbim kasvet bağlayıp yollarım sarpa sarınca ümidimi affına merdiven yaptım. Günahlarım gözümde büyüdükçe büyüdü, ama onu alıp affının yanına koyunca affını tasavvurlar üstü büyük buldum.” Tut beni Allah’ım edemem sensiz. Zahiresi tükenmiş kulun, iflas etmiş olsa da, yine sadakatle kapına gelmiş, merhamet, af sana yaraşır, sen o günahlarımı bağışla ve bu biçareyi sevindir. Rabbim günahlarım güz yağmurları gibi sayılamayacak kadar çoktur. Affet beni, affet Allah’ım...

Kızı Elif, odasına geldiğinde elinde tespihle, dudağı dualı buldu onu. Yatağını düzetirken konuşuyordu:

-Anam, neden söz dinlemiyorsun. Bu halinle yatağından kalkıyorsun, bu yaşta oruç mu tutulur, şu haline bak takatin kalmamış. Bu akşam kadir gecesiymiş, tutacakmış? Allah senin halini görmüyor mu?

Hasta kadın, kızında yıllar önceki kendisini gördü. Buğulanan gözleri gençlik yıllarından sahneler taşıyordu önüne. Kızı Elife hamileyken anası orucu neden tutmazsın, namaz neden kılmazsın kızım deyince kaşlarını çatmış:

-Hamile kadın oruç mu tutar, Namaz mı kılar? Sonra kaza ederim. Allah’ın günleri tuluma mı girdi ana…

Kızına içinde biriken keşkelerini bir bir anlatmayı bugün çok istedi. Fakat dudaklarında biriken cümleleri ifade gücünü kendisinde bulamadı. Gözlerini bir noktaya dikti. Sessiz çığlıklarını içinde seslendiriyordu:

Aynalarda unuttum gençliğimi. Benimle hiç gelmedi aynaların bana yansıttığı suretim. O zamanlar övünürdüm yanaklarımdaki gamzelerle. Sıra bendeydi, şimdi kızımda, başkalarında. Sahip olduklarım, bende kalanlar; gençlik, güzellik, başarı, yoksulluk, zenginlik değilmiş. Onlar bir süreliğine uğramışlar bana. İstasyonlar tükendi. Bir gölgelikmiş hayat. Ben gölgeleri bırakmasam da onlar beni terk edip gittiler. Kızcağızım, sende o gölgeleri daimi sanırsın. Ahretini dünyana bina etmeye kalkışırsın. Günler aramızda dolaştırılıyormuş. Bizler gelip geçiyoruz gülerin önünden. Sabit olan günler, insanlar değişken. İnsan eskiyor, yıllara yuvarlanıyor bedenlerimiz. Her sabahı dünleştirdiğimiz anları ne çabuk unutuyoruz. Her vakitte eksildiğimi, her nefesin hesabımdan düşüldüğünü yılarca aklıma getiremedim. Kendi ellerimle ittim, kendimi nefsimin kuyularına. Yüreğime uzanan umutlar geriye çevirtildi şımartılmış heveslerim tarafından. Tembellik çamuruna saplandı, suskun birer sürgün oldu sevinçlerim. Mevsimim kışa yaklaştı, beden evimin tuğlaları eskidi. Avuntu köşelerine çekildi ölü kokuyor metal umutlarım. Vedaları bekliyor kısılan gözlerim. Küçülüyor gölgelerim, uzuyor günlerim…

Hasta kadının dudağına bir sinek kondu. Kadın dudağını oynattı. Sinek başındaki beyaz örtüye kondu. Kadın, duvardaki saate baktı. Tekerlekli sandalyesine kızının yardımıyla oturdu. Son gücünü kullanarak pencere önüne yaklaştı. Yukarıdan inen sıcak ve aydınlık, sakinleşmiş, başını eğmiş dağlara yaklaşıyordu. Gençliğinde elleriyle diktiği ceviz ağacının kendisi gibi çok yaşlanmış olduğunu ilk defa fark etti. Bir müddet, rüzgâra binip salınarak inen ceviz yapraklarını izledi. Her zamanki gördüğü leylekler yuvalarında yoktu. Onlarda başka ülkelere sökün etmişlerdi. Gökyüzünde birkaç pamuksu bulut hızla güneyden kuzeye yürüyor, kırlangıçlar pürüzsüz yollarında ok gibi akıyorlardı. Gün yüzünü çevirmiş ovalar buharımsı, bulanık renklerini üzerlerine sürünmeye hazırlanıyordu.

Hasta kadın, bu güne yıllarını döşedi. Bitmek bilmeyen zamana tüm geleceğini serdi. “Ne pahasına olursa olsun bu gün verdiğim sözü tutacağım.” diyordu.

Göz kapakları git gide ağırlaşıyordu. Bir güvecinin kanat sesini duydu. Başını tekrar ceviz ağacına çevirdi. Ağacın dalına konan kuş, eşine doğru küçük adımlarla yürüyor, guguk, guguk diyordu. Kadının yüreğinde gerilerde kalan gençliği belirdi, yüzü pembeleşti. Kalbinden yeşil tebessümler yükseldi. Hacca yazılmak için beyi ile müftülüğe gitmişlerdi. İsmail Efendiyi o gün çok sevdiğini düşündü. Yürürken çocuk saflığında bakıyordu ona. Bu mutluluğun yıllarca süreceğini sanmıştı. O yaz trafik kazası sonucunda beyinden ayrılmak zorunda kaldı. Bir türlü gidememişti gül nebinin yaşadığı yerlere.

Pencere buğulandı. İki damla yuvarlandı hasta kadının kucağına. Gözlerini soğuk bir karanlık kapladı. Sandalyesinde başı yana düşmüş, yığılmış kalmıştı.

Kızı Elif, anasını hareketsiz görünce uyuduğunu düşündü. Ezana kadar uyandırmak istemedi. Oda kapısını yavaşça kapadı. İftar yemeğini sofraya diziyordu.

Gölgeler sonsuzluğa dayandı. Kuşların kanat sesleri kayboldu. Gökyüzüne asılı çoban yıldızı ilk akşamı karşıladı. Göklere kafa tutan minareler de ezanlar yankılandı.

Elif yemek tepsisi ile anasının odasına girdi. Anası hala sandalyesinde hareketsizdi. Omzuna yavaşça dokundu.

-Ana ezan okundu. Orucunu aç artık.

Hasta kadında ses, kıpırtı yoktu. Kızı tekrar dokundu.

-Ana uyan, orucunu açabilirsin. Ezan okundu.

Elif telaşlandı. Kocası Ali’yi çağırdı.

-Ali, anama bir şeyler olmuş, uyanmıyor. Ali bir nefeste odaya girdi.

Hasta kadın başını oynattı. Yatağını işaret etti. Kucaklayarak yatağa koydular. Yemek istemediğini belirtiyordu. İbrikteki suyu gözleriyle işaret etti. Elif koşar adım taze su alarak anasına uzattı. Kadının elleri oynamadı. Kızı suyu ağzına yaklaştırdı, bir yudum içirdi. Şahadet parmağını yukarı kaldırırken bu günü oruçlu geçirmenin huzurunu hissetti. Bakışlarını bir noktaya sabitledi. Yüzünde aydınlık bir tebessüm belirdi.

Ağrıları birden kayboldu, yatağından doğruldu. Bir tüy hafifliğinde buldu kendisini. Bir söz yayıldı odaya. “Bin ay oruç tutan kadın.” İsmail Efendi elinden tutarak buyur etti, hanımına iftar sofrası hazırlamıştı.