Elbistan’ın Büyük değerlerinden olan (Ravza) Mehmet Yüce’nin 18. Ölüm yıl dönümü (22.10.1997) hatırasına arz olunur…



GÖZ AYDINLIĞI 
Asûde çizgiler ufuktan gökyüzüne doğru yükselmeye başladı. Renkler belirmeye durdu. Asım'ın söylediği sözler onu farklı âlemlere götürmüştü. Gözlerinde yağmur sonrasının sevinci vardı. Yüreğine sığmayan huzur, etrafına yayılmıştı. Başını kaldırdı. Beyaz bulutlar yıldızların önünü kapatmış, aya doğru koşar adım yürüyordu. Kaldırım kenarlarını süsleyen ağaçların koyu gölgeleri, ay ışığına karışan ağartıda kayboldu. Gürültü ve duman dağıtan arabalar uykudaydı. Her şey susmuştu. Bu hâlde yürürken bir yandan da sıcak tebessümlü doktoru düşünüyordu. Asım'la ilgilenişini, sevgi dolu bakışlarını...
Bazı zamanlarda sessizlik en güzel manaları çağırır. Mehmet Bey için de öyle oldu. Dudakları kımıldadı: "Işığımızı söndürme, kararan gönüllerimizi de aydınlığa ulaştır Allah'ım. Evlerimizi ibn-i Erkam'ın evi gibi bereketli eyle..." Çöp bidonunun yanından geçerken bir kedi sıçradı, hükümet binasının bodur çalılıkları arasında kayboldu. Mehmet Bey irkildi, gülümsedi. Fırından yayılan taze ekmek kokusunu içine kadar çekti. Evinin bahçe kapısına geldi. Onu ilk karşılayan, dış kapının önünü süsleyen, yeniden tomurcuklanan güller oldu.
Zile dokunurken doktor aklındaydı. "Bu doktoru bir yerlerde mutlaka görmüş olmalıyım." diye oynattı dudaklarını. Kapı açılınca eşiyle göz göze geldi. Dil onlar için, hâl ile anlaşılmayan muğlâk şeylerin izahında kullanılırdı. Her ikisinin de siyah gözbebeklerinde küçük yıldızlar çarpıştı. Yanaklarına sıcak tebessümler yayıldı. Onu görünce bu saate kadar nerede olduğunu sormadı hanımı. Mehmet Bey'in yüzü, ışıktan bir peçenin ardında parlıyor gibiydi. Siması çevresine aydınlık çiseliyordu. Huzuru gözlerinden akıyordu. Bu sabah çok farklı bir tebessüm vardı Mehmet Bey'in çehresinde. Fıtratına uygun bir şeyler yapılmış olmalıydı.
İçeri girince doğruca çocuklarının odasına daldı, onları uyandırmak için seslendi:
- Sabah oldu canlarım kalkın.
Başındaki eşarbını düzeltirken eşi seslendi:
- Bey, çocuklar vazifelerini yapıp yeni yattılar, biraz uysunlar, sen de istirahat buyur.
- Hayır, hanım bu sabah hep birlikte kahvaltı yapalım. Sen çayı koy. Ben gerisini hallederim. Ama önce şu uykucuları kaldırmalıyım.
Ellerini çarparak odalarda dolaştı. Çocuklar uyanana kadar gezinip durdu. Pencereleri açtı. Henüz kirletilmemiş taze havayı ciğerlerine çekti. Sesi bütün odalarda yankılanıyordu:
- Kalkın evlâtlarım kalkın.
Mutfağa daldı.
- Bunlara bir omaç hazırlayayım, bak nasıl kalkıyorlar.
Biraz sonra kokuyu duyan büyük oğlu mutfağa fırladı.
Eşi Fadime, etrafında dönüyor, istediklerini temin etmeye çalışıyordu. Beyinin mutluluğunu doyasıya yaşaması için elinden geleni yapıyordu.
Bir müddet sonra bütün aile sofranın etrafındaydı. Mehmet Bey aldığı her lokmada, çocuklarına bakıyor, kalbinden dudaklarına, sonsuz yörüngeli dualar hücum ediyordu. Hanımıyla sofrada göz göze geldiler:
- Hani bizim dükkânın karşısındaki talebe evi vardı ya.
- Sene başında perde gönderdiğimiz ev mi?
- Evet. Akşam işyerini kapatınca çocukları ziyaret edeyim, dedim. Zile dokundum. Kapı uzun süre açılmadı. "Hafta sonudur, şehirlerine gitmiş olmalılar." diyerek geri dönüyordum. İçeriden kesik kesik öksürük sesi duydum. Zile tekrar dokundum. Biraz sonra kapıyı Asım açtı. Ayakta durmakta zorlanıyordu. "Ağabey hoş geldin, çok üşüyorum, kalkacak gücü zor buldum." derken titriyordu.
- Aman Allah'ım.
- Hâlini görünce donakaldım. İnsan bir haber verir öyle değil mi? Bizler ne güne duruyoruz.
- Öyle ya.
- Doğru, hastaneye götürdüm.
Çayından bir yudum aldı.
- Aklım o genç doktorda kaldı. Bir yerden tanıyorum ya, hayırlısı.
Mehmet Bey, bir yandan kahvaltısını yaparken diğer yandan hastanede karşılaştığı doktoru düşünüyordu. Bardağını eline alarak pencerenin yanındaki kanepeye oturdu. Hanımı Asım'ın son durumunu öğrenememişti.
- Asım'a ne dediler peki.
- Allah'tan korkulacak bir şey yokmuş, soğuk algınlığıymış. Doğru düzgün beslenememiş, hâlsiz düşmüş çocuk.
- Vay garibim. Anacığı yanında olsaydı...
- İş yoğunluğundan uğrayamadım çoktandır. O doktor buralardan olmalı.
- Hangi doktor.
- Asım'a bakan doktur. Sanki daha önce gördüm onu. Çok cana yakın geldi.
- Efendi, her gördüğün insanda bir güzellik bulursun sen. Asım'ı buraya getirseydin.
- Gece evine götürdüm. Gelemeyişimin sebebi Asım'ın söylediği iki kelimeydi. Uyuyamazdım. Beni çok sevindirdi. Sabaha kadar başında bekledim.
- Nasıl yani.
Yutkundu. Sesi titredi. Gözleri doldu. Yüreğinin helezonlarında huzur daneleri oluştu. Biraz sonra dudakları oynadı.
- Asım'a, "Hadi sen yat, dinlen." deyince başını bana çevirdi.
Tekrar yutkundu. Kelimeler boğazına düğümlendi. Yanağından iki damla yuvarlandı. Islanmış gözlerini eşinin gözlerine kilitledi:
- İkinci evimizden ışık sızdı hanım... Yeniden dirilişin emareleri var bu çocuklarda. Asım benim dinlen sözüme ne cevap verdi biliyor musun?
- Mehmet Ağabey, her yerim ağrıyor. Uykuya dalıp ya sabah namazına kalkamazsam...
Sözler kalbe akmıştı. "Sükûtun çığlıkları" doldurdu odayı. Sessizlik bir müddet devam etti. Çocuklar kahvaltılarını bitirmiş, odada iki kişi kalmışlardı. Mehmet Bey eline aldığı kitabın sayfaları arasında dolaşırken arada bir başını kaldırıyor, mırıldanıyordu. Gözkapakları ağırlaştı. Anlamak için cümleleri iki kere okumaya direndi. Baktı olmuyor arkasına yaslandı.
...
Güneşin aydınlık parıltıları gözünü kamaştırırken zaman akıp gidiyordu. Eşi karşı kanepeye oturmuş örgü örmekteydi.
- Bey, içim hiç rahat değil. İki gündür Asım'dan haber getirmedin. Söylesen de akşam, yemeğe gelseler.
- Haklısın hanım. Kendimizi işimize kaptırdık, çocuklar sıcak yemek yesin bu akşam...
Mehmet Bey'i asıl yoran Asım'ın evine gidip gelmek değil, hastanedeki gördüğü doktorla ilgili düşünceleriydi. "Keşke konuşabilseydim, içim rahat ederdi." diyerek evine geldi.
Zamanın yorgun elleri karanlığın serinliğine dokundu.
- Bey, kaç gündür düşüncelisin.
- Şu doktor kafama takıldı hanım. İçim rahat değil, tanıyorum ama nereden?
- Zil mi çalıyor ne?
- Kapıya çocuklar gelmiş olabilir bey, baksan.
- Asım... Doktor!
- Mehmet Ağabey!
- Sen, Saliiih! Ben de bu doktor kim diye düşünüp duruyordum. Hiç değişmemişsin deli oğlan sekiz yıl önce de böyleydin sen.
Doktora yüreğini değdirerek sarıldı. Yıllar öncesinin lise talebesinden eser yoktu; yetişkin, ince bıyıklı bir adam vardı karşısında.
- Ağabey, sana sürpriz yapacaktım. Dükkâna gelecektim. Ama bütün plânlarımı alt üst ettin, gecenin bir vaktinde çıktın karşıma. Seni görünce ne yapacağımı bilemedim. Baktım sen hatırlamadın, ben de tanımazlıktan geldim. Kızmadın ya.
- Bedenin değişmiş, huyların hiç değişmemiş Salih.
- Can çıkar huy çıkmaz ağabey.
Salona geçerek pencere kenarına oturdular. Mehmet Bey, gençlere ve dışarıdaki güllere bakarak konuşuyor ve onları dinliyordu. Bir ara Salih o güzel geçmişe döndü. Tebessüm etti:
- Ağabey hatırlar mısın? Pınarbaşı'na pikniğe gitmiştik. Karpuzu bir de pişirerek yesek demiştin. 
Sözler demli çaya karışırken hatıraların bohçası açıldıkça açılıyordu...

- - - -